• Dies irae •

267 46 43
                                    


Kayıp.
Kendini kaybetmek böyle bir şey miydi? Karşısındaki insanın karşısında dilinin düğümlenmesi, eline ve ayaklarına prangalar vurulması, kendini kaybetmek miydi? Öyle olmalıydı. Çünkü bu adam karşısında ne yapmam gerektiğini, nasıl duracağımı bilmiyordum. Benliğimi buldum sanıyordum, ona karşı kaybetmeden hemen önce.

Oldukça heybetli olan gövdesini bana yaslaması, dudaklarının dudaklarımda olması bana iyi gelmezken, kendimi ondan uzak tutacak gücü bir kez daha bulamamıştım. Eli, ince belime tutundu. Beni öyle açlıkla öpüyordu ki, eğer şu an elleriyle beni tutuyor olmasa muhtemelen yaşadığım hisle yeri boylardım. Sıcak dudakları benimle dans ederken içten içe kavruluyordum. Neden yanan hep benim diye düşündüm kendimce. Neden bu adamın üzerimde baskı kurmasına izin veriyorum?

Aramızdaki ateşi daha fazla harlamak için, beni güçlü kollarıyla kucağına aldı ve lavabonun eski antik yunan desenleriyle işlenmiş mermerine oturttu ve iki bacak arama yerleşti. Kendini bana öyle bastırıyordu ki, erkekliğinin sıcaklığını ve sertliğini hissediyordum. Dolgun dudakları, dudaklarımdan ayrılıp boynumca yol çizdi. Ona ait olup bana dokunan her parça,yakıyordu beni. Olmayan ruhumda can buluyor, onu harekete geçiriyordu. Dudakları sonunda kulak mememin hizasına geldiğinde ve onu emip bıraktığında kısık bir sesle inledim. Zaten kendini zor tutan uzvum, hareketlenmeye başlamıştı. Onda bir hareketlilik olmadığını gördüğümde, kaşlarımı çattım. Sadece ben bu halde olamazdım, öyle değil mi?

Ellerimi omuzlarından düşürerek, vücudu boyunca gezdirdim ve kalçalarına ulaştım. Dilimi eş zamanlı ağzına gönderirken, dolgun kalçalarını sıktım. Bunun karşılığında ondan güçlü bir inleme kazanmıştım. Oyun mu oynamak istiyordu? Oynayacaktım.

"Bu adil değil." diyerek dudaklarını ayırdı. Gözlerime bakıyordu.

"Ne adil değil?"

Ellerimin birini kalçalarından ayırdı ve 2 parmağımı ağzına götürdü. O anda yapmasını ummadığım bir şeyi yaparak parmaklarımı emdi. O dolgun, vişne rengi dudaklarının arasında kendi parmaklarımı görmek kalbimi ateşe vermişti.

"Ellerin, Taehyung. Zaafımı kullanman hoş değil, çok güzel ellerin var. Varlığı bile zaafımken,sen onları kalçalarıma götürüyorsun.."

Ellerim hakkındaki düşünceleri beni şaşırtmıştı. Uzun ve ince parmaklarım vardı. Esmer tenli olmama rağmen tırnaklarım tatlı bir pembeydi.

"Asıl adil olmayan,bu durum. Neden beni böyle bir duruma sokuyorsun? Daha bu sabah, hiçbir önemi olmadığını söyleyen sendin. Şimdi bu da ne?"

Beni pek dinliyor gibi değildi. Öyle ki, dudaklarıma bakıyordu. Yüzü o kadar güzeldi ki,oracıkta eriyip gitmek istedim. Tanrım, adam bir tanrı gibiydi!

"Konuşacak mıyız yoksa öpüşmeye devam mı edeceğiz?"

Dudaklarımız arasında milim vardı.Bu durumda onunla savaşmam zordu. Lakin bir yanım, kendimi tutmam gerektiğini, buranın bizim sarayımız olduğunu söylüyordu.

"Taehyung!"

Annemin sesini duymamla birlikte irkildim. Kaç dakikadır buradaydık bilmiyordum. Yokluğumuzu fark etmiş olmalılardı. Üstelik tatlı faslı bu kadar uzun sürmezdi. Seokjin'den bir hışımla ayrılarak kapıyı açtım ve pervazından seslendim.

"Geliyoruz!"

Seokjin, keyfinin kaçtığını belli edercesine nefes verdi. Aynada kendine baktı ve sanki az önceki adam o değilmiş gibi, sessizce lavabodan çıktı.

"Hey,bekle."
Odama yönlendim ve rastgele bir kitap alıp ona uzattım. Anlamamış olacak ki,sorgular bir şekilde bana baktı.
"Bu ne?"
Sorusu karşısında gözlerimi devirdim. Bu durumda olmamızın sebebi kendisiydi. Kitap ne alakaydı gerçekten?

𝙼𝚎𝚝𝚊𝚖𝚘𝚛𝚙𝚑𝚘𝚜𝚒𝚜 | 𝚃𝚊𝚎𝚓𝚒𝚗Wo Geschichten leben. Entdecke jetzt