On İkinci Bölüm

789 28 3
                                    

Yağmur ince, soğuk, oradan buradan küçük heyecanla koşuşan rüzgârların elinde çırpınarak, inatçı, işkence ile düşüyordu. Bir kış yağmuru denilecek inat, renksizlik, neşesizlik vardı. İnce potinlerini yumuşatıp ezen çamurlar içinde orada burada birikmiş sulara batarak, gömleğinin, fesinin ıslanmasından habersiz hatta dünyadan habersiz görünüyor, öyle yürüyordu. Ondan başka bir şey görmüyor, ondan başka bir şey işitmiyordu. O sözü söylemek için Suad başını kaldırdığı zaman, bakışında o kadar perişan ve şefkatli bir af damlası, o kadar masum bir merhamet titremesi vardı, öyle bir çekicilik ve rica ile nur doluydu ki nereye baksa o gözleri, hiçbir yere bakmasa yine onları, kendi sefaletine merhametini, ondaki o çekingen ifadeyi, o affı görüyorum zannediyordu. Ve bu bakışlarla o söz ona, büyük, kelimelerin anlamının üstünde heybetli, manalarla geliyordu. O kadar derin bir mutlulukla hissediyordu ki, her şeyi artık onu göremeyeceğini bile unutarak: "Ah benden nefret etmesin, beni sevsin de..." diye bunu her şeye bedel bir mutluluk görüyordu. Bu, bütün ruhî ihtiyaçlarına yetiyordu.

"Ah seviyor, seviyor!" diye tekrarlayarak, her düşüncesini bu sözlerle keserek yürüyordu. Vapur başına gelmişti. "Vakit var." dediler. Orada duramadı, hareket lazımdı. Sarıyer'e kadar yürümeyi tercih etti. Tekrar yağmura girdi. Karşıdan görenler, ıslanmış, fesinin püskülü bozulmuş, çamura bulanmış bu gence hayretle bakıyorlardı. İskeleye geldiği zaman vapur henüz geliyordu. Biletçiye bir mecidiye attı, o soruyordu: "İstanbul mu?" "Evet" dedi. Fakat nereye gidiyordu, bilmiyordu. O bir şey biliyor, bir şey görüyordu: Suad ondan nefret etmiyor, onu seviyordu. Evet seviyordu. Buna artık inanmıştı. İşte hâlâ gözünün önünde o bakışı görüyordu.

Yağmur altında güvertede dolaşırken vapur Büyükdere'yi geçip Tarabya'ya geldi İskeleyi görünce hatırladı, döndü. Buradan Pazarbaşı, yağmur bulutu altında pek yakın görünüyordu. Ve kendini o kadar mutlu eden kadının şimdi orada olduğunu, orada nefes aldığını düşünmek onu mutlu etti. Ah, dünya ne güzel yarabbim! Dünya ve hayat ne kadar güzeldi ve iyiydi. Yağmur? Ama yağmurun ne önemi vardı? İnsan mutlu olduktan, sevdikten, sevildikten sonra her şey boştu. Sade aşk, ah, sade bir Suad vardı!..

Ve sürekli oraya, ona karşı oturup oraya bakmak, sanki daima onu görmek, daima onu düşünmek, o kadar sonsuz bir ferahlık veriyordu ki, birden aklına gelen şeyle büyülenmiş olarak Tarabya'ya çıktı. Oradaki arabalardan birine binmek aklına gelmediği hâlde, arabanın binecekmiş gibi önüne geçmesi üzerine atladı. "Otele" dedi. Orada bulundukça sürekli Suad'ın yanında, onun yüzünde yaşayacaktı. Belki oraya bakarken Suad da otele bakmış bulunurdu. O zaman bakışlar birbirine ulaşırdı.

Otel, bu eylül yağmurunun hapsettiği müşterilerle kalabalıktı. Gösterilen odaya geçip elbisesinin ne hâlde olduğunu garsonun uyarısıyla anlayınca elbise ihtiyacını gördü. Bir kısım elbisesi Yenimahalle'de, diğerleri evdeydi. Onları aldırmak zorunda kaldı. Ve bunun için girişim yaparken bunları kendine ait şeyler değilmiş gibi yapıyordu. Aşağı, salona indiği zaman kadın erkek on on beş kadar konuktan bazılarını gazetelerine dalmış, diğerlerini de masa başında oyunla, sohbetle meşgul gördü. Otelin defterinde otuz kadar isim vardı. Hâlbuki koridorlarda dairelerin boş olmadığı, oralardaki sohbetlerden anlaşılıyordu.

Fakat o, bir köşeye çekilmiş, sadece kendi fikirlerine dalmış kaldı. Ve akşam, otelin bütün halkı yemek vakti camlı salona geçtiği zaman o yine hepsinden ayrı bir kenardaki küçük masada yalnızdı. Başka zamanlardaki gibi özellikle vapurlar ve otellerde çıkan bin fırsatla yakınlaşmaya çalışacağına yalnız, Suad'la kalmayı tercih etti. Çünkü ondan ayrılamıyordu. Sürekli onunla beraberdi. Bu kalabalık içinde bazıları gerçekten eşsiz birkaç kadına ve bunların etrafında pervane gibi dolaşan genç, hatta bazıları zarif erkeklere, yukardan bakarak: "Hayat, bu mu?" diyordu. Hayır, kimse onun kadar sevmemiş ve sevilmemişti. Bu aşk, bu oyunların yanında o kadar tehlikeli, o kadar büyük, o kadar feci bir şeydi ki, tam anlamıyla işte bu aşktı. Ve bunlar, böyle ihtiyaç ve sebeplerle değil, bir taklit ile sanki görenekle aşk oyunu oynuyorlardı. Bu şimdi şuna, biraz sonra buna aynı tebessümle söz söyleyen, hangisine daha içten ve eğimli olduğunu ne o, hatta ne de kendisi bilemeyen şu Amerikalı, şu muhteşem kadın... Ah Suad'la onu kıyasladıkça öyle sonsuz mutluluklar hissediyordu, onun tarafından öyle bir cinayetle beraber sevilmek fikrine, bu kadar imkânsızın susturamayacağı ve yok edemeyeceği kadar kuvvetli ve tehlikeli bir aşkla sevilmek güvenine karşı o kadar çılgına dönüyordu ki, onu görmemiş, sevmemiş olsaydı hayatın, mutluluğun ne olduğunu bilmemiş olacağını görüyordu. Hâlbuki büyük gördüğü bazı kadınlar tarafından sevilmişti. Ve hâlbuki hiçbirisinden bu kadar gururlanmamış ve mutlu olmamıştı. O mutluluklar, şimdi hissettiği bu kâinatı kuşatacak kadar ruh genişlikleri yanında ne değersiz ve alçak şeylerdi. "O olmasaydı demek, ben de herkes gibi olacaktım, bilmeyecektim. Aşk ve mutluluk nedir bilmeyecektim." diyordu. Etrafına bakıp: "Ama nasıl yaşıyorlar yarabbim. Sevmeden, sevilmeden nasıl yaşanıyor?" diye şaşırıyordu. Evet, nasıl yaşamıştı? O zamana kadar kendisi nasıl yaşamıştı? Fakat hayatı nasıl bir çöldü diye şaşırıyordu. Evet, nasıl yaşamıştı? O zamana kadar kendisi nasıl yaşamıştı? Fakat hayatı nasıl bir çöldü. Bir şişe Sen Jülien'den sona şimdi billûr gibi Soteren ile dolu bardağını damla damla içerek etrafına bakındıkça hepsinin hayatını bir çöl gibi görüyordu. Fakat onun hayatı parlak yüzünün altında sonsuz dalgalarını ebedi bir tutkunluk kasidesine sürükleyen deniz hayatı gibi iç açıcı, âhenkli ve lâcivert idi.

EylülHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin