4. Bölüm

1.2K 54 2
                                    


Mösyö de Chessel bu kez içten olduğuma inandı, bana övücü bakışlarla baktı. O akşam bu çatının altında kalmam kesinleşince, bir ölümsüzlüğe erdim sanki. Çoğu mutsuz varlıklar için, yarın anlamdan yoksun bir sözcüktür, ben de yarına hiç mi hiç inanmayanlardandım o sırada; önümde birkaç saatim olunca, bu süreye hazlarla dolu, koca bir yaşamı sığdırıyordum. Madam de Mortsauf, bölgeye, ürünlere, bağlara ilişkin, yabancısı olduğum bir konuşmaya girişti.

Bir ev hanımının böyle davranması, ya ondaki görgü yokluğunu ya da böylelikle konuşmanın dışında bıraktığı kişiye duyduğu karşı hoşgörüyü gösterir; ama Kontes ne yapacağını bilemediği için böyle yaptı. İlkin bana bile bile çocukmuşum gibi davrandığını sandım, otuz yaşındaki insanların Mösyö de Chessel'e komşusuyla benim hiçbir şey anlamadığım ciddi konular üzerinde konuşmasını sağlayan ayrıcalığını kıskandım, her şeyin onun için olduğunu düşünerek kızdım, orası öyle, ama, birkaç ay sonra, bir kadının susuşunun ne denli anlamlı olduğunu, dağınık bir konuşmanın ne düşünceler gizlediğini anladım.

Önce koltuğumda, rahat oturmaya çalıştım; sonra kendimi Kontes'in sesini dinlemenin büyüsüne bırakarak durumumun üstünlüklerini kavradım. Ruhunun soluğu, bir flütün anahtarları altında bölünen ses gibi, hecelerin kıvrımlarında yayılıyordu; kulakta dalgalana dalgalana sona eriyor, kanı hızlandırıyordu. "İ" ile biten sözcükleri söyleyişi, bir kuş ötüşü izlenimi bırakıyordu; onun ağzından çıkan "ş" okşayış gibiydi, "t"leri söyleyişi yüreğin zorbalığını belli ediyordu. Böylece, haberi bile olmadan, sözcüklerin anlamını genişletiyor, ruhu insanüstü bir dünyaya götürüyordu. Kaç kereler, bitirebileceğim bir tartışmayı uzun zaman sürdürdüm! Kaç kereler, insan sesinin bu konserlerini dinlemek için, dudağından ruhuyla dopdolu çıkan havayı içime çekmek için, bu konuşulan ışığı, kontesi göğsüme bastırırcasına, coşkuyla kucaklamak için, haksız yere azarlattırdım kendimi! Gülebildiği zamanlarda ne sevinçli kırlangıç türküsüydü o! Ama kederlerinden söz açtı mı eşlerini çağıran kuğunun türküsüne ne çok benziyordu! Kontes'in dikkatsizliğinden yararlanarak kendisini inceledim. Bakışım güzel konuşucunun üzerinde kayarak tam bir şölen yaşıyor, belini sıkıyor, ayaklarını öpüyor, saçının kıvrımlarında oynuyordu. Bununla birlikte, yaşamlarında gerçek bir tutkunun sonsuz sevinçlerini duymuş olanların iyi anlayacakları bir büyük korkunun pençesindeydim. Gözlerimin omuzlarının öylesine ateşle öptüğüm yerine takılı olduğu bir sırada beni yakalayıverecek, diye ödüm kopuyordu. Bu korku büsbütün baştan çıkarıyordu beni, kapılıp gidiyordum, bakıyordum omuzlarına! Gözlerim kumaşı yırtıyor, sırtı ikiye ayıran güzel çizgilerinin başladığı yeri belirten ben, o süte düşmüş sinek, gözlerimin önüne geliyordu, balodan beri her akşam, karanlıklarda, içlerinden düşleri ateşli, yaşamları alabildiğine arı delikanlıların uykularının akar gibi olduğu karanlıklarda parıldayıp duruyordu bu ben.

Nerede olursa olsun, bakışların Kontes'e çevrilmesine yol açabilecek başlıca hatlarını çizebilirim size; ama en doğru resim, en sıcak renk bile onun hiçbir şeyini belirtemez. Onun yüzü şu benzerliği, iç ateşlerin yansımasını fırçayla vermesini bilen, bilimin yadsıdığı, sözcüklerin anlatamadığı, ama bir âşığın gördüğü şu ışıklı buğuyu vermesini bilen bir elle çalışan, bulunmaz ressamı gerektiren yüzlerdendi. İncecik, sarı saçları sık sık rahatını kaçırıyordu, bu rahatsızlıklara da hiç kuşkusuz kanın sık sık başa sıçraması neden oluyordu. Mona Lisa'nın alnı gibi çıkık, yuvarlak alnı, belirtilmemiş düşüncelerle, içe atılmış duygularla, acı sularda boğulmuş çiçeklerle dolu gibiydi. Üzerlerine kahverengi noktalar serpilmiş, yeşilimsi gözleri hep solgundu; ama, çocukları söz konusu oldu mu, boyun eğmiş bir kadının yaşamında ender rastlanan şu ateşli sevinç taşkınlıklarından birine uğradı mı, yaşamın kaynaklarında tutuşup onları kurutacakmış gibi görünen bir yüce ışık saçıyordu gözü; beni korkunç horgörüsüyle ezdiği zaman gözlerimden yaşlar boşandıran ışıktı bu, en korkusuzlara bile baş eğdirten ışıktı. Bir çift eğriyle zarif kıvrımlı dudaklara bağlanan, Phidias'ın elinden çıkmış izlenimini veren bir Yunan burnu, ince yüzünü ruhsallaştırıyor, yüzünün ak kamelyaların dokusunu andıran rengi, yanaklarda güzel pembeliklerle kızarıyordu. Dolgunluğu ne belinin güzelliğini ne de kimi çizgilerinin güzelliğini sürdürmek için istenerek elde edilmiş yuvarlaklığı bozuyordu. Beni büyüleyen göz kamaştırıcı gömülerin kolla birleşirken hiçbir kıvrım oluşturmadığını öğrenirseniz, bu kusursuzluk türünün ne olduğunu anlarsınız. Başının alt yanında, bazı kadınların ensesini ağaç gövdelerine benzeten o çukurlardan iz bile yoktu, kasları hiç de öyle damar damar durmuyor, hatları her yanda, fırça için olduğu kadar, gözler için de umut kırıcı kıvrılışlarla yuvarlaklaşıyorlardı. İncecik tüyler yanakları boyunca ilerleyip sona eriyor, boynun çıkıntılarında güneşi tutuyor, onu aralarında ipekleştiriyorlardı. Ufak, biçimli kulakları, kendi deyimiyle, tutsak anne kulaklarıydı. Sonraları, gönlüne yerleştiğim zaman, oldukça uzak sesleri duyabilmekle birlikte, ben daha hiçbir şey işitmezken, o, "İşte Mösyö de Mortsauf geliyor!" der ve dediği çıkardı. Kolları güzeldi, bükük parmaklı elleri uzundu, teni, ilkçağ heykellerindeki gibi, incecik kenarlı tırnaklarını aşardı. Bir "istisna" olmasaydınız, düz belleri yuvarlak bellerden üstün tutup sizi kızdırırdım. Yuvarlak bel bir güç belirtisidir, ama belleri böyle olan kadınlar kibirli, istemlidirler; sevgiden çok şehvet vardır onlarda. Düz belli kadınlar, tam tersine, sadıktırlar, inceliklerle doludurlar, içliliğe eğilim gösterirler; ötekilerden daha çok kadındırlar. Düz bel çeviktir, yumuşaktır, yuvarlak bel bükülmez ve kıskançtır. Şimdi yapısının nasıl olduğunu biliyorsunuz. Herkesin aradığı türden bir kadının ayaklarıydı ayakları, şu az yürüyen, çabucak yorulan, giysinin altından çıkınca gözü sevindiren ayaklardan. İki çocuk anasıydı, ama onun kadar genç kız izlenimi bırakan hiç kimseye rastlamadım kadınlar arasında. Görünüşünde bir çeviklik belirtisi vardı, buna da bilmiyorum nasıl bir şaşkınlık, bir dalgınlık eklenmişti, ressam bizi nasıl dehasının bir duygular dünyasını belirttiği resme çekerse, o da öyle kendisine çekiyordu insanı. Hem onun gözle görülür nitelikleri ancak benzetmelerle belirtilebilir. Villa Diodati'den gelirken kopardığımız o fundanın, karası ile pembesini öylesine övdüğünüz o çiçeğin arı, yabansı kokusunu düşünün; bu kadının insanlardan uzakta ne denli zarif, konuşurken ne denli doğal, kendisinin olan şeylerde ne denli özenli olduğunu, aynı zamanda hem kara, hem pembe olduğunu anlarsınız. Bedeninde yeni açılmış yaprakların hayranlık veren yeşilliği, aklında yabanıl insanın derin sadeliği vardı; duyguda çocuk, acıda ağırbaşlıydı, şato hanımıydı, genç kızdı. Bunun için hiç yapmacığa kaçmadan, oturuşuyla, kalkışıyla, susuşuyla ya da bir sözcüğü söyleyişiyle hoşa gidiyordu. Genellikle içine kapanıktı, herkesin rahatı kendisine bağlı olan, felaketi gözetleyen bir nöbetçi gibi dikkatliydi, bazı bazı gülümsediği oluyor, gülümsemeleri yaşamın gerektirdiği tavır altında kefenlenmiş, güleç bir yaradılışı ortaya koyuyordu. Şuhluğu gizlem olmuştu, kadınların kışkırttıkları çapkın dikkati uyandıracak yerde, düşlere daldırıyor, ilk zamanlardaki ateşli yaradılışını, ilk mavi düşlerini sezdirtiyordu, bulutlar arasından gökyüzünün görülüşü gibi. Bu istemdışı belirme, isteklerin ateşiyle kurumuş bir damla iç gözyaşını duymayanları düşüncelere gömüyordu. Devinilerinin, hele bakışlarının (çocukları bir yana, hiç kimseye bakmıyordu) seyrekliği, bir açılmayla onurlarını tehlikeye koyan kadınların o anda bürünmesini bildikleri hava içinde bir şey yaptı mı, bir şey söyledi mi, yaptığı, söylediği şeye inanılmaz bir büyüklük kazandırıyordu. O gün, Madam de Mortsauf'un üzerinde çok çizgili bir giysi, geniş kenar baskılı bir yakalık, kara bir kuşak, aynı renkte de ayakkabılar vardı. Başının üzerinde sadelikle bükülmüş saçları, bir sedef tarakla tutturulmuştu.

Vadideki ZambakHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin