Bölüm 1

693 33 6
                                    

Gözlerini sonsuz gibi görünen bir beyazlığa açtı. Işık hızıyla ayağa kalkıp etrafına bakındı, nerede olduğunu anlamaya çalıştı. Sanki tüm renkler ona küsmüş gibi, nereye baksa tek bir renk görüyordu; beyaz. Farklı bir şeyler bulma ümidiyle birkaç adım attı. Bir süre sonra, hiçbir şey bulamamış, sürekli aynı renge bakmaktan başı dönmüş bir halde olduğu yere çöktü. Burada uyanmadan önce hatırladığı son şey, başında endişeli gözlerle ona bakan sarışın bir kızdı; Annabeth. "Neresi burası?" diye mırıldandı korkusunun gün yüzüne çıkmasına engel olamayarak. Olaysız bir günü olacak mıydı acaba? "Öldüm mü?" diye düşünmeye başladı. Bulunduğu yerin Yeraltı Dünyası olmadığını biliyordu, ama o Percy Jackson'dı, başına her an her şey gelebilirdi. "Henüz değil, Deniz'in Oğlu." Korku ve heyecan içinde arkasını döndü. Biraz ilerde, simaları hiç de yabancı olmayan üç kadın, bir koltuğa oturmuş, örgü örüyordu; Kader Tanrıçaları. Ortada oturan tanrıça, örgüsünü örmeye devam ederek sordu. "Neden burada olduğunu biliyor musun?" Percy kafasını salladı. Ancak tanrıçanın ona bakmadığını fark ederek konuştu. "Hayır." "Sen, çocuğum," diyerek konuşmaya başladı kadın. "Birçok can aldın, onlarca yaratığı Tartarus'un gazabına bıraktın, pek çok kişi tarafından lanetlendin. Gelip geçeceğini mi sanmıştın? Üstünde, bizim bile bilmediğimiz lanetler var, tedavisi olmayan, olsa da bilinmeyen... Sen, genç kahraman, ölüme herkesten yakın, bir o kadar da uzaksın." "Hımm, dur bak ne diyeceğim." Percy elini çenesine koyarak düşünüyormuş gibi yaptı. "Daha önce de bu durumda bulunmuştum, hem de pek çok kez." Örgü ören kadınlardan biri ona ters bir bakış fırlattı, az önce konuşmuş olan tanrıça da kafasını salladı. "Kendini beğenmiş kahramanlar gibi davranmamalısın, çocuğum. Pek çok kez bu durumda bulunmuş olabilirsin, ancak hala öğrenememişsin. Sen bir tanrının oğlusun, Poseidon'un oğlu, buna göre davranmayı bilmelisin. Senin canını acıtmak isteyenler her zaman olacaktır, Gaia ve Kronos da, onlardan sadece iki tanesiydi." Percy sakin olmaya çalışarak konuştu. "Dalga mı geçiyorsunuz?" Sinirden gülerek, ellerini boşlukta savurdu. "Siz, benimle dalga mı geçiyorsunuz?" Öfkelenmemeye çalıştı, iyi veya kötü, karşısındaki bir tanrıçaydı. Ancak bir tarafı hala karşı çıkmak istiyordu, Zeus bile onun çektiği zorluklara saygı gösterirken, bu kadına ne oluyordu? "Gökyüzünü taşıyıp, Tartarus'tan kurtulduğun için kendini güçlü mü görüyorsun, Jackson?" Percy, tanrıçaya ters bir bakış fırlattı. Karşılığında da hiç beklemediği bir şey gördü, kadın gülümsüyordu. "Yüreklisin... sevdiklerin için canını hiç düşünmeden feda edebilirsin..." Percy, bunun konuyla ne alakası olduğunu anlayamayarak biraz daha dikkatli dinlemeye başladı, konu ölümcül hatası oldu mu, içindeki merak duygusunun yayılmasına engel olamıyordu. "Evet, Deniz'in Oğlu. Belki senin yaşındaki bir ölümlüye göre iyi işler çıkardın. Ve artık bitmesini istiyorsun. Anlıyorum... Ancak, sana kötü bir haberim var. Henüz sonlanmadı, henüz değil." Percy, yarışmaya başlayacak bir koşucu gibi ellerini ovuşturdu ve umursamaz bir edayla konuştu. "Sırada ne var?" Tanrıça, oğlanın bunu inadına yaptığını biliyor, anlatmaya başladı. "Sen sözümü kesmeden önce, sana ölüm ile yaşam arasındaki o ince çizgiden bahsediyordum. O çizgi, Jackson, burası. Buradan sonra yapabileceğin iki şey var, Hades'e gitmek, ya da yaşama dönmek. Hangisini istiyorsun?" Percy ellerini suçlu olmadığını ifade etmek için havaya kaldırdı, telaşlıydı. "Şimşek falan çalmadım ben!" Karşısındaki kadının konuşmasını beklerken duyduğu sesle irkildi, şimdiye kadar hiç konuşmamış olan tanrıça, örgüsünü bırakıp onu azarlamıştı. "Sus da dinle, çocuk." "Tartarus'taki araileri hatırlıyor musun, Percy Jackson?" Nasıl unutabilirdi ki? Olumlu anlamda başını salladı yavaşça. "Onların da, benim de az önce söylediğim gibi, üzerinde tonlarca lanet var ve hepsi, birer birer gün yüzüne çıkmaya çalışıyorlar." Percy birden kendini, aklına getirmeye bile korktuğu o dipsiz çukurda buldu. Yanında, yüzü kıyafetleri kir içinde, yırtık ve saçları dağılmış bir Annabeth, ürkerek karşı karşıya oldukları tehlikeye bakıyor, git gide etraflarını çevreleyen iblisler ise bir yandan konuşuyor, bir yandan da pençelerini gösterip korkutucu olmaya çalışıyorlardı. O sesi ikinci kez duyduğunda, bir köşeye kıvrılıp saklanmak istedi. Tüm bu tanrılardan ve onların çocuğu olmanın getirdiği sorunlardan kurtulmak, o kadar cazip bir seçenekti ki... Seçim yap! Kampe gibi ezilerek mi öleceksin? Yoksa St. Helens Dapı'nın altında katlettiğin genç telekineler gibi buharlaşacak mısın? Etrafına o kadar çok ölüm ve acı yaydın ki Percy Jackson. Bırak da bunları sana ödetelim! Gözlerini ovuşturarak bu berbat anının hatırasından kurtulmaya çalıştı. Ancak buna anı bile diyemiyordu, sanki tekrar orada bulunmuş gibi hissetmişti. Bunun, tanrıçanın bir oyunu olup olmadığını merak etti. "Bu lanetler seni öldürüyor, Jackson. İçinde fırtınalar kopuyor, vücudun biraz daha fazla hayatta kalabilmek için çabalıyor, şimşekler çakıyor... Ancak bilirsin, fırtınalar gökyüzünde olur, ve gökyüzü, Deniz'e göre değildir..." Percy ne olduğunu anlamamak isteyen bir ifadeyle sordu. "Ne olacak peki?" "Ne mi olacak?" dedi kadın, ona yaklaşırken. "Uyuyacaksın," dedi baş parmağını Percy'nin alnına doğru uzatarak. "Uyuyacak ve bekleyeceksin. Sürekli hayalini kurduğun o normal hayatı yaşayabilecek misin, yoksa dayanıksız vücudunun, çektirdiği acıyı kaldıramayacak kadar güçsüz olduğunu fark edecek ve Hades'in yolunu mu tutacaksın? İyi bir uyku çek Jackson, kim bilir, belki de bu son rüyan olacak..."

To Die Is To LiveHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin