BÖLÜM 2: ALBASTI'NIN ZİYARETİ

68 17 4
                                    

      Gece yarısı henüz yeni geçmişken bütün doğumevinde duyulan tek ses saatin tıkırtıkısıydı. Oysa ki birkaç saat öncesine kadar, bütün oda, doğum sancısı başlamış annenin çığlıklarıyla inlemişti. Sonra annenin çığlıkları azalmış, gül yaprağına benzeyen, güzel bir kız bebeğin ağlamasıyla ortalık şenlenmişti. Şimdi ikisi de huzurla uyuyordu. Bir uğursuzluk olmazsa bir iki saat sonra bebek acıktığı için anne uyanmak zorunda kalacaktı. Bebeğini kucaklayıp koklayacak karnını doyuracaktı. Fakat genelde, her gece bir uğursuzluk olurdu...

O gece doğumevi çok kalabalık değildi. Gebelerin ve lohusaların bulunduğu bu odada, aslında gebe veya lohusa olmayan tek bir kişi vardı. Yatakların birinde  uyuyan genç kız üzerini bile değiştirmemiş, aslında öylesine uzanıvermiş gibiydi. Hiç niyeti olmamasına rağmen uyuyakalmış, kuvvetle muhtemel rüyalar aleminde geziniyor bile olabilirdi. Bir eli karnının üzerinde diğer eli ise yatakta yanında duran kılıcının üzerindeydi.

Genç kız, uykusunun içinde başını hafifçe yana çevirip kötü bir rüya görmüş gibi kaşlarını çattı. Tam da bu sırada serin bir rüzgar esti. Halbuki havalar yavaştan ısınmaya başlamıştı. Bütün rüzgarın aniden içeri dolmasıyla yeni doğum yapmış anne, yatağında huzursuzca kıpırdandı. Sonrasında derin derin nefesler almaya ve acı çekerek inlemeye başladı. O odada, onunla beraber sıkıntıya giren bir kişi daha vardı. On üçüncü yatakta uyuyan kız da tıpkı anne gibi, derin derin nefesler alıyor, yatakta ızdırap içinde kıvranıyordu. Fakat hiç kimse uyanmadı. Bu hal ikisinde, doğumevinin açık duran kapısında bir karartının belirmesine kadar devam etti. Karartı iyice belirip bir vücut halini aldığında ikisinin de acısı ve inlemeleri kesilmiş, sadece titremeye başlamışlardı. Yine kimse uyanmadı...

Kapının önünde duran beden için, ilk söylenebilecek şey uzun boyuydu. Kapıdan içeri geçerken başını eğmek zorunda kaldı. Elleri, ayakları ve yüzü simsiyah, daha doğrusu çürümüş ve kararmış bir ölünün bedeni gibiydi. Yaşlı bir kadına benziyordu. Bütün vücudu kaplayan kırmızı uzun bir elbisesi vardı. Sanki çok büyük kırmızı bir kumaşı vücuduna dolamıştı. İşte bu Erlik Han'ın tebaasından, yeraltının en tehlikeli ruhlarından biri olan Albastı'ydı.

Albastı, usul usul adımlarla doğruca yeni doğan bebeğe doğru ilerledi. Başını bebeğin beşiğine doğru eğdi ve bebeğe baktı. Pembe yüzlü bala, hiç habersiz uykunun tatlı koynundaydı. Bu arada hala titremekte olan annenin ağzından bir hıçkırık koptu. Albastı kafasını aniden anneye çevirdi. Annenin titremesi o an geçti ve gözlerini açtı. Albastı ile göz göze geldiler. Daha doğrusu anne bunu hissetti. Çünkü Albastı'yı göremiyordu, sadece orada olduğunu biliyordu. Sıkıntıyla terlemiş, gözlerini Albastı'nın olduğu yere dikmişti. O kadar bitkindi ki yardım istemek için ağzını bile açamadı. Bakışlarını boşluktan çekip bebeğine baktı. Kalkmak, hissettiği karanlık ruhu kovmak, balasını alıp bağrına basmak istiyordu. Fakat hiçbirini yapamadı.

Albastı yeniden bebeğe döndü. Uzun çürümüş parmaklarını uyuyan bebeğe doğru uzattı. Ama dokunamadan arkasından sivri metal bir şey Albastı'nın sırtına battı. Karanlık ruh, irkilerek doğruldu. Sırtına batan kılıcın sahibi fısıldayarak konuştu:

"Arkanı dön."

Ruh bunu duyduğunda, usulca arkasını döndü. Kılıcın sahibiyle göz göze geldiler. Fakat bu sefer kılıcın sahibi Albastı'yı görebiliyor, hatta korkusuzca bu karanlık ruhun simsiyah göz kürelerinin içine bakıyordu. Bu, az önce on üçüncü yatakta uyuyan genç kızdı. Karanlık ruh, bebeğin yanına vardığında şiddetli bir çarpıntıyla uyanmış, kılıcını alıp sinsice Albastı'nın arkasından yaklaşmıştı.

"Ben de seni bekliyordum." Dedi kız. Gözlerinde şeytani bir pırıltı, dudaklarında afacan bir gülüş vardı. Saçları darmadağın omuzlarından geriye doğru dökülüyor, tüm vücudu "Savaşa hazırım!" diye bağırıyordu. Kılıcını Albastı'nın göğsüne doğru tutmuş , her an kullanabilmek için tetikte bekliyordu. Albastı hiç ifadesiz kıza baktı. Sonra saldırmak için pençesini havaya kaldırdı. Çürümüş elindeki sivri tırnakları pençe gibi keskindi. Fakat kız da çevik, sağlam yapılıydı. Albastı pençesini indirdi ama kızın kılıcının elini kesmesiyle aynı hızda geri çekti. Ruh, korkunç bir çığlık atarak kesilmiş elini tuttu. Albastı'nın çığlığını kızdan başka kimse duymadı. Sadece o sırada uyanık olan anne, kızın görünmez, uğursuz bir yaratıkla savaştığını görebiliyordu. Ama ruh ölmeden, ona rahat yoktu. İçinden kız için tanrılara dua etti. Bu sırada kız, yaralanmış Albastı'nın boşluğundan faydalanarak kılıcını tuttuğu gibi yaratığın tam kalbine sapladı. Albastı yine çığlık atmak istedi. Fakat kalbine saplanmış kılıç onun nefesini kesmişti. Karanlık ruh, yavaşça kılıcın saplandığı yerden başlayarak, kül olmaya başladı. Tamamen kül olup geldiği yere döndüğünde, anne de huzura ermişti .Ferahlamış ,yavaşça yatakta doğrulup oturmuştu. Genç kız da, kılıcını kınına yerleştirip bebeğin yanına geldi. Bebek hala hiçbir şeyden habersiz uyuyordu. Tıpkı diğer herkes gibi. Çünkü her şey sessizce olup bitmişti. Yavaş ve dikkatli hareketlerle eğilip bebeği kucağına aldı. Kızın kucağına geldiğinde bebek uykusunda gülümsedi. Bebek gülünce kız da gülümsedi. Bu minik tebessüm, bu gecenin rahat geçeceğine dair bir işaretti.

"Teşekkürler." Dedi kadın. Sevgiyle balasına baktı. Sonra da onları kurtaran kıza... Gülümsedi ve bebeği almak için kollarını uzattı.

"İyisin değil mi?" Dedi kız, bebeği annesinin kucağına verirken.

"İyiyim... Sayende." Tekrar gülümseyip kıza baktı. " Alaca... Sen olmasan ne yapardık biz? Gök, her daim yarenin olsun." Alaca, ona minnetle bakan kadının elini tutup sıktı.

"Güçlü olmak zorundasın. Onu en iyi sen koruyabilirsin."

Bu doğruydu... Alaca olsun veya olmasın, bir bebeği en iyi annesi koruyabilirdi. Albastı ancak annenin bedeni zayıf düşerse onlara musallat olurdu. Burada da onları koruyan Ateş Ruhlu Savaşçı ortaya çıkıyordu. Albastı'yı görüp, onunla savaşabilen tek kişi, Tanrıça Umay'ın ilhamını lütfettiği kız, Alaca'ydı...

Anne bebeğini emzirip tekrar uyuyana kadar Alaca sağı solu kolaçan etti. Bütün Altunkazık, derin uykudaydı. Sadece Boran, taş avludaki sahanlığa oturmuş, kendinden geçmiş bir vaziyette davulunu çalıyordu. Davul çalmaya şafak sökene kadar da devam edecekti. Bozkurt ise sahanlığın etrafında huzursuzca dolaşıyordu. Albastı'nın geldiğini hissetmiş olmalıydı. Uzaktan Alaca'yı gördüğünde kulaklarını dikip ona yan yan baktı. Sonra da usulca Boran'ın ayaklarının dibine gidip oturdu. Alaca, ortalıkta başka karanlık bir ruhun olmadığına emin olduktan sonra içeriye döndü. Bir kaç lohusa bebeklerini emzirmek için uyanmıştı. Onlara yardımcı olduktan sonra uyumak için yan taraftaki odasına geçti.

Albastı genelde saat gece yarısını geçtikten sonra bir kere gelirdi. Bazen tutulma zamanlarında, Gök sıkıntıdayken ikinci kez geldiği de olurdu. O da genelde gün doğumundan hemen öncesinde. Albastı'nın geldiğini sadece anne ve Alaca hissediyordu. Bu durumda hemen yardıma koşuyor, Al Ruhu'nun küçüğü kaçırmasına engel oluyordu. Bu, Alaca'nın işiydi ve doğumevi de onun yuvasıydı. Üzerini değiştirip yatağına uzandığında Albastı'nın o gece bir daha gelmemesi için Tanrıça Umay'a dua etti. Yarın gece olduğunda Albastı'nın bir daha geleceğini biliyordu. Albastı, kaçırılması kolay bir yaratıktı. Hatta, dikkatli olunduğu takdirde, esir bile edilebilirdi. Onun gücü ölümsüzlüğünden geliyordu. Her gece mutlaka doğumevini ziyaret ediyor. Yıllardır, kılıcının tadına baktığı Alaca kızı görmeden geçmiyordu.

"Güç toplamam gerek." Diye düşündü Alaca. Kısa süre içerisinde yeniden uykuya daldı. Gül yaprağına benzeyen bebeğin gülümsemesi gecenin geri kalanında da uykusunda devam etti. O gülümsediği sürece de, Altunkazık'ın kapısından içeri tek bir kötü ruh dahi girmedi. 

DEMİRKAZIK'IN PERDESİ Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin