37|kırmızı ve turuncu

2.3K 256 57
                                    

geçen sene lee minho hakkında düşündüğüm tek şey rakibim olmasıydı. her daim aklımın köşesinde bulunan o sözlerle birlikte hem de: lee minho, dans bölümü birincisi. senden daha yetenekli ve iyi. onu asla geçemeyeceksin.

minho'yla tam olarak bu konuma nasıl geldiğimizi bilmiyordum. neden rakip olmuştuk mesela ya da neden saçma sapan sidik yarışlarına giriyorduk? alt tarafı liseye giden ergenlerdik ve yapmamız gereken tek şey dans etmekti. biz bir sanatçıydık ve sanatta tek rakibin kendin olmalıydı. öncesinden daha iyi olmak için çabalamalıydın. başkasının ne kadar iyi olduğu senin umrunda olmamalıydı işte.

onu bilmiyordum ama bana sanatım başında yanlış öğretilmişti. küçük yaşımda isteyip istemediğim bile sorulmadan ayna karşısına konulduğumda duyduğum ilk şeylerden biri en iyisi oldu. sen eski milli balerinin oğlusun, en iyisi olmak zorundasın.

bunca baskıya rağmen bir şekilde dans etmeyi sevmem büyük şanstı sanırım ama sevmem bazı şeyleri kolaylaştırmamıştı. bazen nefret edecek seviyeye gelirdim ama yine kendimi ayna karşısında bulurdum. en iyisi olmam gerekeni değil de başka hareketleri yapardı bedenim ama işin sonunda yine dans ediyor olurdum işte. çıkışı olmayan bir labirentte dönmek gibiydi, başka yola girdiğinde çıkışı bulacağını sanardın ama aslında çıkış falan yoktu.

dans etmek bana hep kazanmam gereken bir oyun olarak sunulduğu için minho'yu otomatikman rakip bellemiştim. çünkü o en iyisiydi ve onu geçmem gerekiyordu. onu geçemedikçe ve ilk defa benimle birlikte birisi daha en iyisi olarak bahsedildikçe öfkelenmeye başlamıştım. onda da aynısı olmuştu belki de. sonuçta o benim ışığımı çaldığı gibi ben de onun ışığını çalmıştım. buna rağmen o parlamaya devam etmişti ama. sanırım onunla en büyük farkımız buydu.

ikimiz de çocuktuk. hala çocuğuz. saçma hırslar yüzünden birbirimizle uğraşmak bazen bize zevk veriyordu. bazen öfkemizi birinden çıkarmamız gerekiyordu ve bazen hırslanmak için sebebe ihtiyacımız oluyordu. bunun hep farkındaydım, minho benim iyi olmamdaki en büyük sebeplerden biriydi. ondan daha iyi olmayı kafaya o kadar takmıştım ki bu yüzden çok çalışmam gerekmişti. lee minho aslında onunla düşmanken bile bana iyi geliyordu. onunla aşıkken ise bana ne kadar iyi geldiğini anlatmama gerek yoktu sanırım.

aşık olmanın insanı ya güzelleştirdiği ya da dibe çektiği söylenirdi hep. aşık olmak bende nasıl duruyor hiçbir fikrim yoktu fakat minho'da kesinlikle güzel duruyordu. artık gözüme daha bir güzel gelme sebebi aşık kalbim değildi, gerçekten. aşık olmak minho'ya yakışmıştı. buna sebep olmak da beni mutlu ediyordu tabii ki.

lee minho'ya karşı değişen şeylerimin hayatımı güzelleştirmesi evrenin cilvesiydi sanırım. sadece bir aydır sevgiliydik ve bir ayda bile 19 yıldır olmadığım kadar mutlu olmuştum. önceden gıcık ergenin teki olduğunu bilmek ise son bir ayı daha ironik karşılamamı sağlıyordu sanırım. sevmek insanı her anlamda güzelleştiriyordu sanırım.

"yine hangi melankolinin dibini sıyırıyorsun?"

minho'yla çıkmaya başladığımızdan beri sevgili olmamızın yapı taşı olduğunu iddia eden canım oda arkadaşım yüzünden irkildim.

"ne sessiz sessiz geliyorsun ya?" diye söylendim sonra da. ödüm kopmuştu.

"ne sessizi oğlum gayet normal hareket ediyorum. dalmış gitmişsin."

jisung'u görmezden gelip tekrar arkamı döndüm yattığım yatağımda. kaç dakikadır boş boş uzanıp düşündüğümü bilmiyordum. amacım sadece zaman öldürmekti ama galiba gerçekten de melankolik kişiliğim ortaya çıkmıştı yine.

"seninki ailesinin yanındaydı."

"biliyorum."

"gitseydin ya sen de. damatları sayılırsın sonuçta."

boy in luv [hyunho]Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin