3. Bölüm

3.6K 215 24
                                    


O akşam kumarhaneye girdiğimde dolu iki masanın önünden geçip üçüncü masaya yöneldim, birkaç altını elimde hazır tutuyordum ki, beklenmedik bir sessizlik oldu, sözcüksüz, gergin ve suskunluğun hâkim olduğu bu sessizlik, rulet topunun iki numara arasında gidip geldiği andır, işte tam o sırada karşıdan garip bir gürültü geldi, adeta kırılan bir kemiğin çatırtısı ve çatlaması gibi bir sesti. Gayriihtiyarı şaşkınlıkla karşıya baktım. Bir de ne göreyim, –gerçekten, korktum!– benzerini daha önce hiç görmediğim iki el, kızgın hayvanlar gibi birbirine kenetlenmiş sağ ve sol el birbirini öyle sert tutuyor ve sıkıyordu ki, parmakların eklemleri, kırılan ceviz gibi sesler çıkarıyordu. Ender güzellikte ellerdi bunlar, olağanüstü uzun, olağanüstü ince, buna rağmen adaleliydi – bembeyazdı, parmak uçlarındaki tırnaklar ise zarif bir şekilde yuvarlatılmış sedef gibiydiler. Bütün akşam bu ellere baktım –evet, bu olağanüstü, eşsiz ellere–, fakat bu ellerin beni öncelikle korkunç derecede şaşırtan yanı tutkularıydı, anlaşılmaz tutkulu ifadeleri, birbirleriyle güreşmeleri ve birbirlerini tutuşlarıydı. Bu ellerin sahibi tutku dolu biriydi, hemen anlamıştım, tutkusu kendi benliğini paramparça etmesin diye parmak uçlarında toplanmıştı. İşte şimdi... topun, tok bir sesle deliğin içine yuvarlandığı ve krupiyenin kazanan sayıyı söylediği saniyede... işte o saniyede birdenbire her iki el aynı kurşunla yere serilmiş iki hayvan gibi birbirinden ayrıldı. Yere yığıldı, ikisi birden, bitkin değildi, gerçekten ölmüştü; yere düşüşlerinde öyle hakiki bir ifade, bitkinlik, hayal kırıklığı, çarpılmışlık ve yıkım vardı ki, sözcüklerle anlatmam imkânsız. Her adalenin bir ağız olduğu ve tutkunun neredeyse gözeneklerden fışkırdığı hissedilen böylesi konuşan elleri, o güne kadar görmemiştim, o günden sonra da hiç görmedim. Bir an her ikisi de yeşil çuhanın üstünde, karaya vurmuş denizanaları gibi yığılıp kaldı, yamyassı ve ölü. Sonra ellerden biri, sağ el güçlükle parmak uçlarının üzerinde doğrulmaya çalıştı, titriyordu, geri çekildi, kendi çevresinde döndü, sendeledi, bir daire çizdi, sinirli sinirli aniden bir jeton aldı ve başparmağıyla işaretparmağı arasında küçük bir tekerlek gibi kararsız bir şekilde yuvarladı. Derken birdenbire sırtını kabartan bir kedi gibi eğilip panter gibi yüz franklık jetonu siyah zeminin ortasına fırlattı, ne fırlatması, tükürdü demek daha yerinde olur. Derken birden bir sinyale karşılık verirmiş gibi hareketsiz ve yumuşak sol el de harekete geçti, doğruldu, jetonu fırlatmaktan yorulmuş ve titreyen kardeşi sağ ele sokuldu, deyiş yerindeyse sürüne sürüne yaklaştı; şimdi her ikisi de ürpermiş halde yan yana duruyordu, her ikisi de donma nöbetine yakalanmış bir insanın birbirine çarpan dişleri gibi sessizce masaya vuruyordu – hayır, böyle olağanüstü bir şekilde konuşan ifadeye sahip elleri daha önce hiç görmemiştim, heyecan ve gerilimi bu denli dışa vuran böyle elleri görmemiştim. Bu kubbeli mekânda salonlardan yükselen sesler, krupiyelerin pazarcılar gibi bağırışları, insanların bir o tarafa bir bu tarafa gidip gelmeleri, yükseğe fırlayıp döndükten sonra yuvarlanarak düz ahşap hücresine sıçrayan top – parıldayan, vızıldayan ve insanın sinirlerine nüfuz eden tüm bu şeyler, titreyen, nefes alan, soluk soluğa kalan, üşüyen, ürperen ve benim büyülenmiş gibi bakakaldığım ellerin yanında birdenbire ölmüş, kaskatı kalmıştı sanki.

Ancak sonunda daha fazla dayanamadım, bu büyülü ellerin sahibini, yüzünü görmeliydim, tedirgindim –evet, gerçekten tedirgindim, çünkü bu ellerden korkuyordum!–, bakışlarımı yavaş yavaş kollara, dar omuzlara doğru kaldırdım. Ve yine korkuyla sarsıldım, çünkü bu yüz de tıpkı eller gibi zaptedilmez, büyüleyici bir dil konuşuyordu, aynı korkunç ısrarlı ifadenin yanı sıra yumuşak, neredeyse kadınsı bir güzelliğe sahipti. O güne kadar böylesi bir yüz görmemiştim. Ben de bu yüzü, bir maskeye, gözleri olmayan bir heykele bakar gibi rahat rahat inceleme fırsatı bulmuştum: Bu kendini kaptırmış göz, bir saniye olsun ne sağa ne de sola dönüyordu, gözbebeği ardına kadar açılmış, gözkapaklarının altında belli bir noktaya dikilmiş, siyah, ölü bir cam bilye gibi duruyordu, ruletin yuvarlak küçük kutusunda deli gibi zıplayan koyu mor renkteki diğer topun ışıldayan yansıması gibiydi. Yine söylüyorum, böyle gergin, böyle büyüleyici bir yüz daha önce hiç görmemiştim. Genç, yaklaşık yirmi dört yaşında bir delikanlının yüzüydü bu; ince, zarif, biraz da uzunca ve ifade dolu bir yüzdü. Tıpkı elleri gibi tam erkeksi değildi, aksine tutkuyla oyun oynayan bir erkek çocuğunun yüzüydü – fakat tüm bunları çok sonra fark ettim, çünkü o anda bu yüz, hırs ve cinnet ifadesinin arkasında kaybolmuştu. İnce ve aç kurtlar gibi açılmış ağzının arasından dişlerinin yarısı görünüyordu: On adım öteden dişlerin nasıl da ateşli ateşli birbirine vurduğu ve dudakların hareketsiz ve açık kaldığı görülüyordu. Açık renkli saçlarından bir tutam alnına yapışmıştı, bedeni sanki düşecekmiş gibi öne doğru iyice eğilmişti, derisinin altında küçük dalgalar hareket ediyormuş gibi burun deliklerinin etrafında sürekli kımıldanmalar vardı. Öne eğdiği başı, farkında olmadan gittikçe daha da öne eğiliyordu, küçük topun girdabına kapılmış gibi; işte o zaman ellerini niçin kramp girmiş gibi bastırdığını anladım: Öne eğilmiş bedenini, ancak ellerini bu şekilde bastırarak, ancak bu kramp sayesinde dengede tutabiliyordu. Bugüne kadar hiç –hep tekrar etme gereğini duyuyorum– tutkunun böyle açık, böyle hayvani, böyle fütursuzca, böyle çırılçıplak olarak ortaya çıktığı bir yüz görmedim ve gözlerimi diktim bu yüze... nasıl onun bakışları dönen topun sıçramasından ve zıplamasından başka bir şey görmüyorsa, ben de büyülenmiş gibi onun yüzünden başka bir şey görmüyordum. O andan itibaren salondaki hiçbir şeyi fark etmez oldum, her şey donuk, bulanık ve silik görünüyordu, bu yüzdeki ateşin dışında kalan her şey bana karanlık geliyordu, diğer tüm insanları bir yana bırakarak belki de bir saat boyunca sadece bu adamı ve hareketlerini izledim. Krupiye, açgözlü ellerine doğru yirmi altını sürdüğünde, gözlerinde göz kamaştırıcı bir ışık parladı, kramp girmiş gibi yumruk halindeki elleri açıldı ve titreyen parmakları birbirinden ayrıldı. Tam o anda yüzü birdenbire aydınlandı ve gençleşti, kırışıklıklar kayboldu, gözleri parlamaya başladı, öne doğru eğilmiş bedeni doğrulup dikleşti – zafer duygusunun rahatlığını taşıyan bir binici gibi oturmaya başlamıştı ansızın; parmakları, paraları kibir ve aşkla şakırdatıyor, dans ettiriyor ve oynatıyordu. Sonra başını yine endişeyle çevirdi, doğru izi bulmak için etrafı koklayan genç bir av köpeği gibi yeşil masayı kolaçan etti ve ani bir hareketle elindeki tüm altın paraları karelerden birinin üzerine koydu. Derken yine sabırsız bekleyiş ve gerginlik başladı. Yine dudaklardan elektriklenmiş gibi titreyen dalga hareketleri ilerledi, eller yine kramp girmiş gibi kasıldı, çocuksu yüzü şehvetli bekleyişin ardında kayboldu ve tüm bunlar titreşen gerginlik, birdenbire patlak veren hayal kırıklığı ile birbirinden ayrılıncaya kadar sürdü. Biraz önce küçük bir çocuğunki gibi heyecanlı olan yüz soldu, sarardı ve yaşlandı, gözler parlaklığını ve ışığını kaybetti ve tüm bunlar topun yanlış sayıda durduğu birkaç saniye içinde oldu. Kaybetmişti: Birkaç saniye gözlerini dikti, neredeyse hiçbir şeyi anlamıyormuş gibi aptalca baktı; fakat krupiyenin kırbaç gibi şaklayan seslenişiyle parmakları yine birkaç altın para çıkardı. Ancak güvenini kaybetmişti, paraları önce bir yere, sonra fikir değiştirip başka bir yere koydu, o sırada top dönüyordu, derken titreyen eli ani bir duyguyla, buruşuk iki banknotu daha kareye koydu.

Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört SaatHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin