yirmi altı

3.8K 235 134
                                    


yirmi altı: the truth untold 


Küçük bir ev, küçük bir kasaba, küçük mutluluklar ve küçük, tatlı jestler.

Seokjin'in istediği fazla bir şey değildi. Gülmek, güldürebilmek, sevmek ve sevilmek istiyordu. Minnet duygusuna o kadar bağlıydı ki onunla birlikte gelen saygıya sıkı sıkı bağlıydı ve bunu göstermek için oldukça çabalıyordu.

Özellikle de ailesi öldüğünde yanında olan, her gece omzuna ağlamasına izin veren ve sürekli saçlarını okşayan hyungu, Yoongi'ye göstermek için çabalıyordu.

"Seokjinnie."

Yoongi'nin mırıltılı sesi mutfak adasının oradan geliyordu, Seokjin ise elinde tuttuğu bal kavanozuna takılı kalmıştı.

"Seokjin?"

Ses üçüncü perdeden geliyordu ama Seokjin'in kafasını iki yanına sallayıp yeniden gerçeğe dönmesine yeterliydi. "Ah, özür dilerim," dedi girdiği transtan çıkarken –bal uzun bir süre ona farklı şeyleri çağrıştıracaktı. "Burada." Elinde tuttuğu kavanozu hyunguna uzattığında gülümsedi.

Pazar sabahı Yoongi'yi kahvaltıya çağırmak aklına gelen ilk fikirdi, Taehyung'la geçirdiği bir haftanın ardından başka bir yüz görmek ruhuna iyi gelecekti, vicdanındaki o garip duyguyu atmasına yardımcı olacaktı. Hem de en çok tanıdığı, en güvendiği yüzlerden biri. Bu yüzden gece saat bir olmasına rağmen kafasına çok takmadan hyungunu aramış, sabah kahvaltıya çağırmıştı. Yoongi evet demişti ama Hoseok'un da yanında olduğundan bahsetmemişti.

Yoongiyle Hoseok aynı evde kalıyor, evli hayatı yaşıyorlardı ama Seokjin bir türlü kahvaltı davetlerine Hoseok hyungunu çağıracak cesareti gösteremiyordu. Yıllar öncesinden kalma birkaç anı hala ruhunu avlıyordu, Taehyung'un elinden alınacak olma ihtimali bile gözlerinden alevler çıkmasına yeterdi ve Yoongi bu endişeleri anlayarak Seokjin'e izin veriyordu –Hoseoksuz bir pazar kahvaltısıysa Seokjin'in ondan istediği, rahatsızlığını geriye iterek neden olmasın diyordu.

Seokjin de masaya oturdu, kahvaltılıklar önlerinde dururken kızarmış ekmeğin üzerine balı süren hyunguna baktı. "Namu hyungla konuştun mu?" dedi sakince, kendi önündekilerden bir şeyler atıştırırken.

"Hı hım," diye yanıtladı Yoongi, ağzına ekmeği tıktığında. "Yeni Zelanda'dan birkaç gün önce döndü, şehirdeki evindeymiş. Haftasonu kasabaya uğrayacağım dedi ama hala gelmedi, belki haftaya uğrar."

Seokjin dudaklarını dişledi. "Onunla konuşmak istediğim bir şey vardı," dedi gergince. "Ama telefonda konuşsam da olur."

Yoongi neyi konuşacaklarını çoktan biliyordu ama ses etmedi. "Belki," diye geçiştirdi, küçüğünün hazırladığı kahvaltıyla karnını doyururken. Yanına istediği soğuk kahvesiyle Seokjin'in evinde oturmak ona hep tanıdık geliyordu. Bu evin içinde birçok anı biriktirmişti. Bazıları kötü, bazıları iyiydi. Seokjin'in ailesinin ne kadar kibar ve tatlı insanlar olduğunu hatırlıyor, kendisi daha liseye giderken annesinin eteğinin arkasına saklanan altı-yedi yaşındaki Seokjin'in iri gözlerle kendisini izleyişi düne aitmiş gibi hissediyordu.

Seokjin'in boynundaki fuların ardında parıldayan ısırık izleri görünmezmiş gibi davrandı, sonuçta küçüğü onları saklamak için çabalamıştı.

Hışırdayan merdivenlerden gelen adım sesleriyle ikisi de başını o tarafa çevirince hibriti uykusundan yeni uyanmış bir halde, lila gözleri yarı açık iken onlara doğru geliyorken buldular.

"Günaydın," diye şakıdı Seokjin, gözlerinde gizleyemediği bir parıltı oluşurken. Parıltının altı gerginlik doluydu.

"Hmm," diye mırıldandı Taehyung cevap vermek yerine. Bir eli hibrit kulaklarının etrafındaki gümüş saçları karıştırmaya gitmişti, üstünde gri bir şort dışında başka bir şey yoktu havanının sıcaklığıyla. Masaya yanaşıp Seokjin'in boynuna kısa bir öpücük kondurdu –Yoongi'yi tamamen görmezden gelerek.

dandelion || taejinHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin