On Yedinci Bölüm

550 22 1
                                    

Artık ne bir iş, ne bir kitap, ne de piyano hevesi vardı. Havaların inat gibi pek parlak olduğu bu ikinci, üçüncü günü akşamlara kadar sıkıntıdan, hiddetten boğulurken aklına cenneti düşürür gibi ara sıra Pazarbaşı'nı getirirdi. O zaman düşünmekten harap olarak yalnız odasından kaçıp hanımların yanına giderdi. Yalıda yapacak o kadar işi varken şimdi işi de kalmadığı için uğraşsız oturmaktan, onlarla konuşmaktan başka bir şey yapmak mümkün değildi. Hacer sürekli orada cumbada bulunurdu. Hanımefendi ara sıra görünür, elindeki işle uğraşırdı.

Hacer'le böyle yalnız kaldıkça birbirlerine zorunlu olarak birtakım sırlar verirlerdi. Onu pencereye o kadar müdavim ve meraklı görüyordu ki, önce sıkıldığından eğlenmek için sokağa bakıyor demişse de gittikçe bu merakın yalnız bir kişiye ait olması ihtimalinde karar kılmıştı. Fakat onun hemen her geçene dair bir fikri oluyordu. Bazen: "Aman kardeşim bak, şu ne güzel bir bey!" dediği oluyordu. Sonra bir diğerini gösterir, ona aynı tehlikeli arzu ile hazır bulunurdu. Suad, nasıl olup hepsine birden böyle meyilli olduğunu anlamayarak şaşırıyordu.

Sonra beyler gelir, Fatin'in lüzumlu lüzumsuz "vallahi billahi"leri, Süreyya'nın suskunluğu arasında yemek yenir, sonra saat geçer, sonunda tavla bir gürültü arasında şakırdayarak kapanır, herkes odalarına çekilirdi. Beyefendi, haklı haksız huysuzlanarak, öfkesini almak için her şeyi yaparak Fatin'i hırpalar o haklı olsa bile boyun büker, razı olurdu. O zaman Hacer, Suad'ın kulağına eğilir: "Allah aşkına bak, oyun oynarlarken nasıl bazen aptal gibi düşüncesiz kalıyor, nasıl eliyle burnunu kaşıyarak tutuyor." derdi. Babasına boyun büktükçe kızarak "Gurur yok ki..." diyordu. Sonra devam ederek bunun hep ona hoş görünmek için yapıldığını söylüyor "Param gitmesin diye... Ah bilsen kardeşim, hep para için... babamla hoş geçinmek için ondan dayak yese yine sırıtacağına eminim..." diyerek, bir kere bir şey için onu teşvik ederken onun "Ne, sonra beni evden kovsun da sokakta kalayım?" dediğini anlatarak yüzüne bakıyordu.

Gerçekten beyefendinin böyle rast gele ateş püskürmelerine katlanmak için insanın böyle bir mecburiyeti olması gerekirdi. Bir akşam tavlada yenilerek hiç gereği yokken hanımefendiye dönüp, hışımla: "Canım sen de elinden bırak şunu... Allah aşkına..." diye bir çıkışmıştı ki, Suad haykırarak şikâyet etmemek için kendini zor tutmuştu. Bazen odasında haykırdığı işitiliyordu. Meselâ, sürahisi boş olduğu için karısına söylemedik söz bırakmaz, otuz senelik hayatlarını bir yük olmak üzere, lânetle katlanılmış bir şey göstererek: "Öldüm, aranızda kurudum... Allah da sizi kurutsun..." diye haykırır, sonra: "Ama suç bende... İyilikten kim anlamış... Ensenizde boza pişirmeli ki iş görülsün... Aksi herifin biri olsaydım görürdünüz..." dediği işitilirdi. Hanımefendi buna karşı sakin, alttan alır, susmasını rica ederse "Niçin susacakmışım?.. Hem yap, hem öldür, hem de sustur... Artık öldürüyorsunuz... Son günlerimde beni hortlatıyorsunuz... Akşama kadar sizin için ter döküyorum, bir suyumu vermiyorsunuz... Hem sizden mi korkacağım? Kendi evimde niçin susayım? İstemeyen defolsun." diye bir sürü şikâyet ve hakaret gelirdi.

O zaman eğer Fatin evdeyse onun gözüne görünmemek için ufalmak ister gibi tıs bir köşeye büzülür, hanımefendiyi haksız bularak: "İyi ya canım o da bakıversin. Evde hizmetçi yok değil a! Gönül kırmamak için aldırmıyor ama... İhtiyar adam bu, hiddetlenir a!.. Hepimiz sayesinde yaşıyoruz..." derdi.

Böyle herkes hep kendi işini, kendi hesabını düşünerek doğruluk ediyordu. Ah, Suad bunlardan ne kadar iğreniyordu! Hatta Süreyya'nın nasıl olup bu babanın oğlu olduğuna şaşırıyordu. Sonra annesini gözünün önüne getirip ona çekmiş diyordu. Çünkü ona hayran olur, bu kadının bu büyük sabır ve sakinliğine o kadar hayran olurdu ki, ıstıraplı zamanlarında gidip başını onun dizine koyarak ağlarsa şifa bulacağını sanırdı.

EylülHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin