solgun renkler

60 18 4
                                    

Neydi bu içimdeki yüreğimi burkan, gözyaşımı akıtan his? Bunu yapmayı istemiyor muydum? İstiyordum. Hep uzaklaşmak istiyordum. Ve sonunda yaptım. Şimdi neden pişmanmışım gibi? Ağlamamalıyım ama. Ağlayacak bir yerde değilim. Sahi neredeyim? Bedenim ile ruhum aynı yerde mi? Hayır. İkisi çok farklı yerdeler. Neden neden ve neden... Çok fazla sorguladığım şey var. Yorucu bir şey. Sorgulamayı bırakmaya karar verip ahşaptan yapılmış üstü tozlu olan masadaki kahveme uzandım. Bardak soğumuştu, bir yudum aldım. Kahve de aynı şekilde soğumuştu. Mutfağa gidip bardağı boşalttım. Yeni bir kahve yapıp çalışmaya devam etmeliydim. Yolculuk yüzünden iki gün ara vermiştim zaten. Bu kadar tembellik yeterdi. Çalışma zamanı gelmişti. Ve tabii şu ev hali giyimimden de kurtulmalıydım. İşimi ciddiye alan bir insanım sonuçta. Bir şeyler yazacaksam eğer bir şair, bir yazar gibi giyinmeliydim. Eğer giyimime özen göstermez isem saygısızlık olmaz mı? Hem benim dahi saygı göstermediğim bir yazıya başkaları neden saygı göstersin ki? Gidip üzerime düzgün görünümlü, ütülü, temiz kokulu bir takım giydim. Mutfağa dönüp kahvemi aldım. Ve artık masanın başına geçip başlayabilirdim. Aklıma gelen ani fikirle masayı olabildiğince sessiz bir şekilde pencerenin kenarına taşıdım. Sessiz olmalıydım çünkü geceydi. Bir apartmanda yaşamaya başladığım için buna dikkat etmeliydim. Sonuçta insanlar benim gibi değil, bu saatte uyuyorlardır elbet. Ben geceleri severim. Uyku ile geçirmem huzur dolu gece sessizliğini. Gündüzleri uyumaktır tercihim. Her davranışım, her düşüncem beni insanlardan soyutlaştırarak yalnız bırakmasına rağmen şu an bedenimin yalnız olması neden içimi acıtıyor? Ah bu ben. Beni ben bile anlayamıyorum bazen. Kendimi soyutlaştırıyorum dememe bakmayın. Fazla atılgan bir insanımdır. Herkes ile bir muhabbetim olur. Çok türlü insan tanımışımdır. Bu insanlara daha fazlasını da eklemeye devam ediyorum. Her insan yeni bir dünya, yeni bir hayat. Bir edebiyatçı insanlardan uzak kalmamalı. Hepsini tanımalı,her dünyadan haberi olmalı,hepsinin içinde bir yere dokunmalıdır benim gözümde. Sonuçta bizim yazılarımızın özneleri insanlar. Pervaza yaslanmış, sessiz ve insansız İstanbul'u izliyorum. Geceleri daha başka bir güzelsin İstanbul. Gündüzleri sahte bir kalabalık var içinde. Sana yakışmayacak insanlarla dolusun. Oysaki ne savaşlar verildi uğruna. Değer miydi bugünlere tartışılır. Orası benim haddime değil. Ben yazımı yazar kenara çekilir izlerim. Yazmak kadar sevdiğim bir şey varsa o da izlemektir. İstanbul izlemek için çok müsait bir şehir. Gün olur Üsküdar'ın sahiline iner, kimi zaman yaşlıları kimi zaman sevdalıları, kimi zaman dünyayı tanımaya çalışan ufaklıkları, kimi zaman telaşlı insanları, kimi zaman yetişmek için koşuşturan insanları izlerim. Vedalaşacağım zaman ise çayımın son demlerinde denizi izlerim. İnsanların sesini susturur, denizin dalgalarını duyarım sadece. Soyutlanırım birkaç dakika dünyadan. Ben, deniz, çayım ve birkaç düşünce kalır geriye. Gün olur Kadıköy'ün caddelerinde dolaşır, kimi zaman satıcı çocukların yalvarışlarını, kimi zaman şarkı söyleyip gitar çalan insanları, kimi zaman ellerinde kitaplarla gezen ruhu güzel insanları, kimi zaman kaba saba artistlik peşinde koşan delikanlıları izlerim. İnsanların adım seslerini dinlerim,gülüşlerini, bazen ise çığlıklarını. Ama onlar kötü şeyler. Onlardan söz etmeyeceğim. Gün olur binerim rastgele bir otobüse, son durağa kadar karanlık şehri aydınlatan ışıkları izlerim. Sanki ayarlanmış gibi, örüntü şeklinde görünür hep bu ışıklar. Ne garip. Hayattaki tek gariplik bu değil elbet. Garipsediğim öyle çok şey var ki duysanız aklınız şaşar. Ama bana en garip gelen şey insanlardır. Herbirinde aynı organlar var iken hepsi birbirinden nasıl da bu kadar farklı olabiliyorlar? Kastettiğim düşünceler değil. Düşünceler elbette farklı olur. İki insanı hatta iki kardeşi yan yana getirip herhangi bir konuda bir soru sorsanız cevap nesnel olsa dahi ikisi bunu farklı ifade edecektir. Bunun sebebi düşünce yapısıdır. Bakın konu nasıl da buralara geldi. Halbuki şu anda yazıya başlamış hatta bitirmiş olmalıydım. Daha konusunu bile seçmedim. Her gün bambaşka bir konuyu hedefleyip bambaşka bir konuyu yazıyorum ya, orası ayrı. Sanırım anlatmaya neden burada olduğumdan ya da kim olduğumdan başlamalıydım. Ben Turgut. Bu güzel şehre aylarca gel git yapan bir öğrenciydim. Aslında aşık bir öğrenciydim de diyebiliriz. Ve bir gün kafama dank etti. Bursada yaşamam için hiçbir sebep yoktu. Sonra bir elimde bavulum bir elimde kitabım bindim otobüse düştüm yollara. Tren ile gitmek istemedim. Aslında yol otobüsle iki gün sürecek kadar uzak değildi. Ama ben uzattım. Güzergah üzerinde keşfetmek istediğim, her köşesini görmek istediğim yerlerde inip dolaştım. İşte bu da İstanbul'a varış süremi geciktirdi. Gecikmemin etkileyeceği tek bir insan vardı. Güzel mi güzel naif mi naif Aybüke. İsminin anlamı gibi parlak bir yüzü vardı. O kadar güzeldi ki bakmaya doyamazdım. Onu gördüğüm an yollarım, hesaplarım şaştı. Dünya tersine döndü sanki. Güldü huzur doldum, yüzünü astı hüzün doldum. İkimiz de aynı fakültede okuyorduk. Onu ilk kez kampüsün bahçesinde görmüştüm. Şiirler yazdım her fırsatta ona. Uzaktan sevdim onu öncelerde. Gel zaman git zaman uzun bir süre bu böyle devam etti. Bazen derslerimiz uyuşur, güzel sesinden şiirler dinlerdim. Böyle uzaktan uzağa izlemek benim mizacımda bir insan için çok tezattı. Daha fazla bekleyemezdim. Bir gün bahçedeki banklarda yalnız başına kitap okurken yanına gittim. Bunu hiç garipsemedi, sanki biliyormuş gibiydi. Konuya okuduğu kitaptan girdim, böylelikle uzun ve hoş bir sohbet başlamış oldu. Bu sohbetler artık her hafta beraber bir kitap seçip okuduğumuz, tahlilini yaptığımız sohbetlere dönüştü. O konuşurken lafını hiç kesmeden dinliyordum. Ona odaklandığımı fark ettiği anlarda utangaç bir gülümse yayılıyordu yüzüne. Gülümsemesini seviyordum, gülümsemesine sebep olmayı seviyordum. Hafta boyunca buluşacağımız güne ulaşma heyecanıyla yaşıyordum. Her Perşembe buluşuyorduk. Ve bugün çarşambaydı. O kadar heyecanlıyım ki uyku tutmuyordu. Her ne kadar aylardır tanışıyor olsak da her çarşamba akşamı ilk günki gibi bir hissiyatla heyecanlanıyordum. Yatağıma uzanıp yarını kurguluyordum kafamda. Sabah saat yedide uyanacağım. Belki de gece boyu hiç uyuyamayacaktım. Üzerime Aybüke'nin bana yakıştırdığı pötikareli yeşil gömleğimi, siyah kadife pantolonumu ve bir de ceketimi giymeyi planlıyordum. Hatta hepsi ütülü bir şekilde sandalyemin arkalığının üzerinde sabah onları giymemi bekliyordu. Köşedeki çiçekçiden bir buket papatya alıp sahil yolunda buluşacağımız yere kadar yürüyecektim. Bu yürüyüşler en sevdiğim yürüyüşler olurdu. Yolun sonu ona çıkıyordu sonuçta. Ona çok yakıştırdığım beyaz çiçekli bir elbisesi vardı. Mevsim sonbahar olsa dahi çiçekler açtırırdı. Yatakta hafifçe doğrulup komodinin üzerindeki cep saatine uzandım. Saat sabahın altı buçuğuydu. Zaman ne de hızlı geçiyordu. Hızlı hareketlerle yataktan kalktım. Kısa ve hızlı bir duş alıp hazırlanmaya başladım. Perdeyi araladım, dün gece yağmur yağmış olmasına rağmen hava soğuk değildi. Artık dışarı çıkmaya hazırdım. Önce bir fırına uğrayıp ikimize de birer tane simit aldım. Sabahın erken saatleri olduğundan simitle sıcacıktı. Fırından sonraki durağım çiçekçiydi. Her hafta uğradığımdan mütevellit çiçekçiyle ahbap sayılırdık. "Yine mi papatya Turgut Bey?" diyerek burukça gülümsedi. Başımla onayladım. Papatyaları alıp yoluma devam ettim. Deniz kenarında bir bankta buluşacaktık yine. Her Perşembe aynı saatte aynı yerde. Ama ben hep erken gelirdim. O ise hep tam vaktinde gelirdi. Erken gelip onu bekliyor olmam hoşuna gidiyordu. Banka oturdum ve saatime baktım. Gelmesine daha on dakika vardı. Gözlerimi kapattım ve kulağımı dalgaların hırçınlığıyla yaprakların hışırtısının ahengini verdim. Ve aradan önce dakikalar sonra saatler geçti. Aybüke gelmedi. Simitler soğudu, papatyaların boynu büküldü. O gün hava kararana dek bekledim, bekledim ve bekledim. Geriye sokak lambaları ve ben kaldığımda umutsuz bir şekilde evin yolunu tuttum. Neden gelmemişti? Belki de sıkılmıştır. Her hafta aynı yerde aynı insanla buluşmaktan kim sıkılmaz ki? Seven insan sıkılmaz. Belki de sevmiyordur beni. Sevse gelmez miydi? Heyecanla hazırlanmaz mıydı benim gibi?Kafamı kurcalayan binlerce soru vardı. Bütün günümü oturarak geçirmeme rağmen üzerimde bir yorgunluk vardı. Düşüp bayılacak kadar yorgundum. Bacaklarım beni taşıyamıyordu artık. Adımlarım ileri gitmiyor gibiydi. Evime gitmek için köşeyi döndüğümde çiçekçi görünür olmaya başlamıştı. Işıkları kapalıydı. Tüm çiçekler karanlıkta kalmıştı,tıpkı benim gibi. Apartmanın merdivenine çöktüm ve biraz soluklandım. Tek istediğim uyumaktı şu an. Deliksiz bir uyku çekmek istiyordum. Belki de düşünmekten kaçmak istiyordum, unutmak istiyordum. Cebimden çıkardığım anahtar ile kapıyı açtım. Bir an önce yatmak istiyordum. Yüzümü hafifçe dikleştirdim. Kapının tam karşısında bir ayna vardı. Aynaya yaklaştım ve kendime baktım. Yüzümde kırışıklıklar vardı. Şaşkınlıkla ellerime baktım. Ayna beni yanıltmıyordu. Ellerimde de kırışıklıklar vardı. Saçlarıma aklar düşmüştü. Ben 27 yaşındaki Turgut değildim. O Turgut'un üzerinden yıllar geçmiş, ben yaşlanmıştım.

A.S.A

yanılsımanın yansımasıWhere stories live. Discover now