Bölüm 14

312 13 1
                                    




Yargılanma


Halkın ağzında lâf

Denizde dalga.

Atasözü

Orenburg'dan izinsiz ayrılışım dışında bir suçum olmadığına güvenim tamdı. Bunda da kolayca savunabilirdim kendimi. Çünkü akıncılık, yasaklanmak bir yana, bütün güçlerce destekleniyordu. Buyruklara aykırı davranmakla değil, fazla gözükaralıkla suçlanabilirdim belki. Fakat Pugaçev'le dostça ilişkilerimi kanıtlayacak pek çok tanık bulunabilir, bu da en azından çok kuşku uyandırıcı görülebilirdi. Yol boyunca, beni bekleyebilecek soruları kafamda evirip çeviriyor, yanıtlarımı tasarlıyordum. Yargıç önüne çıktığımda, gerçeği olduğu gibi söylemeye karar verdim. Bunun en yalın, aynı zamanda da en güvenilir savunma yöntemi olduğu kanısındaydım.

Kazan'a vardık. Kent, baştan başa yakılıp yıkılmış, yerle bir edilmişti. Sokaklarda evlerin yerine kömürleşmiş moloz yığınları görülüyor, çatısız ve penceresiz kalmış duvarlak isli isli dikilip duruyordu. Pugaçev buraya da damgasını basmıştı. Kentin sağlam kalmış tek yapısına, orta yerdeki kaleye götürüldüm. Beni muhafızlardan tesim alan nöbetçi subay, demircinin çağrılmasını emretti. Ayaklarıma pranga vuruldu, sımsıkı zincirlendim. Sonra zindana götürülüp, çıplak duvarlardan ve demir parmaklıklı küçük bir pencereden ibaret dar, karanlık bir hücreye tek başıma kapattılar beni.

Böyle bir başlangıç, hiç de iyi bir son umdurmuyordu insana. Fakat yine de koyvermedim kendimi. Umutsuzluğa kapılmadım. Bütün acı çekenlerin o biricik avuntusuna sığındım: Temiz, fakat parça parça olmuş bir yürekten taşan duanın tatlı lezzetini ilk kez tadarak, gelecek konusunda kaygılanmayı bir yana bırakıp derin bir uykuya daldım.

Ertesi gün gardiyan uyandırdı beni. Kurulca istendiğimi bildirdi. İki asker eşliğinde, komutanın evine giden avluya geçtim. Askerler girişte durarak, içeri yalnız başıma gireceğimi bildirdiler.

Oldukça geniş bir salona girdim. Üstü kâğıtlarla dolu bir masanın arkasında iki adam oturuyordu. Bunlardan biri, sert, soğuk görünüşlü yaşlı bir generaldi. Öteki, yirmi sekiz yaşlarında kadar, yakışıklı bir muhafız birliği yüzbaşısıydı. Becerikli ve serbest tavırlı bir insan olduğu görülüyordu. Pencerenin yanına konulmuş ayrı bir masanın başında da yazman oturuyordu. Kalemi kulağının arkasında, kâğıtlara eğilmiş, ifademi yazmaya hazır, bekliyordu. Sorgu başladı. Adımı, sanımı sordular. General, Andrey Petroviç Grinyov'un oğlu olup olmadığımı bir kere de benden öğrenmek istedi. Söyledim. Bunun üzerine, sert bir tavırla:

- Öyle saygıdeğer bir babanın böyle uygunsuz bir evladı olması ne kadar acı! diye bir çıkış yaptı bana.

Soğukkanlılığımı yitirmeden, nasıl bir töhmet altında bulunursam bulunayım, gerçeği içtenlikle açıklayarak bundan kurtulmayı umduğumu bildirdim. Kendime bu güvenim, generalin hoşuna gitmemişti.

Somurtarak:

- Açıkgöz bir şeye benziyorsun delikanlı dedi. Ama biz senden açıkgözlerini de gördük.

O zaman genç yargıç, Pugaçev'in hizmetine nasıl ve ne zaman girdiğimi, hangi görevleri yerine getirdiğimi sordu.

Sinirlenmiştim. Bir subay ve bir soylu olarak, Pugaçev'in hizmetine girmemin ve ondan herhangi bir görev almamın sözkonusu olmayacağını belirttim.

Yargıç karşı çıktı:

- Arkadaşları canavarca öldürülürken, soylu ve subay olan bir kimse, nasıl bağışlanabiliyor Pugaçev tarafından? Nasıl oluyor da aynı subay ve soylu kişi, isyancıların cümbüşüne katılıyor, baş caniden kürk, at, elli kapik gibi armağanlar alıyor? Nerden doğdu bu tuhaf dostluk? İhanet ya da en azından alçakça bir korkaklık değilse, nedir bu?

Yüzbaşının KızıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin