1. Bölüm

32 8 7
                                    

    Mehaba sevgili okurum, bu bölüm aslında benim için bir nevi deneme gibi birşey. Gelen tepkiye göre devamının gelip gelmeyeceğine birlikte karar vereceğiz. Fikirlerinizi paylaşmayı  unutmayın, sizi seviyorum. ♡♡♡
-------------------


    Sabah altı.
    Perdeler açılır, hizmetçiler lastik pabuçları ile etrafta hızlı adımlarla dolaşmaya başlar ve içlerinden biri başımda biter.
    “Uyanma vakti leydim.” 
    Banyoma gider yüzümü yıkarım ve aynanın karşısında bir oyuncak bebek gibi giydirilişimi izlerim; ardından saçım ve makyajım gelir. Kahvaltıya iner sevgili kız evlat ve örnek abla rolümü oynar, ardından dans salonuna iner bale provamı bitiririm. Kalan günde de kitap okur nakış dikerim.
    Ancak bu sabah perde gıcırtısıyla değil annemin tiz sesiyle adımı haykırışına uyandım.
    “Freyja! Saraydan mektup geldi Freyja, uyan!” Süratle odama dalınca doğrulmak zorunda kaldım.
    “N-Ne, ne olmuş?” Gözlerimi ovuştururken hızla yanıma geldi.
    “Bugün Kraliçe’nin 15.30 çayına davetliyiz ve davetiye geç geldi!” Sinirden kızarmış yüzüne bakarken bu kadar endişelenecek ne olduğunu anlamaya çalıştım.
    “Bu iyi bir şey değil mi?”
    “Elbette iyi bir şey güzel kızım.” Yanaklarımı iki avucuna aldı ve hafifçe okşadı. “Tabii senin şu söz dinlemez saçların olmasaydı.” Kaşlarını çatınca kıkırdamaya başladım. Evet, saçlarım oldukça gür ve sabahları gereğinden fazla kabarırdı ancak yıkadıktan sonra aldığı dalga gayet hoştu. Üstelik henüz güneş bile yeni doğuyordu. Kıkırdamam annemi daha da öfkelendirdi.
    “Kızları çağırayım da hemen hazırlamaya başlasınlar seni.” Yataktan kalkarken kibarca gülümsedi ve odamdan çıktı. Bu neydi şimdi böyle derken annemin her zamanki halleri diye düşünmeden edemedim. Dengesiz ve ne yapacağı belli olmayan bir kadındı o, tıpkı asil sınıfın ve sosyetenin diğer kadınları gibi.

                                 …

    Sarayın göz alıcı büyüklüğü destansıydı, bahçesi ise öyle genişti ki kelimeler anlatmaya yetmezdi. Çocukluk anılarım geldi aklıma, Orcus ile geçirirdiğim vakitler… Sarayın  gül labirentinde oyun oynamak ne de eğlenceliydi. Eski günlerin masumluğu ile tebessüm ettim.
    Kraliçe Vesta ile annem yakınlardı ve ister istemez biz de Orcus ile arkadaş olduk, bazen hiç konuşmadan bir ağacın altında saatlerce kitap okurduk, bazen de ayaklarımız karşı koyana kadar birbirimizi kovalar günün sonunda saray çeşmesinin dibinde oturur çörek yerdik. Eninde sonunda büyüdük; o kral olmak için eğitilmeye başladı ve ben  de artık bir kadın olarak sınırlarımı bilmek zorunda olacak yaşa geldim. Kelimelerim olgun, davranışlarım kırılgan, yürüyüşüm zarif olmalıydı.
    Annemin ardından arabadan indim. Skadi bugün kendine alışılmıştan daha da özen göstemişti. Dudakları, beyaz teni yüzünen zaten kırmızı olmasına rağmen boyamıştı ve uzun sarı saçlarını daha önce onda görmediğim olgun bir modelde toplatmıştı, gözleri ile aynı renk buz mavisi elbisesi de dekoltesiyle göze batıyordu. Onu süzdüğümü fark edecek ki yan gözle bana baktı.
    “Güzel olmamış mıyım ablacığım?” dedi iğneleyici bir sesle. Umursamadım.
    “Bugün ayrı bir şahanesin Skadi.” Yüzüme bir gülümseme yerleştirdim ve tek kelime daha etmeden doğrudan bahçeye yürüdük.
    Bir süre sonra kendimi bir sohbetin ortasında buldum, gülüşmelere eşlik ediyor ve sessizce paylaşılan son dedikodulara kulak veriyordum.
   “Seni her gördüğmde daha da güzelleşiyorsun sanki sevgili Freyja.” dedi bir anda karşımda beliren Leydi Bragit, her zaman çevresine boş iltifatlar yağdırmayı seven, bodur ağaca benzeyen bir kadındı.
    “Ne kadar naziksiniz, siz de adeta günden güne gençleşiyorsunuz.” Tatminkar yalan insanı rahatsız etmez. Attığı kahkahanın şiddetinden ne kadar hoşnut kaldığını anlamk zor değildi. Belkide sadece iltifat duymak için iltifat edenlerdendi o da.
    Gülünç.
    Annem özür dileyerek, beni ödünç alması gerektiğini söyledi ve koluma girerek oradan uzaklaştı. Beni o kadından kurtardığı için içten içe minnettar kalmıştım.
    “Freyja, kraliçenin yanında daha uzun vakit geçirmelisin, unutma!” Sakin bakışlar ve gülümseyen duduklardan çıkan alev püsküren bir ses; Hestia Primis’in özel yeteneklerinden…
    Kraliçe Vesta’yı oldum olası çok severdim. Yumuşak, hoş bir sesi ve tüymüşçesine  hareket ettirdiği eklemleri onu adeta bir serçeye benzetiyordu. Yavaş adımlarla yanına yaklaşırken gözlerinin içinden güldü bana. Son zamanlarda nadiren gördüğüm bir jestti ve sevinmeden edemedim, kulağa ne kadar acınası gelsede.
    “Sevgili Kraliçem, ne kadar sağlıklı ve güzelsiniz bugün.” dedim en hoş revereansımla.
    “Tatlı Freyja, özledim seni.”   Davranışları onu adet bir serçeye dönüştürüyor olsa da, simsiyah gözleri, soluk teni  ve aralarına ak düşmüş siyah saçları ona bir kuzgunun asaletini veriyordu. Hayran olunası bir güzellikti.
    İçilen çaylar ve kaçınmadan yenilen tatlılara eşlik eden dedikodu ile parti sürüp gidiyordu ki sıska ve çekingen bir uşak yanıma yaklaştı.
    “Leydi Primis, Prens Hazretleri sizi bekliyor. Lütfen ben izleyin.” Bu sözlerin ardından Orcus’u en son ne zaman gördüğümü düşünmeye başladım. Eminim çok değişmiştir, ben de değiştim. Uşak durduğunda karşıma baktım, bu Orcus değildi.
    “Prens Virtus?” Benden 3 yaş –birkaç gün sonra 17 olacak sonuçta, 3 yaş sayılır- küçük olmasının yanı sıra, içine kapanık ve eh… korkak biri sayılabileceği için onunla pek yakın sayılmazdık. Onu son gördüğümde utana sıkıla ancak konuşabiliyordu. Peki beni neden birden bire yanına çağırdı?
    “Freyja, uzun zaman oldu, değil mi?” Ellerindeki teri farkettirmeden üstüne silmeye çalıştıktan ancak sonra gözlerime bakabildi.
    “Evet, öyle Lordum. Bir şey mi vardı?”
    “Yoo hayır, sadece güzel yüzünü unutmak üzere olduğumu fark ettim ve belki birlikte yürümek istersin diye düşündüm.” Çekingen bir şekilde uzattığı koluna girdim ve bir portakal ağacının yanın gelene dek sessizce yürüdük.
    “İlgi duyduğunuz biri var mı Freyja?”
    “Anlamadım?” Aniden sorulur muymuş böyle şeyler? İçimden geçen tepkiyi vermek isterdim ancak çekingen ve boğuk sesi kelimeleri boğazıma dizdi. Prens olduğu gerçeğini unutmamak için de oldukça çaba sarf etmem gerekiyordu.
    “Ya…Yani ben öyle demek istemedim, sohbet olsun diyeydi.”
    “Abin nasıl?” Bozulduğunu anlamak için falcı olmaya gerek yoktu, omuzları düşmüştü ama toparlanıp elinden geldiğince dik durmaya çalıştı ve benimle aynı boya geldi.
    “O çok çalışıyor, iyi bir kral olacak. İstediği şeyde iyi ve bunun farkında, önemli olan da bu, değil mi?” Haklıydı, ondan beklenenin dışında bir akıcılıkla söylediği sözlere kafa salladım. Sanki ezberlenmiş cümlelerdi bunlar ama bunun üstüne çok kafa yormadım.
    “Doğru söyledin, bilgece sözler bunlar Prensim. Geri dönsek mi artık, yorgun hissediyorum sanki.” Pek yorulmamıştım aslında fakat bu kısır sohbet ve tuhaf gerginlik canımı sıkmaya başlamıştı. Sözlerime bozulduğunu belli edercesine onayladı ve yol boyu iltifat dolu bir veda konuşmasının ardınadan annemin yanına vardım.
    “Yoruldum anne, gidelim lütfen.” Kafasını bana çevirdi ve ardından Skadi’ye baktı. Kraliçenin yanına sokulmuş bir şeyler anlatıyordu. Yoksa onca hazırlık evlilk çağına geldiğini fark etmesi yüzünden miydi? Tanrım, yoksa… Daha neler, kafamın içindeki tilkilere susmayı öğretmesi için bir aslana ihtiyacım var.

                                  …

    “Peki Prens ne dedi?” Colette’in sorularından sıkılmaya başladım ve geçiştirme taktiğine sığındım.
    “Hiçbir şey. Öyle susutu ve yürüdük. Utanç vericiydi ve bana  bir ilgisi olsuğunu söyleyeceğini düşündükçe mideme ağrılar giriyor.” İkimiz de kahkahalara boğulduk ve Colette domuzları taklit edercesine sesler çıkarmaya başladı. Bebekliğinden beri tanıdığım bu hoş görünümlü en yakın arkadaşım, o zamandan beri ‘leydilere yakışmayan’ bu tikinden kurtulmaya çalışıyordu ama mezara gidinceye dek bundan kurtulamayacağı gerçeğini yüzüne vurmak kabalık olurdu. Colette kahkahalrımız dinince bir anda aklına bir şey elmiş gibi yerinde doğruldu ve sanki bir sır verecekmiş gibi bana doğru yaklaştı.
    “Güzelliğin bu diyarın ötesine kadar uzanmış, haberin var mı? Söylentileri duymadım deme bana Freyja!”
    “Fakat ilk kez senden duydum. Böylesine abartılı söylemlerden hoşlanmadığımı bile bile dile getiriyorsun, saçmalık bu.” İnsanlar böyledir, birşeyleri abartmadan yaşanan hayat, hayat değildir. Ne gülünç olduklarının farkında bile olmadan kendi vasıfsız yaşamalarını ve karakterlerini, başkalarının başından geçen olayları süsleyerek veya olmayan şeyleri olmuş gibi anltarak renklendirmeye çalışırlar. Acınası…
    “Hep aynı sözler Freyja! Benden kurtulduğun için sakın sevinme sadece hava kararmak üzere, bu konuyu daha sonra konuşacağız. Artık gitsem iyi olur şekerim. Perili geceler!” hafifçe gülümseyerek onunla birlikte kalktım ve yanağına bir öpücük kondurup gidişini izledim.
    Perili geceler sözünü oldum olası sevmezdim; rüyaları süslemesi için çağrılan periler her zaman iyi şans getirmezlerdi, en azından şanssız insanlara. Yaşamamış olsam da kulağa korkutucu gelmsini önleyemezdi.
    Doğrudan yatağa bıraktım kendimi ve farkında olmadan, kaz tüyleri dört bir yanımı sarmış beni rüyalar alemine çekmişti.
    Önümde iki kapı duruyor; biri sırdan,beyaz ve minyatür bir şato kapısı, altın işlmeleri var, dibinde nane bitmiş ve kapı kolu dikenlerle sarılı, ikinci kapı ondan çok daha büyük siyah bir kapı, üstünü dikenli kırmızı güller sarmış ancak kapı kolunun üstü boş ve tam tepesine bir kuzgun tünemiş. Dimdik bana bakıyor bu kuzgun, seçim yapmamı bekliyor ve öylece bakışlarının altında eziliyorum, önünde diz çökme arzusu yaratıyor. Hiç düşünmüyorum, birden çok seçeneğim olsa da ikinci kapıyı seçiyorum. Nedeni ne dikenli kapı kolu ne de kuzgun. Çekim öyle kuvvetli ki karşı koyamıyorum, çay içerken yanındaki bir dilim keke karşı koyamamak gibi, aşk gibi ve güven aşılıyor içime, öyle korkunç bir göntüye sahip olmasına rağmen. Uzandım ve açtım, kuzguna baktım ancak o hala az evvel durduğum noktaya bakıyor. İçeriye adım atmak üzeryim ama tereddüt ediyorum, ilerlemeye baş-
    “Uyanma vakti leydim.” 
    “Bin Tanrı üstününe çullansın Ran!” Yorganı ışıktan saklanmak için başıma çektim, uykuya dalmak için göklere yalvardım fakat nafile. Hışımla kalktım ve doğrudan banyoma ilerledim. Bu beklenmedik tavrıma gafil avlanmış olacaklarki herkes donup kalmıştı. Ran’a döndüm, işinde yeniydi, daha sakin olmalıydım.
    “Ciddi değildim, şimdi gel de yardım et. Bu kadar hassas olmamalısın.” Dedikten ve vicdanımı rahatlattıktan sonra  hazırlanıp yemek salonuna indim.
    “Ne giyeceğini seçtin mi kardeşim?”
    Kahvaltı masasında bile rüyam aklımdan çıkmak bilmiyordu, belki sohbet ile biraz şeffalaşır diye Skadi’ye soru sormaya karar verdim, hem ilişkimiz de kuvvetlenirdi belki. Bana karşı –herkese karşı- takındığı bu mesefali davranma huyuna başlarda anlam verememiştim ancak şu son zamanlarda birşeyleri kafamda oturtmaya başlamıştım. Tüm gün duruş çalışıyor ve kendini geliştirme çabalarında bulunuyordu. Neyin peşindeyse zaten çok yakında kousunun çıkacağına eminidim.
   “Yeni diktirdiğim şu buz mavisi elbise. Sen?” Cevap verirken kafasını tabağından kaldırma gereği duymamıştı.
    “İyi seçim, gözlerini ortaya çıkarmaya çalışmana sevindim; ben de aynı şeyi düşünmüştüm aslında. Zümrüt rengi, yakası yakut bezeli olanı giyeceğim.”  Gözlerimin bir mücevherle aynı renkte olması ne büyük avantaj diye düşünmeden edemedim. Hele de takı konusunda, ne zaman zümrüt taksam herkes fazlasıyla göz alıcı olduğumu söylerdi.
    “Güzel kızlarımız çok çabuk büyüdüler değil mi Heimdal, sevgilim.” Annem benimle gurur duyardı, en çok da çaba göstermeme gerek kalmadan, doğduğumda bana bahşedilen ‘hediyem’ ile. Güzellik, sahip olmak istediğinde sana gelecek bir şey değil ve bu doğuştan geldiğinde çevrendekiler ya büyük bir kıskançlık yada gurur içerisindedirler. Çoğu zaman can sıkıcı olsa da, en azından bir kız kurusu olarak ölmeyeceğimi bilerek kendimi avutuyordum. Aynı zamanda da bu kalıplaşmış düşüncelerin aslında bana ait olmadığını biliyor fakat bunu düşnmemeyi tercih ediyordum.
    “Küçük Prens’in doğum günü için üçünüzün de bu  kadar heycanlı olması beni şaşırttı doğrusu. Annen de günlerdir başımın etini yiyordu.” Babamın bu sözlerine bıyık altından güldüm ama ölümcül bakışlar karşısında yemeğime odaklandım.
    “Başının etini yedim demek Heimdal! Az buz bir olay değil ki bu, hem kışın ardından verilen ilk kraliyet balosu hem Prens 17’sine girecek.” Bunun karşısında babamın elinden gelen tek şey onaylamaktı. Büyük bir balo olacaktı aynı zamanda çok şaşalı ve gösterişli… Bu vakitlerde her zaman güzel vakit geçirmenin bir yolunu bulurdum ama ne olursa olsun huzrulu ve sakin bir akşama değişmezdim. Gelecekten beklentim de buydu.
    Acaba kapının ardında ne vardı?

                                 …

    “Yelpazemi getirin.” Saçımdaki tüylerden taşıyan yelpazemi de aldığımda hazırdım. Son defa aynaya baktım; giysilerinin içinde kaybolan kadınlardan değildim ben, aksine elbise benim bir parçamdı. İyi görünüyordum evet ama içten içe gergin hissediyordum. Fakat bunun şuan için bir anlamı yoktu.
    Takdim edilme merasimi bittiğinde ilk dans için Virtus’un ortaya çıkma vakti geldi. Kalabalığın içinde dikkat çekmeden geri adım atmaya başladım, gözden uzağa gitmeliydim şuan için çünkü eğer Virtus ile ilk dansı yaparsam, asillerin gözünde muhtemelden  öteye geçmiş bir gelin adayı olurdum ki bu, hayata karşı gelecek beklentilerimin tam tersine çıkardı ve Virtus prens olsa da buna değmezdi.
    Kalabalığın en arkasına gelmiştim ki zemin dönmeye başladı ve elim başıma gitti, terlediğimi fark edince ağlamaya başlamaktan korktum. Gözlerim doluyordu ve boğazıma bir yumru yerleşince daha da panikledim, gözüm en yakındaki balkona takıldı; belki biraz hava alırsam bu nedensiz ataktan kurtulabilirdim.
    Dik dur, bir iki üç adım… Nefes al ve ver, az kaldı geldin.
    Balkona adım atar atmaz dizlerimin bağı çözüldü ve bana ihanet eden eklemlerime karşı koyamadım fakat son gücümle kendimi kapının yanındaki ışıksız köşeye atabildim, bu halde görülmeyi kaldıramazdım. Diz çökmüş nefes alabilmek için elimi karnıma götürmüştüm o anda etime yapışmış korseden kurtlumak en büyk arzumdu. Serin hava ciğerlerime dolduğunda hafif bir rahatlama hissi geldi ancak omzumda bir el hissettim ve korkuyla arkama döndüm.
    “Orcus…” İsim dudaklarımdan bir nefes gibi dökülmüştü. İşte karşımdaydı, çatık kaşlarının altındaki siyah gözleri içtenlikle bakıyordu.
    “Freyja, neyin var?” Yanıma diz çöktü, eli hala omzumdaydı.
    “Ben bi... bilmiyorum, bir an için nefes alamadım.”  Doğrudan gözlerime bakıyordu ve  benim için korkmuştu sanki. Endişeli sesinin nedeni olduğum için içten içe tuhaf bir sevinç duydum.
    “Doktor çağırmamı ister misin?”
    “Teşekkür ederim Orcus, daha iyiyim.” Yavaşça gülümsedim. Fazlaca korkmuştu yada ben kafamda mı kuruyordum? Ayağa kalktı ve uzattığı elini tuttum, diğer elini de belime atıp beni yerden kaldırdı.
    “Uzun zaman sonra seni ilk görüşüm.” İlk başta anlam veremediğim için şaşkın bir şekilde baktım ancak sonradan muhtemelen ne kadar aptal göründüğüm geldi aklıma.
    “Evet, uzun zaman oldu. Beni buraya çıkarken gördüğün için mi geldin?”
    “Hayır,” Bin Tanrı üstüne çullansın Freyja, evren etfarında dönmüyor. Utanç verici!  
    “Aslında seni görüp gelmiş olsaydım daha güzel bir neden olurdu. Virtus kendini rezil etti, daha fazla izleyemedim sadece.”  Rahatladım, en azından benimkini göz ardı edecek bir rezillik varmış. Ne olduğunu boşverip yürümek isteyip istemediğini sordum. Onaylarkenki  ifdesi içimi ısıttı, yumuşacık bakmıştı. Bu yakınlığın geçici olduğunu biliyordum, gelecekteki halkının önünde mesafeli olmak zorundaydı sonuçta. Bir kral gibi…
    “Ah, hatırlıyor musun? Bir gün şurada oturuyorduk ve burnunun ucuna bir kelebek konmuştu, donup kalmıştın ve zıplayarak kaçmıştın ordan.” Heyecanlı konuşması beni de etkilemiş olacak ki deli gibi bir kahkaha patlattım.
    “Ve sen de korktuğum için uzun süre bana gülmüştün. Gerçekten çok sinirlenmiştim.” Şimdi o da gülüyordu. Fark ettirmeden ondan yana baktım. Saçları biraz uzamıştı, kulağının üstünde bir yerlerdeydi. Sert yüz hatları vardı ve hafif kemikli burnu ona yakışıyordu.
    Çoğu özelliğini annesinden almış aslında; teni onunki gibi beyaz, gözleri ve saçları da birbirini tamamlıyor... Bana bakınca bir anda daldığımı fark ettim ve bakışlarım hemen önüme çevrildi. Bir günde iki etti, kalbim bunu kaldırır mı bilmem ama konuşmaya başlayınca tüm düşüncelerim uzaklaştı.
    “Baya değişmiş gördüm seni Freyja, güzelliğini daha da katlamayı başarmışsın aslında, mümkün olabileceğini hiç bilmezdim.” dedi muzip bir gülümsemeyle ve kahkahalarıma engel olmak için elimle ağzımı kapattım.
    “Ah Orcus, lütfen sen bari yapma.” Sakinleşmeye başlayınca geriye, yüzümde bir gülümseme kaldı. Mutlu hissediyordum.
    “Bizim çeşmemiz bak, oturmak ister misin?” Hemen karşısındaki bir banka oturduk. Bizim çeşmemiz demişti, herşeyi hatırlıyor sanırım. Ne kadar ince ve hoş.
    “Sanırım sizi özlemişim Majesteleri.” Kırılmış gibi elini kalbine götürüp bana döndü.
    “Sanırım mı? Şuramda birşeler kırıldı.” Yaptığı yüz ifadesine ikimiz de gülmeye başladık. Gece güzelleşmeye başlıyordu. Bir süre daha eskilerden, eğitiminden, okuduğumuz yeni kitaplardan ve tatlılardan bahsettikten sonra zamanın nasıl geçtiğini anlayamadığımızı fark ettik.
    “Eminim endişelenmeye başlamışlardır, dönsek iyi olacak sanırım.” Kolunu uzattı, hemen girdim ve sessizce yürüdük dönüş yolunu.  
    Salona girdiğimizde insanlar bize döndü ve istemeden tüm ilgiyi üstümüze çekmiş olduk. Gözlerimle kalabalığı taraynca Colette’i gördüm ve yanına gitmeye karar verdim. Orcus’a dönüp reverans yaptıktan sonra bana göz kırptı ve midemde uçuşmaya devam eden güvelerle kalabalığa girdim.
    “Prens’e ne oldu?” Colette ağzı açık bana dödü. Orcus’la beni görmemişti bu yüzden o sırada salonda olmadığımı da bilmiyordu.
    “Bilmiyor musun? İlk dans için piste çıktı ve yaptığı tek şey etrafında dönüp insanlara bakmaktı. Birini arıyordu ama bulamayınca kardeşin ile ilk dansı açtı. Skadi’yi görmen gerekiyordu; tavus kuşu gibi tüylerini kabartmış tam bir asalet abidesiydi.” Son kelimeleri dalga geçercesine söylemesine hiç bozulmadım çünkü ne kadar kibir saçtığını tahmin edebiliyordum. Virtus beni aramış olabilir miydi?
    Danslar, eğlenceler, oyunlar ve kutlama merasimleri sırasında hiç aktif değildim. Niçin bu kadar stres  yaptığımı anlamasam da doğru olan buymuş gibi geliyordu. Eğer nedeni belirsiz sinir krizini yaşamasaydım Orcus ile yaşadıklarım gerçekleşmeyecekti.
  “Duyduklarım doğru mu Freyja, Prens sana ilgi mi duyuyor gerçeken? Şaşırtıcı…” Şiva bir anda yanımda belirmişti. Kibirli bir şekilde konuşsa da son söylediğinin aksine şaşırmadığı belliydi. Basık suratlı bir kediye benzerdi ve herkes ona Sinsi Şiva derdi; hayatımda gördüğüm en tiksindirici insan karşımdaydı ve bana yukardan bakarak dikiliyordu.
    “Neyden bahsettiğini bilmiyorum Şiva?” Saçmalıklarına ayıracak enerjim yoktu.
    “Kelimeleri süzgeçten geçiren son zeka kırıntıların da mı yok oldu, yazık sana hıh!” Durduk yere yediğim lafın karşısında birkaç saniye afalladım fakat ardından öfke yerine gülme hissi geldi. Yüzüme en iğneleyici ifademi takındım.
“Ağzının içinde gevelemeyi ve olmayan şeyler hakkında dedikodular yaymayı bıraktığın zaman, sana acımayı bırakacağım; şuanda gözümde sinir bozucu bir tırnak kirinden farkın yok. Şimdi izninle, seni ilglendirmeyen hayatıma devam edeceğim.” Arkamı dönerken eteğimi savurdum ve hedefim olmaksızın yürüdüm. Aşırı havalı çıkışımın ardından arkamdan bakarkenki yüzünü hayal edince sırıtmadan edemedim. Bu tarz dramatik olaylar hayatımı renklendiriyordu ve  normal mi bilmiyorum ama bana enerji veriyordu. Şimdi tek ihtiyacım olan uyumaktı fakat tam karşımdan bana doğru yürüyen kişiyi görünce duraksadım.
    “Seni göremedim Freyja, buradaydın demek.” Yüzünde onun için utanmama neden olacak bir zafer ifadesi vardı.
    “Mutlu yıllar dilerim Majesteleri. İyi hissetmiyordum, ancak katılabildim.” Prens, bahanelerim yüzünden beni hastalıklı bir kız olarak görmeye başlamıştır herhalde. Bu işime gelirdi.
    “Önemli olan sağlığın ama yinede ilk dansı seninle yapmak isterdim.” Sinirlerime hakim olamayacaktım neredeyse; resmen benim yerime kız kardeşimle dans ettiği için duyduğu memnuniyetsizliği dile getirmişti. Cevap vermemi beklerken dik dik ona bakmaya devam ettiğimden rahatsız olmuş olacak ki etrafa bakınmaya başladı. Kendimi toparladım ve yüzüme sahte gülümsemelerimden birini yerleştirdim.
    “Beni çağırıyorlar sanırım Majesteleri, iyi yaşlar.” Arkama bakmadan annemin olduğu gruba doğru ilerledim.
    Olaylı gecemin ardından herkesle birlikte arabalarımıza bindik. Tam o sırada bana doğru koşan uşağı görünce arabayı durdurdum ve uzattığı not parçasını aldım; tam teşekkür edip araba ilerlemeye başlayacakken ikinci  bir uşak daha nefes nefese bana bir not uzattı. İkisine de teşekkür edip arabadakilerin huzursuz edici, meraklı bakışlarını görmezden  gelerek kağıt parçalarını açmadan bacağımın altına sokuşturdum.       

    Sevgili Freyja,
    Bugün çok güzel bir gün geçirdim, tabi seninle daha çok vakit geçirmek isterdim ancak elden ne gelir. Seni göremediğim zaman çok özleyeceğim; tıpkı kimsenin sevmediği bir dodo kuşunun sevgi beklemesi gibi seni görmeyi bekleyeceğim.
Majesteleri Prens Virtus Spika

    Odama vardığımda ilk olarak bir dodo kuşu gibi beni bekleyecek kişinin notu gelmişti elime. Yazı düzgün bir el yazısıyla yuvarlak bir kağıda yazılmıştı ve tek kaşım havada okuduktan sonra, iç çekişle yatakta yanıma bıraktım ve ikinci notu açtım.

    Güzel Freyja,
    Sobetlerimizi özlediğimi fark ettim bugün. En kısa zamanda tekrar görüşeceğimizden emin olabilirsin. 
Orcus

   Etkileme çabası olmayan, şovdan uzak ve kendinden emin bu kısa notu kalbime bastırma ihtiyacı duydum ve kendimi yatağa bıraktım. Uyumak için kafamda çok şey vardı. Yazıda söylediği şeyin ne anlama geldiğine kafa yormak istemiyordum çünkü hiç bir net yanıt alamayacaktım, elime geçen tek şey baş ağrısı olacaktı fakat engel olmak elimden gelmiyordu. Ona sadece ikimizin olacağı bir piknik hazırlayıp mektup yazmalı mıydım acaba? Çok aceleci ve hevesli görünmek de hoş kaçmazdı, en iyisi onu beklemekti. Düşüncelerimden bir şekilde sıyrılmayı başarıp uykuya sarıldım ki mutlu hayalerime, bir adım daha yaklaştığımı düşünebileyim.

                                   …

    Kumsalda oturmuş dalgaları izliyordum, az sonra gün batacak  ve gitmem gerekecekti. Stellnum’ da, büyük krallığımızda, huzura ulaşabildiğim nadir mekanlardan birindeydim ve düşünmek için idealdi. Tam bir hafta, bir haftadır Orcus’tan herhangi bir şey bekliyordum. Oysa son notundan sonra birşeyler olacağından emindim. Topladığım çiçekleri alıp ayağa kalktım. Eve gitme vaktiydi, hava kararmadan gitmeliydim.
    Ciğerlerim aniden biberiye kokusu ile doldu. Arkamı döndüğümde bir gölge hızla önümden geçti. Açık alandaydım ve etrafımda döndüm ancak hiçbir şey göremedim, tekrar arkamı döndüğümde karşımda bir elf duruyordu. Onyıllardır ne bir elf görüldüğünü işitmiş ne bir dedikodu duymuştum; onlar hakkında öyle çok okumuştum ki ne olduğunun bilmemem mümkün değildi. Uzun bir surat, kısık kedi gözleri, büyük ve sivri kulaklar; rüzgarla hareket eden uzun, örgülü sakalı ve iki metreden uzun boyu ile dizlerine gelen beyaz saçları vardı. Hareket edemedim ve öylece kalakaldım. Yalnızdım neyse ki elfler savaştan kaçınan varlıklardı. Elimden gelen tek şey ilk sözü ondan beklemekti ancak karşımdaki devasa varlık gözlerini kırpmadan bana bakıyordu.
    “Gelecek senin seçiminde, doğru kapı hayatları kurtaracak.” Sesi kafamın içindeydi, ağzını bile oynatmadı ve öyle sert bir rüzgar esti ki gözlerimi kum tanelerinden korumak için elimi siper etmek zorunda kaldım. Aniden çıkıp aniden dinen rüzgarın ardından baktığımda elf artık ortada yoktu. Beni bir boşluğa sürüklemiş ve orada bırakmıştı.
    Eve gittiğimde kimseye olanlardan bahsetmedim ve doğrudan kütüphaneye gittim. Söylediğikleri ile ilgili bir şey bulmak için uzun bir süreyi kitaplarla geçirdim ancak hiçbir sonuca ulaşamadım. Kelimeleri ilk duyduğumda aklıma rüyam gelmişti ama belki daha net bir şey geçer elime diye araştırmaya devam etmiştim. Doğru kapıdan kastına anlam vermek için çabaladım. Siyah olanı hislerimle seçmiştim, doğru olduğunu hissettirmişti ve yine olsa aynısını yapardım. Beyaz kapıyı açmam için kan akıtmam bile gerekiyordu, hem kendi kanımı feda etmeliydim hem hislerime karşı gelerek arzularımı geride bırakmalıydım ancak şu sırada elimden gelen tek şey uykuya dalmaktı.  
    Yine aynı mekandayım, bomboş bir arazi ve önümdeki tanıdık kapılar… Siyah kapıya yaklaşıyorum yeniden fakat kuzgun bu sefer beni izliyor ve başka bir yere kaçırmıyor gözlerini. Elimi uzatıyorum ki kapıyı açabileyim. Tam  o sırada  kuzgun elime uçuyor ve gagasını elime geçireceği sırada beyaza dönüşüyor. Tüyleri kökünden uçlarına doğru renk değiştiriyor ve göz açıp kapanıncaya kadar ben, gül sarılı kara kapıyı açıyorum ve öteki elimle beyaz kuzguna bir tokat indirip nefes nefese, korkudan tüylerim diken dikene ve gözlerim kapalı şekilde kapıyı arkamdan kapatıyorum.
    Sıçrayarak kalktım yataktan. Gözlerimi açar açmaz burnum gül kokusu ile doldu.
    “Biz de tam sizi kaldıracaktık leydim. Az evvel geldi bu buket.” dedi Ran baş ucuma bakarak. Komidinime bırakılmış bir demet kırmızı gülü kucağıma aldım; üstünde mührü kırılmamış bir zarf vardı. ‘Hazır olduğunda söğüdün altında olacağım.’ Orcus’tan bir hediye… Ak Göl’ün dibindeki sedir ağacını kastettiğini biliyordum. Zamanında balık tutmaya çabalarken onu izlerdim, ardından o ağacın altında uzanırdık. Çabucak hazırlandım ve bir piknik sepeti hazırladıktan sonra yola koyuldum.
    Arabacıya beklemesini söyledikten sonra yürüme yoluna girdim ve yola taş dizdirdiği için kraliçeye teşekkür ettim. Bizim gelip gittiğimizi fark ettiğinde bunu yaptırmış ve göle de tahtadan bir iskele koydurmuştu.
    Orcus iskelenin ucunda oturmuş oltasını tutuyordu, sepeti ağacın dibine bırakıp yavaşça yanına yürüdüm. Arkasına döndü ve göz göze gelince gülümsedi.
    “Verdiğim sözü daha erken yerine getirmek isterdim Freyja ancak bugünü bulabildim. Umarım seni kırmamışımdır.” Yanına oturdum ve ayaklarımı aşağı sarkıttım.
    “Eh biraz bekledim tabi ancak durumunun farkındayım ve saygı duyuyorum.” dedim ona anlayışlı gözlerle bakarak. Oltaya bir şey asılıncaya kadar sohbet ettik ve yukarı çektiğinde bir balığın oltaya takılmış olduğunu gördüm ancak Orcus onu iğneden kurtardı ve suya geri bıraktı. Şaşırmamıştım çünkü onun tarzı buydu sanırırm, her seferinde aynısını yapardı.
    “Yiyecek birşeyler getirmiştim.” dedim ve mutlu bir şekilde kafa sallayıp kalktı. Uzattığı elini tuttum ve kibar hareketini kabul ettim ancak o elimi bırakmayınca ufak bir şaşkınlık geçirdim; ağacın altına yürürken elini tutmaya devam ettim. O sırada düşünmeden edemedim, benim yanımdayken ne kadar da farklı bir yüzünü gösterdiğini. Başkalarını yanında her zaman içine fazladan bir nefes çekmiş gibi dimdik dururdu, güçlü ve kararlı bakışalarından asla ama asla ödün vermez, her zaman ve her soruya karşı soğukkanlılığını korumayı başarırdı. Benim yanımdayken o nefesi veriyor ve omuzları sanki gevşiyordu, bu beni öylesine tatmin ediyordu ki düşününce bile mutluluktan nasıl tepkiler vereceğimi bilemez oldum. Sonuçta birinin karşısındakini limanı, kendi gibi olabileceği özel bölgesi olarak görmesi iki tarafı da rahatlatırdı; hele de sevdiği biri olunca.
    “Elfler hakkında ne biliyorsun?” dedim ağzına bir dilim muhallebi tart atarken; çiğnerken tek kaşı havada şaşkınlıkla beni izliyordu. Yuttu ve boğazını temizledi bir öksürükle, tekrar bana döndü.
    “Nereden çıktı bir anda?” Omuz silkmekle yetindim ve cevap beklercesine bakmaya devam ettim.
    “Bizleri vahşi olarak gören yaratıklar, kendi hallerinde yaşamlarını sürdürür ve kendilerinden ayrı kalan türleri iletişime değer bile görmeyecek kadar da kibirlidirler. En azından bildiğim kadarıyla; hiç kendi gözlerimle bir elf görmedim.”  Bildiklerimden fazlasını söylememişti.
    “Peki sence günlerden bir gün, biri bir elf görse bu ne anlama gelir?” İşte şimdi bana merak ve dikkatle bakıyordu, aptalın zıttıydı ve durduk yere sorduğum sorular doğal olarak şüpheli geliyordu kulağa.
    “Şaşırmayacağına eminim ama bildiğin üzere önemli olan tek şey kendi türleri onlar için ve eğer bir elften mesaj alan bir kişi olursa, bu olay her ne ise onlara kadar uzanan ve muhtemelen onları tehdit eden bir konudur diye düşünüyorum.” Tüm bunlar ağır gelmişti ve anlam vermekte güçlük çekiyordum. Eğer bu sözler doğru ise rüyam ne tür bir kehanetti böyle?
    “Şimdi soru sorma sırası bende Freyja, bana karşı dürüst ol ve tüm bu soruları neden sorduğunu söyle.” O bakışların altında ne yalan ne kaçamak cevaplar mümkündü fakat eğer  bu gerçekten de bir kehanetse şimdilik kendime saklasam iyi olacaktı. İkimiz de sırtımızı ağaca vermiş oturuyorduk; kafamı, sorulardan kaçma arzusunun verdiği adrenalinle Orcus’un omzuna yasladım.
    “Zamanı geldiğinde her şeyi anlatacağım, söz veriyorum.” Bir anlığına kasıldı ancak omuzları yeniden gevşedi ve yanağını saçlarıma bastırdı; gözlerimi yumdum, güneş veda ederken etrafı turuncuya çeviriyordu, göz kapaklarımın ardından aldığım bu yatıştırıcı ışık ve yanımdaki kişiden aldığım iki türlü sıcaklık ve güven beni uykuya itekliyordu ansızın, daha fazla karşı koyamadım ve kendimi bıraktım.
    Gözlerimi açtığımda hava kararmıştı ve Orcus yanımda uyuya kalmıştı. Kafasının düşmesine engel olarak başımı omzundan kaldırdım ve kendi omzuma koydum; göle çevirdim gözlerimi, üstünde uçusan su tilkilerini gördüm, antenlerinden ışık saçarak suyun üstünde uçan elim kadar böceklerdi, hayatları boyunca yere ayak basmaktan korkarlar ve öldüklerinde yorgunluktan ölürlerdi, yere konmaktansa güçsüz düştüklerinde suda boğularak ölmeyi seçtikleri için de her zaman göl veye tatlı suların üstünde uçuşurlardı.
    “Güzeller değil mi?” İrkildim ve Orcus’a baktım ancak kafasını kaldırmak ister gibi bir hali yoktu, ben de önüme döndüm ve kafamı salladım.
    “Bu zamana kadar gitmemiz gekmez miydi?” dedim kısık bir sesle. Yavaşça doğruldu ve ağaca yaslanarak gölü izlemeye devam etti, iç çekti.
    “Sanırım öyle, haydi…” dedi ancak o da benim gibi ayrılmak istemiyordu. Elimi yeniden tuttu ve karşı çıkmadım, çıkamadım. Tenlerimiz birbirine her değdiğinde açıklanamaz bir huzurla doluyor ve daha fazlasını arzulayan bedenime karşı koyuyordum.
    Arabacının hala burada olduğunu görünce az da olsa şaşırmıştım; Orcus benim için kapıyı açtı ve içeri girmeme yardım etti, sepetimi yanıma bırakıp ona döndüm.
    “Öyle güzel bir gündü ki Orcus…” dedim ve zamanın ne kadar da çabuk geçtiğini fark ettim.
    “Aslında Freyjacığım, beni tüm karmaşanın içinden kurtardığın için ve bu kadar mutlu ettiğin için sana borçluyum.” dedi ve elimi öptü. Ona yavru köpek gibi baktığıma emindim fakat engel olamıyordum.  Kapımı kapattı ve uyuya kalmış arabacıyı uyandırmak için ön tarafa yürüdü; araba bir an için sallandı, karşısında müstakbel kralı görmüş olan arabacı şaşkına dönmüş olmalıydı. Yol boyunca bugünü düşündüm ve hayallere daldım, tıpkı bir çocuk gibi. Kafamın içinde kendi kurduğum dünyaya öyle dalıp gitmiştim ki araba durana kadar geldiğimiz fark etmedim. Kopacak kıyamete hazırlamaya çalıştım kendimi; Orcus ile olduğumu söylememiştim çünkü çok büyütecek ve beni samimiyetten uzak  bir resmiyet içine sokmayı başaracaklardı ayrıca bu kadar uzayacağını da düşünmemiştim. Derin bir nefes aldım ve kapıyı çaldım, Skadi açınca şaşırdım.
    “Sonunda geldin.” dedi ve sanki yüzüme bakmaya katlanamıyormuş gibi beni kapıda bırakarak içeriye yürüdü, bir kanepeye oturdu ve bana çevirdi bakışlarını.
    “Herkes nerede?” Etrafa bakındım ama annemin kızgın ve meraklı gözlerini bulamadım.
    “Uyuyorlar ancak benim ne kadar düşünceli ve iyi olduğumu bilirsin. Muhtemelen anlam veremeyecek ve şaşıracağını düşündüğüm için seni bekledim.” Bana bir kağıt uzattı. Orcus’tandı ve benimle piknik yapacağını ve eve geç gelebileceğimi belirtmişti; bunu uzun süredir görüşemeyen iki dostun  hasret gidermesine bağlamış, annem ve babama merak etmemelerini ve beni evime sağ salim şekilde, bizzat ulaştıracağını söylemişti. Yani herşeyi önceden tahmin etmişti.
    “Sen çıktıktan bir süre sonra geldi, tebrik ederim.” dedi ve sinirli bakışlarını gizleme ihtiyacı duymadan, benim bir şey söylememe bile izin vermeden arkasını dönüp odasına çıktı; şaşkınlıkla arkasından baka kaldım.

♡♡♡

    Umarım beğenmişsinizdir sevgili okurlarım. Fikirlerinizi paylaşmayı unutmayın lütfen. ♡♡♡♡

You've reached the end of published parts.

⏰ Last updated: Sep 01, 2021 ⏰

Add this story to your Library to get notified about new parts!

TaçWhere stories live. Discover now