Son Söz

6.6K 231 18
                                    

Sabahattin Ali'nin talihsizliklerle örülü yaşamı, gizemli yönleri hala tam aydmlatılamamış trajik ölümü, sanatçı ruhunun tutkulu derinlikleri ile ülke gerçeklikleri karşısındaki toplumsal bilinci arasında kimi zaman kurabildiği uyumlu denge,kimi zaman da bireyin iç dünyasına eğilen şikayetçi, karamsarve melankolik bir ruhun patlamaları şeklinde kendini göstereniç derinliği, onu modern edebiyatımızın kolayca etiketlendirilemeyecek öncü yazarlarından biri olarak, çeşitli yönleriyle bugünyeniden, yeni bir edebiyat merceği altında incelenmeye değer kılmaktadır. Şimdiye dek çoğunlukla, oldukça kaba ve şematik bir yaklaşımla, hep Sait Faik ile birlikte, Türk öykü edebiyatınıniki karşıt eğiliminin temsilcileri olarak tanınmış ve tanıtılmıştır.Bu yaklaşım Sait Faik'i "bireyci", Sabahattin Ali'yi"toplumcu" etiketleriyle özetlemekte; pek tabii ki her ikisi degerçek ve güçlü edebiyatçı kimlikleriyle, bu sığ değerlendirmeyiçok aşmakta, hatta yapıtlarından çıkarılabilecek pek çok örnekleneredeyse geçersiz ve anlamsız kılmaktadırlar. 

Çağdaş öykü edebiyatımızın 50'li yıllardan bu yana ürünveren ustalarını da, birini Sabahattin Ali'nin, diğerini Sait Faik'intemsil ettiği iki farklı -neredeyse karşıt- çizgi üzerindegörme ve öyle değerlendirme eğilimi de, aynı sığ yaklaşımınbir sonucu olarak görülebilir. Kuşkusuz, edebiyatı edebiyat dışıalanların hizmetinde, ikincil bir "misyon" olarak kabul edenböylesi önyargılı bir yaklaşımla, yalnızca Sabahattin Ali ile SaitFaik değil, hiçbir gerçek yazar gereği gibi değerlendirilemez.   

Romanlarından çok öyküleriyle tanınmış olan SabahattinAli adına, ailesi tarafından 1980'li yılların başında kurulmuşolan ödül kurumu ne yazık ki uzun ömürlü olamadı. Seçici kurul üyelerinden biri olarak katılımcıların ürünlerini değerlendirme fırsatı bulduğum bu ödül, öykü dalının yanısıra incelemeve eleştiri dalında da özendirici olabilseydi, belki bugün bu değerli yazarımızı bize yeni bir ışık altında gösterecek ilginç çalışmalar derlenebilecekti. Kültür ve sanat alanlarında 80'li yıllardabaşlayan ve giderek tırmanan vurdumduymazlık, Türk edebiyat ortamından bu olanağı da esirgedi. Eserlerinin yenidenyayımlanması, yeni bir okur kuşağı için Sabahattin Ali'ninyeniden keşfedilmesi olanağını yaratabilirse, bu edebiyatımıziçin gerçek bir kazanç olacaktır. 

Kürk Mantolu Madonna (1943); Kuyucaklı Yusuf (1937) ve İçimizdekiŞeytan (1940) ile birlikte, Sabahattin Ali'nin roman tü­ründeki eserlerindendir. Belki, -kendisinin de yaptığı gibi—Kürk Mantolu Madonna'ya uzun hikaye (novella) demek dahadoğru olur. Ama kurgu ve yapı olarak hikayelerinden farklıolan bu eser, roman ya da uzun hikaye, Sabahattin Ali'nin yü­zeysel olarak "toplumcu yazar" etiketiyle özetlenmesinin temelsizliğinigösteren güçlü bir örnektir. Evet, o dünyaya ve hayatabakışı ile olsun, yaşamının çileli macerasını belirleyen yazgısı ile olsun, elbette toplumcudur. Eserlerinde bu bilincin yansımalarınaelbette rastlanmaktadır. Ama yazar olarak, yaşadığıve edebi eğilimler üzerinde etkisini sürdürdüğü dönemin, sınırlarıkalın çizgilerle belirlenmiş bir akımı içerisine hapsedilmesi ve orada tutulması, edebi kişiliğine karşı haksızlık olacaktır.   

Roman, İkinci Dünya Savaşı'nı önceleyen yıllarda yaşanmıştutkulu ve marazi bir aşkı eksen almakta, atmosferi ve yarattığıetki ile, ondokuzuncu yüzyıl Rus anlatı edebiyatının-özellikle de Dostoyevski ve Gogol'ün- çağrışımlarını taşımaktadır.Yazarın Berlin'de geçirdiği iki yıllık (1928-30) öğrencilikdöneminin esinlemiş olabileceği bu uzun öykünün ilk çeyreğinde,yeni bir işe giren bir küçük memurun; kendini, memuriyet yaşamının küçük ve dar dünyasını ve karşılaştığı hiç de ilginçbiri gibi görünmeyen bir başka küçük memuru -Raif efendiyi- tanıttığı neredeyse bütünden bağımsız gibi görünen bö­lüm yer almakta. Daha ilk satırlarda, bu anlatıcının, hiç de sıkrastlanmayan özellikleriyle Türk romanının çok özgün bir karakteriolan Raif efendiyi okura: 

"Şimdiye kadar tesadüf ettiğiminsanlardan bir tanesi benim üzerimde belki en büyük tesiri yapmış­tır. Aradan aylar geçtiği halde bir türlü bu tesirden kurtulamadım.Ne zaman kendimle baş başa kalsam, Raif efendinin saf yüzü, birazdünyadan uzak, buna rağmen bir insana tesadüf ettikleri zaman tebessüm etmek isteyen bakışları gözlerimin önünde canlanıyor.Halbuki o hiç de fevkalade bir adam değildi. Hatta pek alelade, hiçbir hususiyeti olmayan, her gün etrafımızda yüzlercesini görüp de bakmadan geçtiğimiz insanlardan biriydi. Hayatının bildiğimiz ve bilmediğimiztaraflarında insana merak verecek bir cihet olmadığı muhakkaktı.Böyle kimseleri gördüğümüz zaman çok kere kendi kendimizesorarız: 'Acaba bunlar neden yaşıyorlar? Yaşamakta ne buluyorlar?Hangi mantık, hangi hikmet bunların yeryüzünde dolaşıp nefes almalarınıemrediyor?'" cümleleriyle tanıtıyor. İlk 60 sayfalık bölümde,anlatıcının kendisinin de, tamı tamına böyle biri olduğu izleniminiediniyoruz.  

Romanın esas gövdesini oluşturan ikinci bölüm ise, bir Rus öyküsünden fırlamışa benzeyen ve o öykülerdeki anlaşılmaz hummalı hastalıklardan biriyle ölüm döşeğine sürüklenen Raifefendinin siyah kaplı bir deftere döktüğü tutkulu aşk hikayesi.20 Haziran 1933 tarihini atarak başladığı bu defterde Raif efendi,on yıl öncesine dönerek, Berlin'de bir resim galerisinde rastladığı bir kürk mantolu kadın portresinin ruhunda ateşlediğitutkuyu ve o portrenin ressamı ve modeli olan gizemli kadınlayaşadıklarını hikaye ediyor. 

Yazarı da etkilemiş olduğunu düşünebileceğimiz esin kaynağınailişkin bir ipucunu Raif efendinin defterindeki şu satırlardabulabiliriz sanıyorum: "Üzerimde en çok tesir yapanlar Rusmuharrirleriydi. Turgenyef'in koskocaman hikâyelerini bir defada sonunakadar okuduğum oluyordu. Hele bunlardan bir tanesi günlercesarsmıştı. Klara Miliç ismindeki bu hikâyenin kahramanı olan kız, oldukçasaf bir talebeye âşık oluyor, fakat buna dair hiç kimseye bir şeysöylemeden, böyle bir aptalı sevmenin hicabıyla, müthiş iptilasının kurbanı olup gidiyordu. Bu kızı nedense kendime pek yakın bulmuş­tum, içinden geçenleri söyleyememek, en kuvvetli, en derin, en güzeltaraflarını müthiş bir kıskançlık ve itimatsızlıkla saklamak cihetindenonu kendime benzetiyordum." 

Süslerden uzak, yalın, ama yine de anlatının özünü yansıtmayaçok elverişli görünen şiirli bir dille, sürükleyici bir 'tahkiye'ile kaleme alınmış olan bu defter, Türk anlatı edebiyatınınküçük ve zarif bir mücevheri gibidir. İlk basımı 1943 yılında yapılmışolan bu kitabı, altmış yıl sonrasının okuruna sunarken,dilinde ve anlatımında bir sadeleştirmeye gitmek gibi bir edebiyatbarbarlığından kaçınan yayınevini, edebiyata, yazara veokura saygısından ötürü kutlamak isterim. Genç okurların da,gerçek edebiyat zevkini ancak, Halit Ziya'lardan SabahattinAli'lere, onlardan günümüze uzanan, Cumhuriyet dönemi edebiyatımızın dil zenginliği ve lezzeti taşıyan bu yapıtlarını "aslından"okumakla tadabileceklerinin bilincinde olmaları, dünden bugüne düşen ışığın kaynaklarına ilgi göstermeleri kendikazançları olacaktır.

 Füsun Akatlı 

Şubat 2002  

Kürk Mantolu MadonnaHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin