Castel Sant'Angelo

98 17 4
                                    


¡Ay! Esta imagen no sigue nuestras pautas de contenido. Para continuar la publicación, intente quitarla o subir otra.


Yeter ki bir şeyi belirli bir kalıba oturtmak, tanımlamak, üzerine renkli veya renksiz etiketler yapıştırmak olsun, bu insanoğlunun en iyi yeteneği olur çıkardı. İnsan, isterse hayatı binlerce şeye benzetebilir, belki de defalarca bambaşka şekillerde tanımlayabilirdi. Doğruydu, hem bir tiyatro sahnesi, hem bir günün yaşanmış hali, hem de durmadan akıp giden bir nehir olabilirdi. Tabi her şey gibi, o bir gününde gecesi, o tiyatronun son perdesi, o nehirlerin ulaştığı bir ölüm denizi vardı. Her daim bir son vardı, mutlak ve kaçınılmaz. İşte bu son ve insanın karşısına çıktığı son an en yakıcı olan detay, işin en acı dolu kısmıydı. Çünkü hayat kimisine bir günü asra bedel verirken, kimisine atacağı 5 adımı bile çok görürdü.

Chanyeol kollarını belime sarıp benimle plaktan çalan Elvis Presley şarkısıyla dans ederken, işte bu noktaydı benim zihnimin içini doldurup en çok canımı acıtan. Dışarıda milyonlarca insan bu yaşam nefesini almaya devam ederken, Chanyeol burada son nefeslerini alıyor, belki de benim tahmin edemeyeceğim kadar acı çekiyordu. Bu adaletsizlik değil de neydi? Bana tüm o konuştuklarımızı unutup da ona ağlamayacağıma dair geçersiz olacağını bildiği halde söz verdirmiş, sonra da sakin bir şarkıyla belime sarılıp dans etmeye başlamıştı. Ama benim aklımdan bir an olsun bu düşünceler çıkmıyor, dışarıda kolunu sallaya sallaya gezen ruhlarında kötülük tortulaşmış insanlar varken onu böyle görmek, beni belki de hayatımda ilk defa bu kadar kırıyordu.

Belki, daha yeni tanıyordum onu, belki yalnızca birkaç saattir değmişti burnuma karanfil kokusu ama öyle bir alıştırmıştı ki beni kendisine, şimdi onun canının acıdığını bilmek bana cehennem denizlerinde yüzüyormuşum gibi hissettiriyordu. Nasıl böylesine bağlamıştı beni? Nasıl olur da kolları belime sarılıyken dünyadaki her şey bu kadar önemsiz kalmış, her köşem onun aşkıyla yanıp tutuşmuştu? Ne bir fikrim vardı, ne de kendimi doyuran bir cevabım. Yalnızca, ona dönüp de

"Nasıl olur da bir insan yeni tanıştığı biriyle böylesine yakın ve içten, hem de yıllardır tanışıyor gibi hissedebilir?"

diye mırıldandığım birkaç kelimem vardı. Başım göğsüne yaslı, yavaşça dans ederken, bir melodi gibi çıkan gülüşü ile göğsü sarsılmıştı.

"Bilmiyorum, inan. Ama bunu ne ilk hissedensin ne de son. Hemingway buna, insanlar yalnızca birbirini anladıklarında böyle hissederler demiş. Fransızlar ise, le seul mot juste."

Belimdeki elleri sıkılaşıp da kafamı kaldırdığımda, gözlerini gözlerimin derinlerini öperken bulmuş, kollarımı sarmalamıştım geniş omuzlarına. Bakışları şuh, kesik nefesleri ile öylesine güzel bir rüyaydı ki, anın büyüsü ile unutmuştum yine zihnimi dolduran her şeyi.

"O ne demek oluyor?"

"Le seul mot juste. Yani benzersiz doğru kelime. Yerli yerince, anlam veyahut güzellik olarak en doğru oturan sözcüktür. Flaubert, tüm ömrünü yazdıklarındaki le seul mot juste'yi arayarak harcamış. Sende, bindiğin taksi üzerime çamur sıçrattığında veyahut Trevi Çeşmesinde kollarıma düştüğünde benim en doğru kelimem, le seul mot juste'm idin."

Bir Noel Gecesi Rüyası | chanbaekDonde viven las historias. Descúbrelo ahora