Bölüm Dokuz

2.7K 264 5
                                    

    Günler kararıyordu. Sanki güneş, dünyaya küsüyor ve insanlığı kendi karanlığına terk ediyordu yavaş yavaş... Hatta yıldızlar bile azalıyordu her gece. Güçlü bir klostrofobi hissediyordum gökyüzüne baktıkça. En sonunda dipsiz bir karanlığın içinde kalmaktan korkuyordum. Asıl korktuğum karanlık değildi ama. Öyle bir karanlığın içinde olabilecek şeylerdi, o karanlıktan beslenebilecek şeyler... Aydınlığı bir daha görememek veya...

Bir şeyler yapmalıydım.

Bu şekilde durmak gururumu incitiyordu. Gözlerimle etrafımı süzdüm. Herkes bir şeylerle meşguldü. Günlerdir bu ıssız yerde olsak da grubun içinde bir koşuşturmaca vardı. Koşuşturmaca, Nate ve Jamie'nin gelmesiyle artmıştı. Şimdi Lucretia, Katalia ve Antares de geldi, koşuşturmaca daha da arttı. Yerinde sayan tek kişi bendim. Kimi kendi kendine dövüş idmanı yapıyor, kimi büyülerini deniyor, kimi birbirleriyle hararetli konuşmalar yapıp planlar düşünüyordu. Deli damgası vurduğumuz Antares ve çocuk diye görmezden gelmeyi tercih ettiğimiz Jamie bile bu koşuşturmanın içindeydi. Bilinmeyen ve anlaşılamayan çok şey vardı. Yapılması gereken çok şey vardı. Haklı olarak büyük bir koşuşturmanın içindelerdi. Jamie'yle ilgili çözülmesi gereken şeyler vardı, Nate'in krizleri artıyordu ve bir şekilde ona yardım edilmeliydi, Antares iyileştirilmeli ve bu hayata uyum sağlaması sağlanmalıydı, dışarıda bir savaş vardı ve herkes buna hazırlanmalı, kendini geliştirmeliydi. Herkes elinden geleni yapıyordu. Ben hariç... Yapılacak bu kadar çok şey varken kendine herhangi bir görev bulamayan tek kişi bendim.

Satan'ın zihin oyunları artıyordu. Lex, benden çok daha iyi durumdaydı. Buna üzülüyordum. Yanlış bir düşünceydi ama üzülüyordum. Herkesten daha güçsüz olmak beni üzüyordu. Aptal gibiydim. Bir şeyler yapmam gerektiğinin farkındaydım, karşı koymalıydım. Ama tüm gün öylece oturuyor ve diğerlerini izliyordum. İş çığırından çıkıyordu.

Tam da bu işte, diye düşündüm. Aklını kaybetmeye başlamak böyle oluyordu.

Sonunda bir gün Lex, benimle konuşmaya geldi. ''Nasıl hissediyorsun?

Omuz silktim. ''Aynı...'' Gözlerine baktım. Yorgunluktan gözaltı torbaları çıkmıştı. Saçları uzadıkça uzuyor ve dağıldıkça dağılıyordu. ''Belki de birbirimizle konuşmaya devam etmeliyiz. Sürekli...'' dedim.

''Ne hakkında?'' diye sordu.

''Kendimiz hakkında... Anılar hakkında... Her şey hakkında... Zihnimizi bir şekilde açık tutmalıyız. Onu kapattığımız her saniye yenilebiliriz.''

Lex, cevap vermedi ama beni onayladığını düşünüyordum.

''Bana bir şeyler anlat, Lex...'' dedim.

Yeşil gözleri kısıldı. ''Ne anlatayım?''

''Faye'i anlat.''

Güldü. Neden güldü, bilmiyordum. Ama ona acımama sebep olacak bir gülüştü. ''Onu sana anlatamam ki.''

''Neden?'' Lütfen, Lex, bana bir şeyler anlat, diye geçirdim içimden. Beynimi başka şeylerle meşgul etmek istiyordum, başka hikayeler dinlemek... Lütfen, Lex.

''Ben de onun hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Hiç öğrenecek, soracak vaktim olmadı. Ya da ben akıl edemedim.'' Duraksadı. ''Zamanımızın bu kadar kısıtlı olacağını tahmin etmiyordum. En sevdiği rengi bilmiyorum. Herhangi bir korkusu var mıydı, bilmiyorum. Mesela örümceklerden korkar mıydı? Tüm bu korkunç düşmanlara baş kaldırırken bir örümcekten korkup arkama saklandığı bir manzarayı hayal ediyorum bazen. Karanlık onu ürkütür müydü? Hiç hayvan beslemiş miydi? Tüm bunların cevabını sadece hayal edebiliyorum. Babası hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Kimdi ve Faye'le araları nasıldı, bilmiyorum. En sevdiği şarkıyı bilmiyorum. Onu hiç dans ederken görmedim. Onu kahkahaya boğan bir fıkra var mıydı, bilmiyorum. Onun hakkında hiçbir şey bilmiyorum.''

Kayıp Kanatlar 3: YükselişWhere stories live. Discover now