v

153 19 12
                                    

Pekâlâ, düşündüğümden de çok sessizdik.

Jeongguk daha önce onda görmediğim bir ifadeyle yüzüme bakmış ve tek kelime etmemişti. On yedi dakika boyunca birbirimizi izlemiştik ve sipariş ettiğimiz kahveler, on bir dakika önce gelmişti, biz gözlerimizi birbirimizden çekmemiş ve onlardan bir yudum almamıştık. Soğumuş olduklarına emindim.

İç çekmiştim.

Onun konuşmasını istiyordum; isterse saçmalasın ya da cümleleri son derece mantıklı olsun...

Yalnızca konuşsun.

Sessizliği ona, bu dünyadaki her şeyi yakıştırabileceğim adama, hiç mi hiç yakıştıramamıştım.

O konuşsun, ben ise sonsuza kadar susayım istiyordum; susup, onu izlemeyi. Onu ve rengini değiştirdiği, kahverengiye çalan sarı, ipeksi görünen o parlak saçlarını...

Bir süre sonra saçlarını izlemeye daldığımı, zihnimdeki acaba dokunsam bana kızar mı? sorusu nedeniyle fark etmemiştim.

Ne de olsa zaten yakında öleceğim. Bana bir kere kızsa, hayatımda ne değişebilir?

Daha fazla düşünmenin yalnızca vakit kaybı olacağına karar verdikten sonra elimi ona doğru uzatmış ve parmaklarımın saçları arasında kayboluşunu izlemiştim. Kaşları çatılmıştı fakat ifadesinin kızgınlık değil, şaşkınlık olduğunu gözlerinden anlayabiliyordum.

Saçlarını sevmeyi birkaç saniye sonra bırakıp, sağ dirseğimi masaya dayamış, elimle başıma destek alarak onu izlemeye devam ettiğim sırada sessizliğimizi yavaşça mırıldanarak bozmuştu.

Bir anlığına, onun sesinde kaybolduğumu hissetmiştim.

"Bana söylemek istediğin herhangi bir şey var mı, Yoongi?"

"Hm hm, saçlarını seviyorum"

Aramızdaki sessizlik birkaç saniyeliğine de olsa bozulmuştu ve buna karşılık minik bir şekilde gülümsemiştim. Derin bir nefes alıp geri bıraktığını dinlediğimde, sağa doğru eğdiğim başımı sol tarafa doğru eğmiştim, boynumdan gelen sesler ile gözlerimi kapatmıştım. Rahatlatmıştı.

"Beni kim sandın? Bay Kim, benim okuduğum hastaneden mi? Ah, en önemlisi, tekrardan soruyorum, ne tedavisi?"

Susmadan, duraksamadan sorularını arka arkaya, hızla sıralıyordu ve bu benim hoşuma gitmişti.

"Yoongi, kafamda bir sürü soru işareti var."

"Soru işareti olarak kalabilirler." Gözlerimi açıp onunla göz teması kurmuştum. "Kızıl çok daha güzeldi. Yeniden boyayacak mısın?"

"Sorularıma neden cevap vermiyorsun?"

"Çünkü bunu istemiyorum." Soğumuş kahvemden büyükçe bir yudum alıp hayatımızdan birkaç saniyeyi çalmıştım. "Hakkımda bir şeyleri bilmen veya bilmemen, senin hayatındaki hiçbir şeyi etkilemeyecek."

"Bak, daha ikinci senemde olsam da tıp okuyorum ve çoğu hastalık konusunda birçok fikre sahibim. Sana yardım edebilirim."

"Neden bu kadar umurunda ki?"

Elimde sıkıca tuttuğum bardağı masaya bırakmış ve sıkıntıyla gözlerimi birkaç saniyeliğine yummuş, derin bir nefes alıp, tekrardan havaya bırakmıştım.

"Tanışmamızdan bu yana iki hafta bile geçmedi Jeongguk. Beni boş vermelisin ve hatta tam da şu an boş versene. Benim hayatım seni biraz olsun ilgilendirmez. Hastaysam eğer, bu kendime; tedavi olup olmamam, yine kendime. Bunlar seni uzaktan ve yakından ilgilendirmeyen konular ve seninle bunları konuşmamıza uygun bir ilişkimiz yok."

Birkaç saniye dediklerimin ardından duraksayıp yutkunmuştum, Jeongguk ise yalnızca gözlerime bakıyordu. Ondaki duyguyu kestiremediğimi fark edip kaşlarımı çatmıştım.

"Ayrıca, ben hasta falan da değilim, tedaviye ihtiyacım yok. O duyduğun doktor ile sadece bir yakınım hakkında konuşuyorduk, artık ona da ihtiyacım kalmadı."

Yaşamım boyunca yalan söylemekten hiç hoşlanmamış ve elimden geldiğince de bundan kaçmıştım. Karşımda gözlerinin yaşlarından ötürü parladığını fark ettiğim çocuğa yalan söylemiş olmayı hiçbir zaman istemezdim, fakat her sözcüğüm yalnızca birdenbire ağzımdan çıkmıştı ve ben onları durduramamış, kontrol edememiştim.

O sessizliğini korumaya devam ettiği sırada başımda alışık olduğum gibi bir ağrı yer edinmeye başlamıştı fakat bu, önceki ağrılarımdan daha da şiddetli başlamıştı. Gözlerimi sıkıca yummuş, ellerimi yumruk yapmıştım.

"Pekâlâ."

Karşımdan yükselen sesi titremişti fakat bunun sebebini o an düşünemez hâldeydim.

"Ben, belki şey... ah, boş ver önemi yok."

Gözlerimi hâlâ kapalı tutarken, masanın hafifçe titrediğini ve karşımdaki sandalyenin ittirildiğini duymuştum. Başım, sanki duvara arka arkaya vuruyormuşum gibi sızlıyordu.

Çok geçmeden masadaki hareketliliğin azaldığını fark ettiğimde kaşlarımı çatarak gözlerimi yavaşça aralamıştım. Yalnızca boşlukla karşılaştığımda kaşlarım olabilir gibi daha da çatılmıştı ve görüşüm buğulanmıştı.

Saçlarını çok bi' sevdiğim, güzel yüzlü çocuk yoktu, gitmişti.

Yalnızlığımı umursamamıştım; ağrım, çok, çok kötüleşmişti.

Daha fazla bu ortamda duramayacağıma karar verince oturduğum sandalyeyi güçlükle geriye itip, ayağı kalkmış ve neredeyse adım atmaya zorlanır bir şekilde kasaya doğru ilerlemeye başlamıştım.

Bir an önce evime gitmeyi ve gün ile her şeyi bitirmeyi diliyordum, bu yüzden elimden geldiğince hızlı olmaya çalışmıştım fakat Jeongguk beni geçmiş, gitmeden önce hesabı ödemişti.

the beachHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin