¡3

9.8K 1.1K 702
                                    

duzyazi eyvah

#

"ya uyansana amına koyayım." az sonra düşeceği için pek yerinde kıpırdanamayan minho, aynı zamanda sessiz olmazsa cenazesinin kalkacağını bildiği için susuyordu.

saat yine sabahı buluyordu ve minho yine üst ranzasındaki oğlanın ağladığını sanıyordu. bu sefer yazmak yerine yukarı çıkıp bakmak istemişti ama ağlamadığını, onun yerine rüya gördüğünü anlamıştı.

hoş, kâbus da denebilirdi. yüzünde pek rüya görüyorum, her şey mükemmel diyen bir ifade yoktu.

her şeyin mükemmel olmadığı aylardır apaçık belliydi zaten.

minho için bu denemezdi. cidden hayatında pek bir sorun olduğu söylenemezdi. arada üzülür, ama üzüntüsünün nedenini bilmezdi, ağırlık çökerdi sadece. onun dışında yurtta olsa ve az görse bile gayet iyi ilişkilerinin olduğu bir ailesi vardı. mükemmel denecek kadar olmasa da kötü hiçbir şey yoktu.

herkesin hayatını böyle sanardı. ta ki yaklaşık beş sene önce jeongin denilen çocuk minho'ya problemlerini açana kadar.

onun da öyle abartılacak problemleri yoktu. abisiyle iyi anlaşamıyor, kavgalar edip duruyordu ve bunu birine anlatma isteği duymuştu. öyle durgun, herkesi tersleyen biri olarak gözükse de, minho'nun normalde böyle biri olmadığını yakın arkadaşı olduğu için biliyordu. ona güveniyordu jeongin, ilk bu problemlerini, ikinci bir abisi olarak gördüğü minho'ya anlatmıştı.

ardından minho, altı çocukla daha tanıştı tesadüfen yerleştirildiği bir lisenin minik bir yurt odasında. minho, jeongin'e az arkadaşı olduğunu söylediği zaman, jeongin ona bir sürpriz olsun diye kendi arkadaşlarıyla tanıştırmıştı. ki, iyi ki de yapmıştı. onlar olmadan nerede olurdu bilemiyordu.

özellikle de han jisung olmadan.

harika bir çocuk.

aynen böyle görünüyordu, harika.

hoş, gülümseyen ve gülümsettiren herkes harika görünür, öyle değil mi?

şakalar yapan, insanların gülmesini sağlayan, herkese iyilikte bulunan ve insanların haklarını savunan bir insana nasıl mutsuz diyebilirdiniz ki?

hani klişe bir laf vardır, en çok gülenler içinden en çok ağlayanlardır diye, aynen bu sözün karşılığıydı minho'nun tanıştığı bu çocuk.

bunu da birkaç ay önce anlamıştı zaten, gecenin bir saati.

problemleriniz varsa niye başkalarını güldürmek isterdiniz ki, başta kendinizi güldürmeden?

çünkü eğer biz mutlu olamıyorsak, başkaları olsun isteriz.

jisung'un yaşam tarzı da buydu işte. başkaları mutlu olsun, hak eden insanlar.

jisung iyi bir insandı. iyilik kelimesine nesnel diyemezdiniz, ama bu tür bir iyilik öznel bir şekilde kalacak kadar düşük değildi.

jisung iyi bir insandı ve bu artık nesnel gibiydi. asla kimseye kötülüğünü görmezdiniz, dört dörtlük denilen çocuklardan olmuştu hep.

ama minho kötülüğünü görmese bile, içinden kopan birkaç parçayı görmüştü o gece. minik hıçkırığında saklıydı her şey.

şu an ise ne yapacağını bilmeden, diğer parçaların da kopuşunu izlemek zorunda kalıyordu.

"jisung, uyanır mısın?" birkaç kez dürtükledi. "hadi," anında açılan bir çift göz.

nefes nefese kalmış bir beden, normalden hızlı atan bir kalp,

kırılmış bir kalp.

"hey, ne oldu?"

minho, duygularını deli gibi yansıtmayı sevmezdi. mutlu olunca gülerdi, şaşırınca şaşkın olduğunu anlardınız. üzülünce sesini çıkarmazdı, ama siz yine de anlardınız.

han jisung'sanız.

minho'yu üzgün gördüğü iki zaman olmuştu şu zamana kadar. yine de asla çaktırmamıştı. bir yandan istese anlatırdı diyor, diğer taraftan da anlatmak istiyor ama anlatamıyor diyordu.

bu ikileme düşmemek için ne olursa olsun herkese nasıl olduğunu sorardı jisung. bir iyiyim deyişinden bile çözer, ona göre hareket ederdi.

"kâbus." jisung'un nefesleri düzene girerken, gördüğü şey bir kâbus değildi esasında.

"orasını anladık, yüzünü yıkamak falan ister misin?" minho da tedirgindi. bu çocukta ters bir şeyler olduğunu zaten anlamıştı ama, anladığı zamanlar bile karşında gülen bir surat oluyordu.

şu an ise beti benzi atmış, yalnızca karşısındaki duvara bakan, gördüklerini hazmetmeye çalışan bir beden vardı.

ve bu minho için de bir ilkti.

"olmaz, diğerleri uyanır."

"sikerim diğerlerini. iyi misin, değil misin? anlat düzgünce."

minho, bu kadar iyi olmasına sinirleniyordu. öyle ki, bu iyilikten çıkıp enayiliğe dönüşürse şaşırmayacaktı bile.

evet, kendinle beraber başkalarını önemsemek gidilmesi gereken bir yoldu. ama kendin dışındaki her şeyi önemsemek upuzun bir yoldu.

sonu da çıkmazdı.

sonuna varınca elime ne geçti şimdi diyor ve hiçbir şey geçmediğini anlayınca da salak saçma çabalarınıza gülüyordunuz.

"iyiyim, iyiyim. of, ürkütücüydü." fazlasıyla kendine gelmiş gibiydi. sanki gördüğü şeyin gerçek olmaması bu dünyada en çok istediği şeymiş gibi.

ama dedim ya, gördüğü bir kâbustan ibaret değildi.

"kâbus muydu, başka bir şey mi?" minho'nun işkillendiği sesinden bile belliydi. yüzüne vuran ay ışığından da görebilirdiniz ifadesini.

jisung da görmek istediği için ona döndü.

bir ranzanın üst yatağında, iki çocuk oturmuş sakinleşmeyi bekliyorlardı.

ya da birbirlerini.

minho direkt gözlerine bakıyordu jisung kafasını ona çevirdiğinde. burnundaki minik beni, upuzun kirpikleri...sanki hepsi ona özel gibiydi.

"anı diyelim." dedi şu an gözleri önünde olan yüzün de bir anı kalmasını isterken.

"ve sen bu anıyı silmek istiyorsun?" minho seri cevaplar veriyordu. kesin cevaplar severdi, hep böyle görmüştü. kesin olmalıydınız.

"evet. silinmiyor ama." jisung duygularını açıyordu. koridorda görseniz, dertsiz diyeceğiniz türden bir tipti. fakat ne vardı ki, belki de o koridorda en çok şey yaşayan oydu.

kim bilebilirdi ki?

"sileriz."

sileriz. yedi harf.

"siler miyiz?" bu yedi harfin etkilediği kadar hiçbir şey etkilememişti jisung'u daha önce.

minho gülümsedi hafifçe. "silemez miyiz? sileriz tabii ki."

ve inanır mısınız bilmem, jisung'un o anı yüzünden uyku alamadığı son gecesi olmuştu.

#

agladim
duzyazi yazma becerilerim sifir (0) o yuzden begendiniz mi bilmiyorum ama uzun olmus baya

silent cry Where stories live. Discover now