7

360 37 1
                                    

Ama konumuza dönelim. Aphra Behn yazı yazarak da para kazanılabileceğini kanıtladı, belki bazı hoş niteliklerin feda edilmesi pahasına ve böylece yavaş yavaş yazmak, sadece saçma sapan bir iş ya da oyalanan zihnin bir işareti olmakla kalmadı pratikte de önem kazandı. Bir ailede koca ölebilir ya da ailenin başına bir felaket gelebilirdi. On sekizinci yüzyıl ilerlerken yüzlerce kadın, çeviri yaparak ya da ders kitaplarında bile artık yer almayan, ama Charing Cross Yolu'ndaki ucuza kitap satılan kutularda bulunabilen çok sayıda kötü kitapları yazarak harçlıklarına para eklediler, ya da ailelerini kurtardılar. On sekizinci yüzyıl sonlarına doğru kadınların zihinlerini aşırı çalıştırmalarının –konuşmalar, buluşmalar, Shakespeare üzerine yazılar yazmalar, klasiklerin çevirisi– temelinde, yazı yazarak para kazanabilecekleri gerçeği yatıyordu. Bedeli ödenmedikçe önemsiz sayılan şeye, para saygınlık kazandırıyordu. 'Bir şeyler karalamak için kaşınan entelektüel kadın'a hâlâ dudak bükülüyordu belki, ama o kadınların cüzdanlarına para koyabildikleri de yadsınamıyordu. Böylece, on sekizinci yüzyıl sonlarına doğru bir değişiklik meydana geldi, tarihi yeniden yazıyor olsaydım bu değişikliği daha ayrıntılı anlatır ve onun Haçlı Seferleri'nden ya da Güller Savaşı'ndan daha önemli olduğunu düşünürdüm. Orta tabaka kadınları yazmaya başlamışlardı. Gurur ve Önyargı'nın bir önemi varsa, Middlemarch'ın, Villette'in ve Uğultulu Tepeler'in bir önemi varsa, o zaman sadece kırdaki evine kapanıp yaprakların ve hayranlarının arasında oturan yalnız aristokratın değil, genelde kadınların yazı yazmaya başlaması, benim bir saatlik konferansta kanıtlayabileceğimden çok daha fazla önem taşımaktadır. Bu öncü kadınlar olmasaydı Jane Austen ve Brontë'ler ve George Eliot da yazamazdı, tıpkı Marlowe olmadan Shakespeare'in, Chaucer olmadan Marlowe'un ya da önden giden ve dilin doğal vahşiliğini ehlileştiren bütün o unutulmuş şairler olmadan Chaucer'ın da yazamayacağı gibi. Çünkü başyapıtlar tek başlarına ve başkasının yardımı olmadan doğmazlar; yıllar süren, insanlarla bir arada olmakla gelişen ortak düşüncenin sonucudurlar, böylece kitlenin deneyimleri bir tek seste birleşir. Jane Austen, Fanny Burney'in mezarının üzerine bir çelenk koymalıydı, George Eliot da Eliza Carter'ın iri gölgesine saygılarını sunmalıydı – sabah erkenden uyanıp Yunanca çalışabilmek için karyolasına çıngırak takan o cesur yaşlı kadına. Kadınlar birleşip Aphra Behn'in –rezillik ama çok da uygun düşüyor– Westminster Katedrali'ndeki mezarına çiçekler serpmeliler, çünkü akıllarındakileri söyleme hakkını onlara kazandıran odur. Bu gece sizlere, 'Aklınızı kullanıp yılda beş yüz pound kazanın' dememi pek olağanüstü kılmayan da –karanlık ve cilveli biriydi o– odur.

                 Böylece on dokuzuncu yüzyılın başına gelmiş olduk. Ve ilk kez burada, kadınların yapıtlarına ayrılmış pek çok raf buldum. Ama gözlerimi onların üzerine gezdirirken, birkaçı dışında neden hepsi roman diye sormaktan kendimi alamadım. Kadınların ilk içgüdüleri şiire yönelikti. 'Şiirin yüce önderi' bir kadın şairdi. Hem Fransa'da hem İngiltere'de kadın romancılardan önce kadın şairler çıkmıştır. Üstelik, diye düşündüm, dört isme bakarken, George Eliot'la Emily Brontë'nin ortak yönleri neydi? Charlotte Brontë, Jane Austen'ı hiç anlayamamış değil miydi? Büyük olasılıkla bu kadınların hiçbirinin çocuğu olmamasını bir kenara bırakırsak, bunlardan daha uyumsuz dört karakterin bir odada bir araya gelmeleri mümkün değildi, dolayısıyla bir toplantı yapmak, aralarında diyaloğa girmelerini sağlamak çok kışkırtıcı bir fikirdi. Tuhaf bir güç, onları roman yazmaya itmişti. Mesele orta tabakada doğmuş olmak mı acaba, diye sordum; ve Miss Emily Davies'in kısa bir süre sonra çarpıcı bir şekilde gösterdiği gibi orta tabakadaki ailelerin sadece bir tek oturma odasına sahip oldukları gerçeği mi? Bir kadın yazacaksa, herkesin kullandığı oturma odasında yazmak zorundaydı. Miss Nightingale'in şiddetle yakındığı gibi –'kadınların kendilerine ayıracak yarım saatleri yok'–, yazarken araya hep bir şey giriyordu. Yine de böyle bir durumda şiir ya da oyun yazmaktansa düzyazı ve kurmaca yazmak daha kolaydı. Daha az dikkat gerektiriyordu. Jane Austen ölene kadar bu koşullarda yazmıştı. 'Bütün bunları nasıl becerdiği,' diye yazmıştır, yeğeni anılarında, 'çok şaşırtıcı, çünkü kendine ait bir çalışma odası yoktu, çalışmalarının büyük kısmını herkesin kullandığı oturma odasında yapmış olmalı, oysa orada işini bölecek her türlü şey oluyordu. Ne yaptığını ailesi dışındaki kişilerin, hizmetkârların ya da konukların fark etmemesine özen gösteriyordu.(14) Jane Austen elyazmalarını saklıyor ya da üstlerine bir kurutma kâğıdı kapatıyordu. On dokuzuncu yüzyıl başlarında bir kadının edebiyat konusunda alabileceği bütün eğitim, kişilik gözlemi, duygu çözümlemesinden ibaretti. Onun duyarlılıkları yüzyıllar boyunca ortak kullanılan oturma odasındaki etkilenimlerle eğitilmişti. İnsanların duyguları onun üzerinde iz bırakmıştı; kişisel ilişkiler hep gözlerinin önünde cereyan ediyordu. Bu nedenle, adını verdiğim dört ünlü kadından ikisinin doğasında roman yazmak olmadığı yeterince aşikâr olmasına rağmen orta tabakadan bir kadın yazmaya başladığında, doğal olarak roman yazıyordu. Emily Brontë manzum oyunlar yazmalıydı; George Eliot'ın yetenekli zihni iyice açılıp yayıldığı sırada tarih ve biyografide kullanmalıydı yaratıcı içgüdülerini. Oysa roman yazdılar; daha da ileriye gidebiliriz, diye düşündüm, raftan Gurur ve Önyargı'yı alırken, iyi romanlar yazdıklarını söyleyebiliriz. Böbürlenmeden ya da karşı cinsi incitmeden, Gurur ve Önyargı'nın iyi bir roman olduğunu söyleyebiliriz. Ne olursa olsun, Gurur ve Önyargı'yı yazarken yakalanmaktan utanmazdı insan. Yine de bir menteşe gıcırdadığında memnun oluyordu Jane Austen, odaya kimse girmeden elyazmasını gizleyebiliyordu. Jane Austen'ın gözünde, Gurur ve Önyargı'yı yazmanın ayıplanacak bir yanı vardı. Acaba, diye düşündüm, Jane Austen elyazmasını, eve gelen konuklardan gizleme gereğini duymasaydı Gurur ve Önyargı daha iyi bir roman olabilir miydi? Anlamak için bir-iki sayfa okudum; ama içinde bulunduğu koşulların çalışmasına en ufak bir zarar verdiğine işaret eden bir şeye rastlamadım. Belki de bu işteki asıl mucize buydu. İşte 1800'de bir kadın kin duymadan, umutsuzluğa kapılmadan, korkmadan, itiraz etmeden, öğüt vermeden yazıyordu. Shakespeare de böyle yazmıştı, diye düşündüm, Antonius ve Kleopatra'ya bakarken; insanlar Shakespeare ile Jane Austen'ı karşılaştırırlarken her ikisinin zihninin de, kendilerini engelleyecek her şeyi tükettiğini söylemek istemiş olabilirler; bu nedenle de biz Jane Austen'ı tanımıyoruz ve Shakespeare'i tanımıyoruz ve bu nedenle Jane Austen yazdığı her kelimeyi sindiriyor, Shakespeare de aynısını yapıyor. Eğer Jane Austen içinde bulunduğu ortamdan rahatsız idiyse, bu ancak uymak zorunda olduğu kısıtlı yaşam yüzünden olabilirdi. Bir kadının tek başına sokağa çıkması olanaksızdı. Asla seyahate çıkmadı; asla Londra'da bir otobüsle dolaşmadı ya da tek başına yemek yemedi bir dükkânda. Ama belki de elinde olmayanı istememek Jane Austen'in doğasında vardı. Yeteneği ve bulunduğu ortam birbiriyle tamamen uyuşuyordu. Ama aynı şeyin Charlotte Brontë için geçerli olduğundan kuşkuluyum, dedim, Jane Eyre'i açıp Gurur ve Önyargı'nın yanına koyarken.

Kendine Ait Bir OdaHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin