two

458 209 6
                                        



Allah gerçekten belamı vermişti galiba. Zira şarja takmayı unuttuğum telefonum bunun göstergesi olabilirdi. Dün gece yatağın üstüne gelişigüzel fırlattığım, şarjının kaç olduğunu bile umursamadığım telefonum şimdi %1 şarj ile rezil edecekti beni. Evet, son çalışmanın konferans salonunda olduğunu biliyordum ama bu lanet otel Londra'nın kalbinde tüm dünyadan turist toplayan geniş şube yelpazesine sahip bir oteldi. Bu sebeple yaklaşık 15 tane konferans salonuna sahipti, uluslararası toplantıların bazıları da burada yapılıyordu.

Gruptaki birkaç kişiden duyduğum kadarıyla bu otel bizim okula ait gibi bir şeydi. En azından Londra hisselerinin belli bir kısmı Öztürk ailesindeydi. Yani okuduğum okulun sahibi olan o aile. Herhangi bir haber kanalında her gün otomatik mesaj gibi onlarla ilgili bir haberi okuyabilirdiniz. Ailenin başında Halis İlker Öztürk vardı, tabi onun dedelerinin dedeleri sayesinde yaşıyorlardı bu hayatı. İlker beyi pek tanımıyordum ara sıra denk geldiğim aile röportajlarında duyduğum kadarıyla yönetim artık en büyük çocuklarına geçiyordu.

Şayet en büyük çocuklarını tanıyordum. Herkes gibi.

Yavuz Alp Öztürk.

Kendisi 28 yaşında, babasından kalan uluslararası bir şirket olan 'Öztürk Group'un yönetimini devralmıştı. Zaten sokaktaki herhangi birine sorsanız da tanınacağını düşünüyordum. Kendisi de ailesi de şu ana kadar garip sansasyonel haberlerle hashtag olmamıştı. Beni en çok şaşırtansa Yavuz Alp Öztürk'ün haberlerinin çıkmamasıydı. Onun gibi dededen zengin güya iş adamları her gün farklı bir kadınla manşet olurdu. Oysa onu kimse ile görmemiştim.

Bunun sebebi sevgilisi olması olabilir miydi?

Kendisinin sıkı takipçisi değildim lakin kız arkadaşı Nazlı İlkay bir sosyal medya delisiydi, yani influencerdi işte. Deli demek etik olmayabilirdi. Ama Nazlı'nın da sıkı takipçisi olmamama rağmen ara sıra ınstagram storyleri ile karşılaşıyordum. Fazlasıyla absürt bir hesabı vardı. Zira uzunca bir süredir beraber fotoğraf attıklarını görmemiştim. Beni de ilgilendirmiyordu zaten aileleri de tanışıktı. Yakında evlenirler olayda kapanırdı.

İkinci katta hızlı adımlarla ilerlerken salonların bile yerini karıştırmış olma aptallığıma kahkahayı basmak istiyordum. Az önce orta yaşlarda olan bir housekeeper'a salonların yerini sormuştum ve şimdiyse asansörde nefes nefese kalmış şekilde soluklanıyordum. Yorulma sebebimse az önce bana asansör kapısını tutan erkek çocuğunu bekletmemek için 50 adımı 10 saniye koşmuş olmamdı. Beni yorduğu için küfretmek istemiştim lakin 12-13 yaşlarında gibi duran bu genç adam bana bir incelik yapmak istemişti.

Ben asansör içerisinde yarım yamalak soluklanmaya devam ederken çocuğun giriş katta indiğini gördüm. Benimse magmaya inmem gerekiyordu. Çünkü salonların -2.katta olduğunu söylemişti çalışan. Dinlenmeye kısa bir ara verip asansörde kimse olmamasını fırsat bilerek aynaya yanaştım. Makyajım ve üstüm iyiydi. Hava sıcak olduğu için makyajı abartmamıştım ama sıcaktan saçlarım hep enseme yapışmıştı. Toplantı esnasında da bu sıkıntıyı çekmemek için bileğimdeki ince tokayı alarak saçlarımı tepemde sıkı bir topuz yaptım. İlkokulda yaptıklarımıza benziyordu. Umuyordum ki beni küçük sanıp giriş kattaki çocuk oyun sınıfına yönlendirmezlerdi.

Küçül de cebime gir.

Asla komik olmayan şizofrenimsi davranışlarıma kahkahayı patlatıp asansörden indim, beni böyle gören de deli sanacaktı. Deli değildim ama kafama geçen güneş ışıkları beni deliden beter etmişti. Şimdiyse toparlanıp salona giriş yapmam gerekiyordu. Elimdeki dijital saate göre başlamasına az bir süre kalmış konferansın kaç numaralı salonda olduğunu öğrenmek için elimi cebime atmıştım ki. Tabii ya! Şarjım yoktu ki benim, nasıl girmeyi düşünüyordum o konferansa. Önümde yaklaşık bir düzine kahverengi geniş kapılar varken üzerinde sadece numaralar yazılmıştı.

Hangisinde olduklarını bilmiyordum, yakınlarda tanıdık birini de görmediğim için mal gibi ortada kalmıştım. Hangi akla hizmet takmazdı ki insan telefonunu şarja. Tebrik ediyordum kendimi gerçekten. Şayet kolumda öten saat sebebiyle kendimi tebrik etmeye bile vaktim kalmamıştı. Dün unutmayayım diye alarmına kadar kurduğum konferansa başlamışlardı ama tüm kapılar kapalı olduğu için anlayamıyordum. Buna ek olarak şarjım yoktu. Bu sefer cidden x2 mal gibi kalmıştım.

Utanıyordum kendimden ya. Koskoca 15 gündür her etkinliğe katılmış biri olarak son etkinlikte olmamak beni üzerdi. Ama salonu bulsam dahi içeri almayacaklarını biliyordum. Bundan üç gün önce kadar benim gibi bir kız da geç kaldığı için alınmamıştı. Yine de denemekten ne zarar gelirdi ki? En baştan başlayıp tıklattığım kapıların dördüncüsündeydim. Dördü de boştu. Sesi takip etmek gibi bir şansım vardı lakin ses yalıtımı olduğunu biliyordum. Yüz kişi toplanıp çığlık atsa bile zar zor gelirdi ses dışarıya.

Dönmem en iyisi olurdu, bayramda şeker toplayan çocuklar gibi kapı mı çalacaktım sürekli Allah aşkına. Kendi içimde geri dönme fikrini onaylarken arkamdaki bir sonraki kapıdan gelen tok erkek sesiyle duraksadım. Sürekli konferans konuşmacıları değiştiği için burada olabilirler miydi? Bilmiyordum. Zaten fazlasıyla geç kalmıştım en kötü ihtimalle çıkmamı rica ederler ve biterdi. Ben de paşa paşa çıkardım herhalde. İstenmediğim yerde duracak değildim ya. Denemekten cidden zarar gelmezdi.

Odaya çıkma fikrini boş verip beşinci kapının olduğu yere doğru ilerledim. Yüksek ihtimal burasıydı, her konferansda konuşmacı değiştiğini hatta farklı milliyetlerden insan geldiğini biliyordum. İçeridense gerçekten bazılarını bile bilmediğim dillerde konuşma sesleri geliyordu. Buraya yalıtım yapmayı unutmuşlardı herhalde? Elim vücuduma son bir kez dokunduğunda hazır olduğumu hissettim. Lisede geç kalınan derse girerken nasıl tüm gözler üzerinizde oluyorsa kesin şimdi de öyle olacaktı.

Uzun sürerse veya konuşma bölünürse - ki yüksek ihtimal öyle olacaktı - utançtan yerin dibine falan girerdim herhalde. Ama neredeyse ben anksiyetemi yenmeye çalışırken konferans bitti bitecekti. Niye küçük bir çocuk gibi ağlanıyordum? Özür diler, geçer yerime otururdum ve devam ederdik. Olması gerektiği gibi. Sağ elim yumruk oluşturmuş şekilde kapıyı çalmak için hizzalanırken sol elimle kapı kolunu sardım sıkıca. İçerideki sesler kesilip 'gel' sesini duydum ve elimi aşağıya kaydırarak kapıyı açtım.

Bir saniye ya!

Kamera şakası falan mı bu? Bunlar kim?

Etkinlik grubunda gördüğümden çok çok daha farklı bir salonda karşımdaki insanlarla bakışıyordum. Ağırlığının koyu renk duvar kâğıtlarına ve koyu renkli eşyalara verildiği genişçe bir odanın tam ortasındaki u şeklindeki masanın çoğunluğunu orta yaşlı farklı milletlerden olduğu belli olan birkaç adam oluşturuyordu. Yanlarında ise tercüman olduğunu düşündüğüm birkaç farklı hanımefendi vardı. En önemlisi ise tam ortalarına ve en öne hizzalanmış çalışma masasının kenarına yaslanmış, hararetli - en azından ben gelene kadar öyleydi çünkü şu an tüm bakışlar bana dönmüştü - bir şekilde bir şeyler anlatan, birkaç ay sonra patronumun patronu olacak, kaldığım otelin ve okuduğum okulun sahibi olan adamın olmasıydı.

Yavuz Alp Öztürk ve en az 15 diğer insan. Hepsi sessiz bir şekilde bana bakıyordu. Bu sefer cidden utançtan ölecektim sanırım.

Allah'ım inşallah yok olurum, inşallah yok olurum, uzaya atarlar beni, amin.

Salonun ortasında insanlarla sessizce bakışırken sessizliği bozan Yavuz Bey - nasıl hitap edeceğimi bilmiyordum - oldu.

"Bizde seni bekliyorduk, hoş geldin Daphne." İngilizce bir şekilde kurduğu cümleyi tamamlamadan sağ eliyle sıkıca sardığı dolma kalemi masaya bıraktı ve sol köşedeki boş olan koltuklarını işaret etti kafasıyla aynı zamanda elleriyle 'buyur' der gibiydi. Ne olduğunu anlamıyordum? Defne kimdi, evet iki ismim vardı ama ikincisinin Defne olmadığına fazlasıyla emindim sanırım.

You've reached the end of published parts.

⏰ Last updated: Jul 19 ⏰

Add this story to your Library to get notified about new parts!

Aurora.Where stories live. Discover now