1-ÖLÜM

186 31 42
                                    

Heyecanla sunar, keyifli okumalar dilerim.. 🌗

🕯️🏹
Derler ki; insan sevdiği birini kaybettiğinde yüreğinde kırk mum yanar ; her geçen gün bir mum söner, kırkıncı gün ise tek bir mum kalırmış. Kalan son mumun ateşi sonsuza dek yanarmış.

Yanan gözlerimi kırpıştırarak artık bir harabeden farkı olmayan pastaneden çekip yoluma devam ediyorum. Eğer burada yaşıyorsanız dışarıda belli bir yerde çok oyalanıp sabit duramaz, dikkatsiz davranamazdınız. Neredeyse her gün aynı şeyi yapıyorum, aynı yoldan geçiyor, aynı pastaneyi izliyor, her seferinde irkilerek kendime dikkatsizliğimi hatırlatıyor ve annemi o pastaneye gömüp arkamda bırakarak yoluma devam ediyordum. Benim kalan mumum annem içindi işte, içimde sonsuza kadar yanan, beni yakan.. Derin bir nefesi daha ciğerlerime çektikten sonra ellerim gayri ihtiyari yüzüme gitti ve yüzümdeki maskeyi yoklama ihtiyacı duydum. Parmaklarıma eldivenlerimi geçirirken yeterince oyalandığıma kanaat getirip hızlandım. Gözlerim harabe köyü atmaca gibi tararken, okumu sırt çantamdan elime alıp herhangi bir tehlikeye karşı tetikte ilerledim. Bu arada ileride gözüme kestirdiğim bir tavşanı görüp yayımı gerdim ve böylece yemek işini de aradan çıkarıp yerlerdeki pis kanalizasyon sularının, devrilmiş ağaçların, yıkılmış duvarların üstünden seke seke nihayet kulübeye vardım. Yerde gördüğüm ok çubuğuna karşı tek kaşım havalanırken kaderine terk edilmiş çubuğu da elime aldım ve homurdanarak kulübenin tahta kapısına ritmik birkaç kez vurdum. Bu vuruş aramızda bir şifreydi ve yaklaşık beş yıldır her geldiğimde kapıya böyle vuruyordum. İçeriden belli belirsiz gelen ayak seslerinden sonra kapı açılmış ve ben içeri dalmıştım bile. "Kaç defa daha söylemem gerekiyor?! Eğer açlıktan ölmek istemiyorsan potansiyel av malzemelerini atmayı bırak." Çıkışım yüzünden kapıyı sertçe kapattığında "Sana da merhaba çocuk." dedi.

Çubuğu tahta masaya bırakıp yine tahta olan sandalyeyi çekerken -dar pantolonlar aşkına bu evde her şey tahtaydı- sevimsizce gülümsemeyi ihmal etmedim. En az benimki kadar sevimsiz bir gülümsemeyle karşılık verirken zorlu yılların getirmiş olduğu yaralarla bezenmiş elini umursamazca havada savurdu. "Ne isteyeceksen çabuk iste, işlerim var." Lloyd için yaşlı diyemezdim, genç demek ise gülünç olurdu. Sadece yılların ağırlığı ile çökmüş omuzları ve buğulanmış mavi gözleri olan bir yakışıklılık abidesiydi. Karşı konulamaz naifliğini! saymazsak tabii. "Yaşatmam gereken insanlar var." Masanın üzerinde bırakmış olduğu teknolojik ıvır zıvırlara bir göz gezdirip tahta sandalyede huzursuzca kıpırdandım. Lloyd alışıldık adımlarının sesiyle masanın etrafında dolanıp yıpranmış sandalyemin hemen yanında duraksadı." Beni ilgilendiren kısmı? "Aslında yeterince ilgileniyordu ama umursamaz davranmak onun için daha kolaydı. Tahta masanın pürüzlü dokusundan destek alarak yavaşça ayağa kalktım, gıcırdayan parkeler ayaklarımın ağırlığıyla homurdanırken "İlaca ihtiyacımız var Mave'in yine ateşi çıktı. Eldekileri tükettik, bir de tulum ve hijyen kiti almam gerekiyor gitgide azaldı."

İkişer adım gerileyip arkasında kalan cam kapaklı, üzerinde birikmiş toz tabakası yüzünden en az beş yıldır temizlik yüzü görmemiş gibi duran minik dolabı işaret etti. "Neye ihtiyacın varsa al Irina." Bakışları hızlıca duvarda dolanıp tik tak sesleri odayı dolduran saatin üzerinde duraksıyordu. Gözlerinden geçen paniği görebiliyordum. "Hızlı ol çocuk, al ilacını ve git misafirim gelecek." dediğini ikiletmemek boynumun borcu olduğundan, dolabın önünde diz çöküp kirli camın arkasındaki ilaçların isimlerine hızlı bir bakış attım. İhtiyacım olan tüm ilaçları, hijyen malzemelerini ve tulumları; jüt kumaştan yapılma, ağzı büzülmüş sırt çantamın -en azından sırt çantasına yakın şeyin- içine doldurdum.

"Karşılığında ne lazım: taze tavşan, domates, marul..." Bir yandan ilaçlar karşılığında verebileceğim malzemeleri sıralarken bir yandan da gıcırdayan parkeler üzerinde çıkışa doğru ağır ağır adımladım, çünkü biliyordum ki hiçbir şey istemeyecekti. Her zaman olduğu gibi.. Belki beni kaybettiği çocuğu gibi görüyordu belki de sadece yardıma muhtaç bir kız bilemiyordum ama o benim için; beni terk edip bu dünyanın bütün zorluğuyla bir başıma bırakan babamdan daha çok babaydı. "Canının sağlığı evlat, şimdi git acelem var." Hiçbir zaman yapmadığım gibi yine lafını ikiletmedim ve ellerime deri eldivenlerimi geçirip kapının hemen yanındaki uzun, tozlu aynadan olması gerekenden fazla açıkta kalan bir yerim var mı diye kontrol ettim. Sonuçta bu dünyada korunmanın en iyi yolu önlem almaktı. Ona son kez baktıktan sonra usulca kapıyı aralayıp harabe sokaklara adımlarken düşünüyordum. Lloyd tuhaf bir insandı. Bu kıtlıkta bu kadar malzemeyi ve daha başka birçok şeyi tedarik edecek kadar eli kolu uzun ama kulübede yaşayacak kadar mütevaziydi. Bir ihtiyar gibi huysuz, geçimsiz ancak bir çöp parçasına bile karşılık beklemeyecek kadar cömertti. Onun sayesinde hayattaydık. Var olsun.. Bu sırada aklıma babam düştüğünde burnumun direği sızladı.
Yavaşça gözlerime akın eden geçmişi hissettim. Tamam belki çok hatırlamıyordum hastalıktan öncesini ama en azından hastalık sonrası, babamla geçirdiğim yıllarım hâlâ benimle. Lloyd'un evinin taşlı patikasına takıldı kahvelerim. Her hafta babamla uğrar, elimizdeki malları takas yapardık. Puslu gözlerimi usulca tekinsiz ormanın girişine çevirdim. Burası da, babamın bana ilk ok atmayı öğrettiği yerdi.

Bataklık EfsanesiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin