1

816 39 16
                                    

Birinci Mektup

Yeni gördüm ama ne garip şey, meğer kömürcüler karda, donda buram buram terler; tatlı, sıcak, güneşli havalarda da tiril tiril titrerlermiş. Geçenki soğuklarda bizim mahalledeki kömürcüyü görseydiniz şimdiki haline bakıp acır ve:

– Zavallı adam! Kim bilir kaç aydan beri sıtma hastalığı çekiyor, derdiniz. Zavallı! 'Bereket' dediği kömür tozlu kürkünü renkçe pek de farkı olmayan kulaklarına kadar çekmiş, iskemlesinde oturmuş, arpacık kumrusu gibi düşünüp duruyor. Birine bu halini sordum:

– Fukaralık halidir ne yapsın, dedi.

Diğerine sordum:

– Hele bir kar yağsın da gör. Ne kabadayı olduğunu o zaman gösterir, dedi.

Birine daha sordum:

– Gelen geçeni üşümeye özendiriyor. Bunlar hem esnaftan hem de soğuk taklitçilerindendir, dedi.

Evde mangalbaşı âlemi henüz kısmet olmadı. Ben soğuğu görür görmez kömürcüye yanaşarak bir miktar kömür almıştım. Fakat o kadar pişman oldum ki bir daha prova etmeden kömür almamaya yemin ettim.

Efendim! Mangala yanaşmak mümkün değil. Sanki kendisine doğru bir adamın geldiğini hissediyormuş gibi bir çatırtıdır gidiyor. Çıt! Çat! Pat! Derken ufak bir kıvılcım gözümün kenarcığına kadar sokuluyor. Haniya şairin; "Ki bir acıklı acıklı aman sedası gelir" dizesi yok mu? O adamların feryatlı soyundan. El gözde, göz de kan yaş içinde. Ben böyle ısınmak görmemiştim.

Suda pişmiş kestaneyi pek sevmem. Mutlaka kebap kestane yemeliyim. Evde boğaz masrafına tamamen dahil olan bu meyve kış günleri mangal âleminin en eğlenceli sohbetlerinde rahatlama vesilesi olur. Hatta meşhurdur:

"Eski ihtiyarlardan birkaçı közde kestane pişirmeyi akıl ederek evlerden birinde toplanırlar. Kestaneler gelir. Birer birer mangala dizerler. -Ah, beklemek! Sen ne kadar tatlı, ne kadar güzelmişsin- O güzelim kestaneler bizimkilerin gözlerinin önünde pişmekte olduğundan, artık yenilebilecek kıvama gelene kadar sürecek bir sohbet başlar. İçlerinden biri eski savaşlardan birinde bulunmuştur. Artık muhabbeti açar: "Bizim tabur şöyleydi, ben o zaman teğmendim, kılıcı çektim, düştüm önlerine, her biri aslan gibi askerler. Ha babam ha! Yağmur gibi kurşun, fakat kim aldırıyor ki! Gözümüzü kan bürümüş bir kere. Karşımızda çok kuvvetli bir siper var. Ona doğru hücum ediyoruz. Duman o biçim, gır gır kurşunlardan biri sağımdan, biri solumdan geçiyor. Derken yanaştık. Düşman kaçıyor. Biz yuha diye bağırıyoruz. Fakat yuha ne kadar tesir ediyor? Biz bağırdıkça onlar tabanlarını kaldırıyor. Ah! Bir kere görseniz, o ne tatlı şeydir. Bayraktar olan askerimiz düşman siperlerine girer girmez oraya bayrağı diker. Fakat dikkat etmeli. Bin türlü düşmanlık olur. Hatta bizde de oldu ya! Tam düşman siperine girdik, efendim, birden gümbür gümbür diye cephaneler ardı ardına patlamasın mı? Derken mangaldaki kestaneler de fırlamasın mı? Artık kimde yüz, kimde surat kalır? Ortalık ateş içinde!"

Doğrusu, bizim kömür bu kadar dehşetli değilse de tutacağı tuttu mu ondan da aşağı kalmıyor. Ha kömür, ha kış! Kış deyince de Beyoğlu! Geçen gün yazdığım mektupta söylediğim gibi oralarda çok tedbirli geziniyorum. Mesela Komers'egirsem, cebime bir mandalina, bir elma sıkıştırıp giriyorum. Geçen akşam yine öyle girdim. Bir miktar neşelendikten sonra garsonu çağırdım. Malûm ya, sorulacak:

– Garson!

– Buyurun efendim.

– Kaç kuruş?

– Triya, pende, deka, dü deka...

Görüyorsunuz ya. Herif aralıksız sayı sayma imtihanına girmiş gibi ilerliyor.

Şehir MektuplarıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin