10. Bölüm - Aslıdır, Başlangıcın

830 136 66
                                    

Yibo'nun öfkeye bürünmüş ifadesi yeniden endişeyle sarıldı. Doğrudan kapıdaki askere doğru ilerledi. "Afşın Alp! Ne oldu?" Bir an durup askeri inceledi. "Yaralı mısın?"

"Hayır, kağanım."

Yibo'nun bakışları üstündeki kan lekelerine takıldı. Askerin başı üzgün bir ifadeyle eğildi. "Benim kanım değil."

Cübbesindeki kana eklenen üzgün ifade üzerine Yibo, vicdanına yakın bir yerlerin kasıldığını hissetti. Telaşla hareket etmemesi gerektiğini kendine tekrar ederek kapıyı genişçe açtı. "Geç önce, otur şöyle." Askeri, sadece ailesinin, arkadaşlarının ve birkaç görevli askerin girebildiği odaya aldı. Kapı görevlisine döndü. "Işbara Atılay'a söyleyin gelsin, su ve yiyecek de getirin."

Atılay da gelip yanına yerleştiğinde yeniden askere döndü. "Sınırda sorun mu var Afşın Alp?"

Afşın askerle Atılay kısa bir anlığına yanlarında oturmakta olan Xiao Zhan'a baktılar. Kağanları, devletle ilgili belki sıkıntılı olabilecek bir konu konuşulacakken onun odadaki varlığını pek umursuyor gibi görünmüyordu. Zaten onun da gitmeye niyeti yok gibiydi. Asker sıkıntıyla konuştu. "Myanga'nın sınırındaki Tuka zorbaları, bağımsız illeri yağmalıyor."

Tuka, bir sene kadar önce yaptıkları yağmacılıkla ve genç, zorba, pis fakat küçük bir topluluğa göre kalabalık nüfusuyla kendince kurulmuş bir devletti. Myanga ve Iraz devletleri arasında sıkışıp kalmış, ne ileri ne geri gidebiliyordu. Sağa gitse Myanga yoluna taş koyuyor, sola gitse Iraz başını alıyordu. İki devletin, sınırlarındaki devletleşmemiş bağımsız şehirlere asker yerleştirme sebepleri de Tuka ve onun gibi zorba oluşumlardan gelebilecek olası saldırıları önceden tahmin etmiş olmalarıydı.

Kağanın suskun, düşünceli ifadesini gören Atılay konuşma görevini devraldı. "Tuka itleri, itliğini yapmış Afşın Alp. Sen niye erliğini yapmadın da buradasın?"

Yibo'nun düşünceli bakışları Afşın'ı buldu. Biraz önce yorgunluktan omuzları düşen asker şimdi gerginlikle doğrulmuştu. O konuşamadan sordu. "Gücünüz mü kırıldı?"

Asker yeniden üzgünce başını eğdi. "Sayıları artmış, beyim. Şehre karışmışlar. Erlerden biri öldü. En gençleri benim. Destek istemeye beni gönderdiler."

Kağanının büsbütün sıkıntıyla sarılmış ifadesi onun da canını sıkmıştı. Kağanlarını, üç yıl önce Çin'le savaşlarında birçok askerin önüne bedenini siper eden bu adamı böyle sıkıntılarla uğraştırmaktansa keşke hepsi orada Tuka itlerinin elinde can verselerdi. Yibo gergince mırıldandı. "En başından daha çok asker göndermeliydik."

Atılay hafif bir sinirle arkadaşına baktı. "Nerede eksik olsa saraydan güç gönderiyorsun, yakında burada asker kalmayacak. Burada asker kalmazsa, devlet kağanını kim koruyacak?"

Yibo'nun Xiao Zhan gelmeden önce zamanının çoğunu halkın arasında, haftalık kurduğu çadırlarda geçirdiğini unutmuş gibiydi. Normalde sarayda zaten koruyacak bir kağan olmuyordu. Devletin kağanının yeri saray değil, halkının yanı olmalıydı, hep öyle olmuştu ve öyle olacaktı.

Yibo çatık kaşlarını ona çevirdi. "Benim korunmaya ihtiyacım yok. Ama onların var."

"Onlar Iraz Devleti'nden değiller."

Atılay elbette onun yardım etme sebebini biliyordu, kendisi Yibo'nun yerinde olsa belki o da aynı şeyleri düşünürdü. Fakat onun en yakın arkadaşı olmanın verdiği bir diğer sorumluluk da buydu: düşünmeye tenezzül etmeyeceklerini düşünmesini sağlaması, feda etmekten çekinmeyeceği şeylerin önüne geçmesi gerekiyordu.

Genç kağanın ifadesi daha da sertleşmiş, bakışları, bir Tuka iti karşısında olsa kirpikleri oka dönüşüp can alacak gibi keskinleşmişti. "Atılay! Onlar bizim komşumuz. Komşunu korumazsan devletini de koruyamazsın. Komşu, devlettir."

Atılay hafif bir gururla gülümsedi. Onun arkadaşı işte böyle biriydi. "Kaç kişi göndereyim?"

Yibo yeniden Afşın'a döndü. "Tuka'lılar kaç kişiler?"

"300-400."

Yibo Atılay'a döndü. "Otuz kişi yeter."

Atılay Afşın'la birlikte odadan çıkmak için ayaklanırken, "O soysuzlara çok bile," diye söylendi.

Bir süredir onları izleyen Zhan'ın yüzü, ne düşünmesi veya ne yapması gerektiğini bilemez bir ifadeyle kaplıydı. Artık babasına söylemesi gereken çok önemli şeyleri vardı. Babası, Yibo'yu tek bir yerden vuramayacaklarını, böyle hiçbir şey elde edemeyeceklerini, onu ancak birkaç yerden vurarak indirebileceklerini söylemişti. Kağanın komşularına zaafı, binlerce kilometrelik bir açığı olduğunu gösterirdi. Kalbine ince bir sızı girdiğinde, bunu geniş odanın hafifçe aralanmış penceresinden sızan esintiye yordu. İklim ve ortam değişikliği vücudunu ve kalbini çok kolay etkilemeye başlamıştı. Son zamanlarda göğsünde oluşan ağrının sebebi de bu havalar olmalıydı.

Kağana baktı. Asker ve Atılay odadan çıktığından bu yana ellerini birbirine kenetlemiş düşünüyordu. Yüzüne düşen kakülleri ifadesini görmesine engel olsa da, Zhan'ın varlığını uzun bir süre önce unutmuş gibi görünüyordu. Omuzlarında görünmez bir dağ var gibiydi, fakat o yine de dimdikti.

"Bu kadar endişeleniyorsan, kendin niye gitmedin?"

Yibo başını kaldırıp ona baktı. Hayır, yüzünde Xiao Zhan'ın sandığı gibi bir endişe yoktu. Acılı, kesik bir gülümseyiş dudaklarından dökülürken, "Oraya gidersem ölmem. Ölümümün kesin olduğu bir yere gitmemi dilersin, değil mi?" diye mırıldandı.

Zhan şaşkınlık içinde ona baktı. "Ne?" İncelen sesini öksürerek düzeltti. "Ne demek istiyorsun?"

Yibo, ezelden bu yana düşman oldukları bir ırktan olmasının yanı sıra, karşı karşıya geldikleri günden bu yana nefretini ve öfkesini hissettiği bu adamın devlet hakkında önemli bir konuda konuşulurken odadaki varlığını unutacak kadar toy bir adam değildi. Zhan'ın, konuşulanları dinlerken aldığı nefesi dahi dinlemişti.

Ve bunu yaparken her ne duydu ya da hissettiyse, yüzündeki acı dolu ifadeye sebep olmuştu.

Zhan'ın yüzünde gördüğü bir şey, bu acı dolu ifadesini bırakmasına sebep oldu. Dışarı doğru gergin bir nefes verdi. "Endişelenmiyorum." Bakışlarını doğrudan Zhan'a dikti. "30 asker yeterli. Sorun, bir kez olsun benim elimin uzandığı yerlere yaklaşamayan Tuka'nın kendinde şimdi bu haddi görmesi."

Çevre devletlerde hakkında çıkan söylentileri biliyordu. 'O kağan öyleymiş.', 'Kadın gibi diyorlar. Erkekle evlenmiş.', 'Kocasının yanından ayrılıp da sınırlara gitmeyi bırakmış.'

Bu söylentilerin onlara cesaret verdiğini biliyordu. Sıkkınca yeniden nefes verdi.

Zhan bir şey söylemek ister gibi araladığı dudaklarını tam olarak onuncu kez konuşmadan kapattı. Bu adamın sıkıntılı ifadesinde onun da canını sıkan bir şey vardı, ama bunu değiştirmek için ne söyleyebilirdi ki?

Merak etme, kimse Iraz Devleti'ne parmak uzatmaya cesaret edemez, mi diyecekti? Eh, kendisi ediyordu. Ben yanındayım, mı diyecekti? Hayır, tam karşısındaydı.

"Yemek yiyelim mi? Ben acıktım."

Yibo şaşkınlıkla ona baktı. Halktan gelen bir şey olmadıkça sadece ölmeyecek kadar yiyen Xiao Zhan, acıktığını söylüyordu! Biraz önce göğsüne dolmuş ağrı, kendi vatanında, kendi evinde hissettiği gurbet soğukluğu, birden yuva sıcaklığıyla yer değiştirdi. İçini acıtan, yakıp kavuran, incitmeden sıcacık yapan, parçalara bölen, binlerce farklı sızıya göğsünde yer açan işte bu adamdı.

Babası annesinin yüzünü izlerken hep, dünya üstüne yıkılsa, tek parmağıyla doğrultmaya yetecek gücü varmış gibi huzurla gülümserdi. Zira öyleydi de, dünyaları üstüne yıkmışlar, o yine sevgiyle gülümsemişti. Fakat babasının dünyasını üstüne yıkmaya uğraşan annesi değildi ve hiç olmamıştı.


-

AY UMARIM GERİ DÖNDÜMMMMM ÇOK HEYECANLIYIM!!! GÖZÜNÜZE GÖNLÜNÜZE SAĞLIK ŞİMDİDEN <3<3 

CasusHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin