5

474 35 138
                                    


"Oğlum nereye? Tabağındakileri bitir, öyle git. Düzgün yap şu kahvaltını!"
Meyve suyumdan son bir yudum alıp sandalyeden kalktığımda annem hemen müdahale etti. Ancak daha fazla ısrar etmesine olanak vermeden masadan ayrıldım. Zaten sabahın erken saatlerinde iştahım olmuyordu, bir de bu evden çıkmak için bu kadar sabırsızken, kepekli tostumdan aldığım her bir lokma boğazımdan zar zor geçiyordu. "Doydum anne. Hazırlanmam lazım, gidiyorum."

"Bırak şunu, ne hali varsa görsün."
Babam huysuzca homurdandı.

Önceden olsa babamı kızdırmış olabilecek ne yaptığımı düşünürdüm, belki onu memnun etmek için masaya tekrar oturur, tabağımdaki her şeyi yemek için kendimi zorlardım.
Ancak şimdi, söylediklerini hiç duymamış gibi mutfaktan çıktım. Eskisi gibi evin duvarlarının arkasına saklanıp, annemin, bana karşı olan bu sert tutumu için babama edeceği ufak bir sitemi duymayı da beklemedim. Banyoya girdim ve musluğu açtım.

Babamın sevgisizliği için artık kendimi suçlamıyordum. Gecelerini uyuyarak değil, diğer aileler gibi olmak için ne yapabileceğimi düşündüğüm günler geride kalmıştı. Annemin, kocasının bana böyle davranmasının haksızlık olduğunu görmesi için beklemeyi çoktan bırakmıştım. Bu olanların suçlusu ben değildim, babam pisliğin tekiydi ve annem berbat bir ebeveyndi. Durum buydu ve ben ne yaparsam yapayım değişmeyecekti. Acılar içinde kıvrandığım ayların ardından, bir yıl önce, gerçekleri olduğu gibi görmüş ve kabul etmiştim. Sevgisine muhtaç olduğum bu adamın aslında sadece annemi hamile bırakan bir yabancı olduğu gerçeği yüzüme tokat gibi çarpmıştı. Yine de, artık hiç üzülmediğimi söylemek imkansızdı. Gözyaşlarımı akıttığım zamanlar hala vardı. Ancak alışmıştım. Geçirdiğim o zor günler, beni bu acıya karşı bağışık kılmıştı.

Ben de o adamdan onun benden ettiği kadar nefret ediyordum. Ancak bu evde olduğum sürece bu durumu idare etmek zorundaydım. Tek isteğim bir an önce liseyi bitirip üniversite için başka bir şehre gitmekti. O güne kadar babamın meymenetsiz suratını görmeye katlanacak, öfke krizlerinin kurbanı olmamak için onu kızdırmamaya çalışacaktım.

Dişlerimi fırçaladıktan sonra odama gittim. Perdeleri açıp odamın aydınlanmasına izin verdim. Tamamen çıplak kalan pencerenin önünde kalıp bir süre etrafı inceledim.

Sadece kara bulutların hüküm sürdüğü karanlık bir dünyadan buraya düşmüş insandışı bir tür gibi, güneşe hayranlıkla baktım. Her zamankinden daha güçlü parlıyordu. Kamaşan gözlerimi bulutların arkasında gezdirdim. İki hafta öncesine kadar gökyüzünün bu kadar canlı bir maviyle boyanmadığına emindim. Kuşların şarkı söyleyebildiğini ise daha yeni öğreniyordum.

Saatin kaç olduğunu gördüğümde oyalanmayı bırakıp üzerimi giyinmeye başladım. Az kalmıştı. Birazdan burada olurdu.

İsmail'in beni evden alıp eve bırakmaya başladığı günün üzerinden iki hafta geçmişti.

O günden itibaren düşüncelerimi işgal etmediği an yoktu. Sabahları uyanınca ilk aklıma gelen oydu, alarm sesinin kulağıma eskisi kadar çekilmez gelmemesini sağlayanla aynı kişi. Neyle meşgul olursam olayım, benden izinsiz, zihnimin bir köşesini kendine tutsak ediyordu.

Gözlerimi kapattığım zaman beni karşılayan karanlık küçülüyor, bir çift mavi irisin ortasında hapsoluyordu.

Birkaç kez, aklımı onun hakkında düşüncelere derince dalmış halde bulduğumda, daha önce benzerini yaşamadığım bu döngünün içinden kendimi çekip çıkarmak istedim. Üzerimdeki bu garip etkisinin son bulmasını diledim. Ancak daha sonra, uzun zamandır kimsenin girip çıkmadığı monoton hayatıma aldığım ilk kişi olduğu için bu durumun normal olduğunu düşündüm ve zihnimi serbest bıraktım.

THE WOODS Where stories live. Discover now