the little kage family

101 14 25
                                    

Son birkaç günüm... zorlu geçmişti.

O gün eve geldikten sonra uzun bir süre titremiş ve yemek yiyememiştim. Tek yapabildiğim olanlar hakkında düşünmekti, endişelenmekti. Hanzo'nun öldürdüğü paralı asker, Guinevere Baroque'ın küçük birliğinden biriydi. Bu da demek oluyordu ki bizim peşimizdeler ve neredeyse başarılı da olmuşlardı.

Aklımı en çok kurcalayan şey, ölen askerin birlikteki diğer askerlere bizimle ilgili haber verip vermediğiydi. Bizim Aberleen'de olduğumuzu bildiklerini sanmıyordum ama tersi olma olasılığı da oldukça fazlaydı. Tam da bu yüzden Hanzo'dan geri dönüp cesedi yok etmesini istemiştim, o da öyle yapmıştı.

Duyduğum adım sesi, anında tepki vermeme neden olmuştu. Hızlıca ayağa kalktım ve odama giren kişiye baktım. Hanzo yüzünde sıkıntılı bir ifadeyle kapıya yaslanmış, yatakta uzanan beni inceliyordu.

Gelen kişinin o olması içimi rahatlatmış ve derin bir nefes vererek geri yatağa uzanmıştım. O adamdan beri böyleydim, her küçük ses deli gibi panik yapmama neden oluyordu ve dışarı çıkmak istemiyordum. Çıkmam zaten mantıklı bir hareket olmazdı ama beni tutan tek şey mantıksız olması değil, ne kadar korktuğumdu. Bu sabah, Hanzo'nun dokunuşundan da irkildikten sonra artık bu durumu aşmam gerektiğinin farkına varmıştım ama nasıl yapacağımı henüz kestirememiştim.

"Ne düşünüyorsun?" dedi yanıma yaklaşırken. Birkaç adımda odayı yarılamış ve beyaz örtülü yatağımın kenarına oturmuştu. Alnına düşen ıslak tutamlardan yeni duştan çıktığını anlamıştım. "Ah, bilirsin. Bu durumdan nasıl kurtulacağımızı..." dedim kafamı iki yana sallayıp yapmacık bir gülümsemeyle onu incelerken.

Bana yaklaşmaktan veya dokunmaktan çekiniyordu. Normalde bir temas bağımlısı gibi sürekli fiziksel temas halinde bulunmasını ele alırsak bunu fark etmem çok da uzun sürmemişti. "Bir şekilde halledeceğiz." Mırıldanışı o kadar uydurmaydı ki söylerken kendisinin bile buna inanacağımı düşünmediğini biliyordum. Yine de sessizce onayladım onu.

Tüm gün tek düşündüğüm kraliyetten nasıl kaçacağım değildi tabii ki. Aynı zamanda sevgilimi de düşünürdüm. Bazen söylediği tatlı şeyler aklıma gelip mutlu ediyordu, bazense onun geçmişini düşünüyordum. Ama şu sıralar en çok eğer ailemle tanışsa nasıl davranacağını hayal etmeye çalışıyordum.

Şaşalı bir takım elbise içerisinde, Solinst Dükalığı'nın büyük yemek masasında oturduğunu canlandırmıştım. Hemen benim yanımda o, çaprazımda ve yemek masasının başında da babam. Karşımda Alice Solinst, onun yanında Gusion Paxley ve onun yanında da biricik yaramaz kardeşim Lylia Solinst.

Hanzo, babama karşı telaşlı ve çekingen olurdu diye düşünmüştüm hep. Doğru sözü aramaya çalışır ve normalde konuşurken kullandığı argo sözcüklerden olabildiğince kaçınırdı. Babamın onu ilk görüşte sevmeyeceğini düşünüyordum ama onu tanıdıkça yetiştiği ortama rağmen nasıl da sadık ve etiğe uyan biri olduğunu fark edecekti. Lylia muhtemelen sırf beni sinir etmek için Hanzo ile flörtleşirdi, şövalyem bana gösterdiği şeytani sırıtmasının aksine kibar bir şekilde gülümseyip kardeşime yüz verirdi.

Eğer ikisinin ortak bir noktası varsa bu muhtemelen beni sinir etmek olurdu, bu yüzden kesinlikle gerçekçi bir hayaldi.

Gusion ise tıpkı Lancelot'ta olduğu gibi sevmezdi Hanzo'yu. Ama kalbimin bir kısmının emin olduğu bir şey vardı ki, eğer Gusion beni arzulamasaydı Hanzo kesinlikle en iyi arkadaşlarından biri olurdu. Bunu sadece hissetmiyordum, biliyordum da aynı zamanda.

Tekrar aklıma nüfuz eden bu düşünceler beni gülümsetmiş ve sessizce duvarı izleyen ona dönmemi sağlamıştı. Geniş omuzları hafif çökük, elleri ise bacaklarında. Açık mavi gözlerini duvara sabitlemiş ve ağzından tek bir kelime çıkmıyor. "Hanzo," dedim fazlaca sakin bir ses tonuyla. Meraklı bakışlarını hızlıca bana çevirmiş ve tek kaşını kaldırmıştı.

queen's deserved throne| hanzo'hanabiWhere stories live. Discover now