On Dokuzuncu Bölüm

494 26 19
                                    

Necib o gün akşama kadar kalbinde zehir ve ölüm olduğu hâlde kalmaya mecbur olduktan sonra bir zindandan kurtuluyor gibi oradan çıkınca, oradayken sokağa kendini atıp serbest kalırsa rahat edeceğini zannederken, şimdi yalnız, bütün endişeleriyle, bütün felâketleriyle yalnız kalınca harap oldu. Asıl beynini ezen, kafasını çatlatan, bir türlü halledemediği bir taraf vardı. Yüz bin kere: "Ama nasıl olur? Niçin? Bu mümkün değil!" diyor, bir sebep belirleyemeyerek, "Bir şey var, ne olduğunu bilmem, fakat her hâlde bir şey tuttuğunu ve kahrettiğini görüyordu. Bu ateş arasında bu şeyin başka birisi olmak ihtimali de düşüncesini bir zehirle yakıyordu.

Demek her şey bitmişti... Her şey, bütün her şey... Hiçbir dönüş ihtimali, geri alma ümidi olmaksızın... Büsbütün, ne bir ümit, ne bir emel, ne bir şey, hiç, hiçbir şey... Ne bir gülümseme, ne bir bakış, öyle mi? Fakat niçin? Burada, bu işin haksızlığı ile kudurmuş gibi öfkeden etrafını kanlı görüyordu. Niçin? Evet, o ne yapmıştı? Bu hakaret ve rezalete mahkûm olmayı anlamayarak, bilemeyerek, nedenini bulamayarak sersem, mutsuz, sefil yine oraya gidiyordu. Ah, oraya onun yanına çıkıp titreyerek varlığını isteyerek ölürken, onun gözlerinde yine o gülümsemeyi, onun sade gölgesini görmek için kalbinde ne sefil bir istek ve tehlikeli arzu vardı. Fakat Suad'ı donuk ve soğuk, yalnız görünürde bir nezaketle gördükçe, tekrar deli olarak ne yapacağını bilemiyor ve Hacer'in elinde kalıyordu. Başı endişe ateşinden çatlarken gülmek, güldürmek, konuşmak gerekiyor, kaçmak için bahaneler arayarak geldiğine pişman oluyordu. Hacer onu piyanoya götürür, şarkılar, peşrevler çalar; sonra kantolara geçerek eğlendirirdi. Ve Necib piyanoya dayanarak, şimdi ötede bir düşman gibi duran şu kadına, bir zaman kendisi için piyano çalmanın bir bahtiyarlık olduğunu acı acı düşünerek bu mutlu olmaksızın geçen bahtiyarlığa bir yetim ayrılığıyla ağlamak isterdi. Acı bir tırmalanmayla: "Ah, bir saatlik o hayat için bütün ömrümü verirdim..." diyordu. O zaman Hacer'in deliliklerine şen görünüp hüngür hüngür ağlamamak, yahut ümitsizlikle ve asık suratlı kalmamak için ona eşlik ederken, tekrar gelmeyeceğine yeminler ederek eziliyordu. Her gelişinde ümitle geliyor, gelir gelmez kaçmaktan başka bir şey istemeyerek onu bir kurtuluş gibi görüyor ve tekrar gelmemek yeminiyle çıkınca yine özlemle yanıyordu. Bu sefer bir daha gidip ona yalvararak, ağlayarak, onsuz kalınca harap ve yok olduğunu anlatarak ona tekrar hayat vermesi için rica etmek istiyordu. Fakat onu yalnız bulmak mümkün olmuyordu. Ve yalnız kalmasını beklemek o kadar şiddetli bir ateş olurken yalnız kalsa bile onda coşkusunu, zavallı cesaretini donduran bir ciddiyet ve ağırbaşlılık görerek korkuyordu. Bir zaman o kadar emin olduğu bu kadından şimdi böyle korktukça, kaçmaya cesaret edemeyecek bir hâle geliyordu, gözünde o kadar büyümüş oluyordu. Sadece bir kere yalnız kaldıkları ilk birkaç dakikada, bin gayret ve kalp çarpıntısıyla, ortada bir hayat ve ölüm meselesi varmış gibi heyecanla birçok şey söylemek niyetinde olduğu hâlde sinirleri kilitlenip çeneleri kuvvetsiz kalarak, en sonunda sadece "Artık zannediyorum ki dargınız..." diyebildi ve titreyerek sustu. Ciğerlerine kadar bitkin bırakan bir titremeyle çaresizdi.

Suad'ın gözleri, belirli bir mana veremeyeceği sorgu dolu bakışla kendine yöneldi. Necib, şu nefis yaratığın nasıl bir tek sözüne hayat ve mutluluğunun bağlı olduğunu, gözünde bu vücudun ne yüz bin hayata değer kıymette bulunduğunu düşünerek, tereddütlü, bir şey söylemedi:

"Bilmem..." dedi, "O kadar surat ediyorsunuz ki..."

Suad, yorgun, sonsuz bir bakışla baktı. Ve bir şey söylemedi.

Bir başka sefer Hacer'in piyanodan kalkmasından fırsatla birkaç gündür kendini oyalayan ve heyecanlandıran bir niyetini söylemek istedi. Cesaret ederek ona rica etti. Hem açıkça reddedemez diye onların yanında söylüyor, hem de belki bir hatırlatma olur da döner diye düşünüyordu.

EylülHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin