1. Bölüm: Giriş

33 3 4
                                    

 Ölümün ne demek olduğunu bilmeden bu dünyada yaşamak oldukça imkansız gelir kulağa. Ama sanıldığının aksine o kadar da imkansız değildir. Bazen ölümün var olduğu gerçeğini kaldıramaz küçücük bedenlerle bezenmiş ruh parçaları, bazen ise kendilerini kandırırlar. Bazıları için ölüm kurtuluş, bazıları için ise geri dönüşü olmayan bir bataklıktır belki de.  Ölümün bu kadar farklı anlatılması bence nefes almayı bu denli basit olmaktan kurtarır.  Nefes almak sıradanlaşmış gelir insanlara. Bazen boşa harcanır ve bir anda tükenir, bazen ise bitirmek için uğraşmamıza rağmen her daim yanımızda olan düşünceler ve gölgeler gibi peşimizi bırakmazlar. 

 Ölümün ve nefes almanın bu denli kolay sanılıp yine de olağanüstü olması yaşamayı, hayatı,  belki de gülüp ağlayabilmeyi sıradanlaştıramaz. 

Yaşamak taşlarla hatta kayalarla dolu bir yokuşsa eğer neden yokuş  yukarı çıkmaya çalışıyoruz ki? Sonuçta yukarı da çıksak, aşağıya da insek ölüm denilen bir gerçek varken kaçacak bir yerimiz olmadığını anlamalıyız bence. Yeri gelir yokuşun zirvesine ulaşmaya çalışırız, ve yeri gelir yokuş aşağı yuvarlanırız. Buna biz karar vermeliyiz. Kaç yaşında olursak olalım hayatımızın yokuşunu da biz çıkalım, kestirmeyi de biz seçelim. Gerekirse hayal dünyasında yaşayalım ya da ölüme inanmayalım. Hayatımızın sonuna kadar bize hayat verenleri bekleyelim. Olmaz mı?

---------------------------------------

Yaz aylarının tam ortasında bir temmuz gecesinde diğer gecelerin tam aksine hava oldukça kötü ve yağışlıydı.  Şimşeklerin çıkardığı ürkütücü ses yağmur damlalarının pencerelere çarpma sesleriyle karışıyordu adeta.  Minik Turna ailesinin ona aldığı son doğum günü hediyesi olan ayıcığa sarılmış uyuyordu. O anda büyük bir gürültü koptu. Gökyüzü sanki en değer verdiği kişi ölmüşçesine seslice hıçkırarak ağlıyordu. Bu ağlama sesleri Turna'yı uykusundan uyandırmaya yetmiş ve artmıştı. 

  Turna korkuyla uyanır uyanmaz ayıcığına onu asla bırakmayacakmışçasına sarılıp yatakta doğruldu ve dizlerini kendine doğru çekti. Ağlamak istiyordu ama bir şey onun ağlamasına engel oluyormuş gibi bunu başaramıyordu. 

 Yağmur seslerinin azalmasını bekledi ve biraz zaman sonra penceresine doğru yaklaştı ayıcığıyla. Yağmurdan dolayı hiçbir şey net görünmüyordu. Görünen tek şey hilal şekline bürünmüş ay ve bir kaç yıldızdı. Turna artık çok da fazla korkmuyordu.  Cesaretini iyice toplayıp camını hafifçe araladı.  Yüzüne çarpan soğuk Turna'nın sadece bedenini değil sanki ruhunu ürpertmişti.  

Turna aslında yağmuru ve soğuk havaları her zaman çok sevmiştir ta ki o ana dek;

2004 - Temmuz Ayı

  Turna, annesi ve babası ile beraber güzel bir gün geçirmişti o gün. O soğuk ve ıssız hastane  koridorlarında annesi ve hastalığının izin verdiği kadarınca da babasıyla saklambaç oynamıştı.  Diğer çocukların aksine  cıvıl cıvıl değildi Turna. Yaşına göre oldukça olgundu. Ve bu olgunluğun getirdiği güzelliklerin yanında bir de kötü özellikleri de vardı. Turna 4 yaşında olmasına rağmen babasının hastalığının ileri düzeyde olduğunu ve babasının gözlerindeki yorgunluğun sebebini anlayabiliyordu.

 O güzel geçen günün ardından Turna babasının yattığı sedyede uyumuştu. Annesi ve babası da yanına kıvrılmıştı. Yorgunluktan her üçü de derince uyuyorlardı. Birden sağanak yağmur başladı ve gökyüzü gürültülü bir şekilde ağlıyordu. Turna gözlerini açtığında annesi çığlıklarıyla, ıssızlığı ve sessizliğiyle insanı ürperten o koridorların ezberini bozuyordu sanki. Odaya sürekli beyaz önlüklü insanlar girip çıkıyor, Turna'nın annesi ellerini saçlarına geçirmiş bir şekilde duvarın kenarına çökmüş hıçkırıklarıyla bu seferde bu sessiz odayı dolduruyordu. Turna teyzesinin kucağındaydı ve ister istemez her şeyi duyuyor ve hissediyordu. 

Turna KuşumWhere stories live. Discover now