iii

1.9K 186 38
                                    

08.03.09

*Yoongi's Pov*

Aldığım objektifleri taktıktan sonra ayarlarıyla oynamaya başladım. Etrafa bakarken güneşin doğmasına az kaldığını fark ettim. Anı yakalamalıydım, bloga koyacak fotoğraf lazımdı ve ben hala uygun çekimleri bulamamıştım. Tepenin en üstündeydim ve farklı boyutlarda olan binaların manzarayla bütünleştirdiği görüntüye en ince ayrıntısıyla bakmak için kafamı her çevirdiğimde rüzgar hafifçe eserken toz pembe saçlarım savruluyordu. Ondan uzaklaşmak için tek yer burasıydı ve ben daha fazla ne kadar kaçacabileceğimi bilemiyordum. Her imkanda kaybolabilmek istiyordum ondan, ona baba dediğim her andan tiksiniyordum. Düşünceleri aklımdan uzaklaştırmak için hafifçe kafamı sağa sola salladım. 

Tek gözümü kırparak fotoğraf makinesinden manzaraya baktım. Rüzgarın beni üşüttüğünü fark ettim, kısa kollu giymek niyeydi ki? Isınmak için Starbucks kahvemden bir yudum aldım, kahveyi seviyordum çünkü bu beni iyi hissettiriyordu ve nedensizce her şeyin hallolacağına inandırıyordu. Şu zamana kadar hep bir çakıl taşına takılmıştım ama her kahvemden umutsuzca bir yudumumda bile nedensizce bir dala tutunuyordum. Beyaz tişörtümün rüzgardan dolayı savruluşunu her fark ettiğimde daha da üşüyordum. Elimdeki kahveyi dökmeyeceğim bir yere koyduktan sonra fotoğraf makinesini elime aldım ve oluşan mükemmel manzarayı çekmeye başladım. Huzur dolu hissettiriyordu ve yaşama hissimi bir nebze olsa da arttırıyordu. Ortada güneşin açmasına rağmen oluşan renk paleti kırmızı-sarı-turuncu değil, mavi-kırmızı-mordu. Aradığım görüntü ortaya çıktığı için mutluydum ve sadece çekiyordum. Kulaklığımın tekini çıkardığımda çalan Last Stardust boğuklaşmaya başladı. Rüzgarın aslında o kadar hafif olmadığını çıkan sesle fark etmiştim.

Fotoğraf makinesini gözümden çekip etrafa bakarken her defasında kendimle çelişiyor olmam geldi birden aklıma. Düşüncelerim o kadar yoğundu ki, aklım bile almak istemiyordu bazen. Vücudum yanmaya başlıyordu, ağlayacak konuma bile gelebiliyordum. Ağlamayı sevmiyordum, bu yüzden ne zaman bu his gelmiş olsa boğazım düğümleniyordu. Hiç böyle olmuş muydu acaba başkalarında da? Eğer olduysa, nasıl başa çıkabiliyorlardı? Çünkü ben çıkamıyordum, her ne vakit düşüncelerimi kendimden uzaklaştırmaya çalışsam, her ne vakit  umursamaz rolünü takınsam çığlık atmak istiyordum ve bunun sonu gelmiyordu. Sonsuz bir boşluğun içinde savruluyordum ve kurtarabilecek kimse yoktu. Kendim bile.

Zaten bu yüzden fotoğraf çekiyordum. Başka nasıl bu histen kurtulacağımı bilmiyordum çünkü. Bu hissin beni kötü biri yapıyor olduğunu biliyor olmak daha da kötü hissettiriyordu. İyi biri olmak istiyorum, yemin ederim. İyi bir insan olmak için verdiğim çabalar sonsuz. Ben sadece ya kendimi kaybedersem diye korkuyorum.

Çektiğim fotoğraflara bakmak için oturduğumda bir çığlık sesi duydum. Ağzım yarı açık bir biçimdeyken duyduğum sesin gerçekten bir çığlık olduğunu bir anlığına duraksadığımda fark ettim.
Fotoğraf makinesi elimdeyken ne yapacağımı bilemeden atılan çığlığın annemden geliyor olmamasını dua ederek eski tahta merdivenlerden inmeye başladım. Kalbim küt küt atıyordu, yerinden çıkacak gibiydi. Kapı açıktı.

Kapı eşiğine geldiğimde yine aynı manzarayı görmüştüm. Derin bir nefes aldım.
"Sence de bunlar yetmedi mi?" koşarak geldiğim için sesim boğuk çıkmıştı.
"Yoongi, dışarı."
"Kes şunu, annemi bırak."
"Yoongi, lütfen dışarı çık. Hepsi geçecek, lütfen." Anneme baktığımda bile gözlerinden bunların hiçbirinin o adam bizim hayatımızdan gidene kadar geçmeyeceğini anlayabiliyordum.
Babamın annemin üzerinde sağlamaya çalıştığı, onda erkeklik olarak bile adlandıramadığım dominant olma gereksizliğini anlayamıyordum. Bir kez daha el kaldırmasını engelleyerek annemin önüne geçmiştim.
"Küstahlığını kahramanlıklar yaparak göz önünden uzaklaştırmaya mı çalışıyorsun Yoongi?"
Sesimi çıkarmadım. İçimden ona kadar saymaya başladım.
"Ne yapmaya çalışıyorsun, Yoongi?" 
Durdu. Sadece öyle durdu. Ardından usanmış hale gelmiş olmalı ki elini bana doğru savurdu. Yüzüme değildi ama koluma gelen acı ilk başta hissedilemez raddede olsa da sonradan oluşturduğu acı müzdaripti. Acıyla geriye doğru adım attığımda o da gözlerini masanın üstündeki makineme dikmişti. İçimden hayır, olmaz dercesine kendimce bağırıyordum. Annemle saniyeliğine kurduğumuz göz temasında onun gözlerimden hissettiğimi anlamış olduğunu var saydım.

"Hala fotoğraf makinenin hayatını kurtaracağına inanıyor musun?"

Masanın üzerinde duran fotoğraf makinesini eline aldı ve döndürmeye başladı. Pervasızca davranıyordu ve yapacağı şeyi anlamıştım. 

Gözlerimin içine bakıp tek kaşını kaldırdı ve elindeki makineyi yere çarparcasına fırlattı.

O an boğulur gibi hissettim. Düşüncelerim boğuklaştı, etrafta. Bana dediği birkaç kelimeyi seçebiliyordum. Küstah, kendini bilmez. Ama boğuktu ve dinlemekte istemiyordum. Öylece yerde parçaları birbirinden ayrılmış, daha doğrusu artık kullanılmaz hale gelecek kadar kırılmış olan makineye baktım. Ne yapacağımı bilemedim, gözlerim dolmuştu ve kesinlikle ona olan nefretimin artık daha üstü yoktu. Düşüncelerim bencilleşiyor gibi hissediyordum çünkü ondan uzaklaşmak için var olan tüm umudumu yere çarparak yok etmişti. Onca emekle, sadece bunun uğruna gece yarılarına kadar dışarlarda yapabildiğimin en iyisini yaparak çalışıp yorgun olarak eve geldiğimde,  hayalim sadece yatağa serilip kendimi uykunun kollarına teslim etmek olduğunda odadaki alkol kokusunu alıp onun yumruğunu her türlü yiyeceğimi bilsem de yine de kararımdan dönmemiştim. Aklım duracak dereceye gelmişti, yeniden baştan başlayabileceğimden artık emin olamıyordum. 

 Yüzümün yandığını hissettim. Daha fazla uğraşamayacağımı, daha fazla başa çıkamayacağımı anlayabiliyordum ve bunu yeni kavradığım için üzgündüm. Boğazımın düğümlenecek gibi olduğunu hissettiğim vakit evden koşarak çıktım. 

Koştum, sadece koştum. Burnumdan içime çektiğim oksijenlerin akciğerlerimde acıya dönüştüğünü hissedene kadar koştum. Yüzüme savrulan rüzgarın gözyaşlarımı yanaklarımdan daha hızlı süzülmesine yardımcı olduğu vakte kadar koştum. Durdum ve geldiğim yere baktım. Trabzanlarla çevrilmiş, denize bakan bir uçurum.

Rüzgarın sesinin yoğunlaştığını hissettim. Nefesimin düzelmesi için derin nefesler aldım. Göğsüm acıyordu. Hislerimin ne kadar yoğun olduğunu hissettiğimde ve artık bunu ağlayarak yok edemeyeceğimi anladığımda sadece çığlık atmakla yetinebildim. Attığım çığlık boşlukta yayılmakla kaldı. Kolumun tersiyle yanaklarımdan süzülen gözyaşlarını sildim. 
Düşünme, düşünmek fazla iyi değil. Annem böyle demişti, küçükken anneler gününde herkes okulda annesine bir hediye yapmıştı. Hasta olduğum için okula gidememiştim ve ertesi gün okula gittiğimde kalbimi kıracak sözler söylendiğinde sinirlenmiştim. Yerdeki taşa ayağımla vurmuştum ve duvara çarpıp dizime gelmişti. Akan kanı gördüğümde koşarak yine annemin kollarına atmıştım kendimi. Hissettiğim şeyler belki de aynıydı ama çok daha basitti ve hiçbir şekilde karmaşık değildi. O zamanlara dönmek istedim, imkansız olduğunu bilsem de. Avcumun içindeki yara izine baktım. Çok büyük değildi ama belli oluyordu ve bunun sebebi de aynıydı. Yine oydu. 

Rüzgar sanki sadece gözlerime odaklanarak geliyordu ve bu yüzden gözlerim yanıyordu. Etrafı izlemeye başladım, farklı büyüklükteki otlar rüzgardan dolayı dört bir yana savruluyordu ve deniz içinde aynısı geçerliydi. Dalgalar büyük kaya parçalarına çarptığında yok oluyor, parçalara ayrılıyor gibi hissediyordum. Gökyüzündeki bulutlar karmakarışıktı, onlara baktığımda bazen bir şeylere benzetiyordum ya da güzelliklerini düşünüyordum. Gökyüzünün morluğu azalmış, neredeyse maviydi.

O an artık daha fazla düşünmek istemediğimi anladım. Yorulmuştum, mental ve fiziksel açıdan. Kolumun acıdığını hissediyordum, muhtemelen moraracaktı ama önemi olduğu söylenemezdi. Olasılıkları hesaplamayı seviyordum ama bu sefer değil. Nefesimi birkaç saniyeliğine tutup bıraktığımda karşılık olarak aldığım nefesle kendimce sonun geldiğini hissedebiliyordum ama bu bile yeterli gelemiyordu. Tam olarak bir son gibi gelmiyordu.

Belki de gerçekten küstahım, diye düşündüm. Belki de böyle olamazdı, artık geri alamasam da olan her şeyin belki de sorumlusu gerçekten bendim. 

Olasılıkları tasarlamaya başladım. Tıpkı hangi açıdan fotoğrafı çekersem daha güzel olur düşüncesiyle gibi. Ama düşündüğüm olasılıklar artık geri alınamaz olayların sorumlusunun ben olup olmadığı değildi.

Fark etmeden karşısına geçip sıkıca tuttuğum trabzanlara baktım. 

 Sıkı tutmaya daha fazla dayanamayacağımı anladığım vakit ise kendimi boşluğa bıraktım.

A/N: Okuduğunuz için hepinize minnettarım, hikaye çok iyi gitmiyor gibi.. Elimden gelenin en iyisini yapacağım ama, lütfen yorumlarınızı eksik etmeyin. Benim için çok önemli. Teşekkür ederim~ ❤

serendipity • yoonminWhere stories live. Discover now