there is the east, kyungsoo is the sun

2.4K 193 386
                                    




Verona'ya ilk geldiğimde, sokaklarını dolaşıp atıştırmalık tonlarca şey aldığımda, bir opera binasına girmeyi ve akşam saatlerinde verilecek olan bir oyuna aşık olacağıma inanmazdım. Planladığım şey, eski opera binasına girip bir bilet almak ve oturup aldığım atıştırmalıkları güzelce yemekti fakat oyunun daha ikinci dakikasında, ağzımda biriken fıstık ezmeli sandviçin karamelize şekeriyle birlikte oyunun içinde hayale dalmıştım. Romeo ve Juliet'in hikayesini hiç bu kadar yoğun ve capcanlı izlememiştim, dahası hiç bu kadar içten ve hiç bu kadar büyüleyici bir atmosfer eşliğinde bir şey izlediğimi de hatırlamıyorum ama bu, tanrım, eşsizdi. Oyunun başından beri ağzımı bir türlü kapatamadım ve oyun bittiğinde de bir türlü kendime gelemedim. Romeo'nun onu ilk görüşü, balkondaki serenadı, operanın güzelliği ve Juliet'in sonundaki haykırışları. Sanırım, hayatımın en heyecan verici dakikalarını yaşamıştım ve oyundan çıktığımda ise nefes aldığımı hissetmiştim.

O gün, Verona'ya aşık olmuştum.

Bir yazar olarak, yazılarımın bir biçim alabilmesi için koşuşturduğum dünya turunda kendimi Verona'ya atacağımı ve buranın büyüsüne kapılıp ülkeme geri dönemeyeceğimi kimse söylememişti fakat o günkü unutulmaz anımdan sonra tam dört yıl geçince, dönme isteğimin de pek bir anlamı kalmamıştı. Aksine, dönmek adına içimde en ufak bir istek barındırmıyor, İtalyan'ın samimi insanlarıyla beraber sıcak dar sokaklarında ayaklarımın altındaki sert taşları hissetmeyi seviyordum.

İtalya'ya taşındığımdan beri neredeyse her hafta opera binasına gidip hangi oyunların oynanacağına bakıyor ve en az bir tanesine gidip bunun hakkında yazılar yazmaya bayılıyordum. Tıpkı o günkü gibi, yanıma bir çok şey alıp gizli gizli opera binasına sokuyordum. Oyun sırasında bir şey içmek veya yemek yasaktı çünkü izleyiciler benim aksime İtalya'nın yüksek kesimlerinden ve sosyetenin en saygın insanlarından oluşuyordu; ben ise, İtalya'nın kıyısından bile geçmeyen çekik gözlerim ve esmer tenimle, kalabalığın içinde düşündüğünüzün aksine parlamıyor, sınıf farklılığını en uygun biçimde yaşatıyordum. Aslında buna aldırmıyordum; yani opera salonuna girdiğimde zengin sınıfına ayak uydurup zarif adımlarla ve jilet gibi bir takımla koltuğuma burnum kalkık bir havada oturmuyordum, tam tersine, üstümde her zaman giydiğim kareli bir gömlek ve yırtık bir kot pantolonla, taktığım küpeler ve asyalı halime tezat olan boyalı sarı saçlarımla, oradaki en havalı aslında bendim. Evet, salonda oturan yüzlerce kişinin sosyete züppeliğini bir kenara atmanızı ve benim oradaki en havalı konumda olduğumu farz etmenizi istiyorum.

Romeo ve Juliet'i on yedinci izlememin ardından opera binasından çıktığımda evime gitmeden önce İtalya'nın en meşhur kırmızı şaraplarından birini alıp çatı katında olan evimin terasına çıkmayı ve aldığım kırmızı şarabı kadehe döküp yıldızlara nasıl bir aşkla baktığımı kafamda hayal ederken, gelen bir telefonla en sevdiğim hikayenin baş karakteri olacağımı bilmiyordum. Mercutio, yani İtalya'ya geldiğim ilk haftalarda bana ev bulan ve her şekilde yardımcı olmayı bilen mükemmel bir insandı ve tanımadığım bu Akdeniz ülkesinde bir dostum olduğunu çok defa hatırlatıyordu bana. Aslında adı Mercutio değildi, Romeo'nun en sadık arkadaşı gibi gördüğüm için ona Mercutio diyordum.

"N'aber babalık?" dediğinde, ses tonundan ağzının aldığı çarpık gülümsemeyi ve hınzır bakışlarını gözlerimin önüne getirdiğimde yine kendine bir oyun bulduğunu ve bu oyuna beni de dahil etmek istediğini o söylemeden anlayabiliyordum artık. Sonuçta neredeyse dört yılımın her gününde o vardı ve ben o olmadan burada hala bir turist gibi gezeceğimi de çok iyi biliyordum.

"Dur söyleme," dedim düşünüyormuş gibi yapıp hafif bir tını yakalayarak "Güneşin batıdan doğduğunu iddia edeceksin, öyle değil mi?".

romeo&romeo / kaisooHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin