4

203 121 13
                                    

Kaldırımların üzerindeyim, insanlar da öyle. Rengarenk insanlar, hepsi birbirinden farklı.. Bir neşeyle, bir kederle hepsi farklı bir yüz tonuna bürünmüş, pembe kaldırımın üzerinde adımlarını atıyorlardı. Kimisinin yüzü dün geceden asık kalmış, kimisinin yüzü sabahleyin tazeden gülmüş, yolun kaldırım kısmından birçoğu evlerine doğru yürüyor, akşama ne yiyeceklerini düşünüyordu.

Kimi insanlar kapısının önünde ki markete ekmek almaya iniyor, markette ki sırayı sıkılarak bekliyor, ekmeğini ve ihtiyaçlarını hallettikten sonra marketten ayrılıp evinin yolunu geri tutuyordu. Kim bilir ne yiyeceklerdi bu ekmek almaya gelen insanlar. Sağımda büyük bir park ışıklar altında misafirlerini ağırlıyor, solumda büyük binalar, binaların altında çeşit çeşit marketler/dükkanlar, kapı önlerinde ki tanıtıcı ledlerini açmış, şehrin göbeğinde ki bu caddeyi daha da renklendirmeyi amaçlamışlardı. Dükkan sahipleri, bir dal sigara içmenin peşine düşmüş, müşterilerinin işlemlerini kasada hızlıca hallediyor ve birazdan bir kaç farklı dükkandan takım elbiseli erkek insanlar dükkanlarının önüne aynı zamanda çıkarak, ceplerinden çıkardıkları sigaraları aynı anda yakıyor ve bir iki adım birbirlerine yaklaşarak, kısa sürecek koyu muhabbetin tadına erişiyorlardı. Kimisi bu kısa sürede cebinden cep telefonunu çıkarıyor, telefonuna gelen bildirimleri parmaklarıya okşuyor, gözleriyle okuyordu. Bu insanların hepsinde sıradan bir yorgunluk vardı, gözden ırak bir köşede, sağımda ki parkın en dip ücralarında oturan, bir elinde bira, diğer elinde sigara olan, siyah kapşonlu gencin yorgunluğu epey bir farklıydı. Muhtemelen bir ayrılığın acısını, kalbinin tüm parçasında bir bütün olarak yaşıyor, mevsimin de (Sonbahar ayı) kattığı acıyla daha da bir hüzne batıyor, battıkça kurtulmaya çalışıyor ama vakti geldiğinde vücudundan ayrılıp tekrar kendi vücuduna baktığında kendisini daha da dipte buluyordu. Bu genç batan bir gemi gibiydi, ne olursa olsun kendisini bir gün en dipte bulacaktı. İnsanların hemen hemen hepsinde zirve aşkı vardı, ama bazıları en dibe mahkumdu, ben dibin de dibindeydim.

Sonunda kendime göre karanlık bir cadde buldum. Bu rengarek caddenin sonundan, soluna dönerek, kendimi siyahın daha koyu bir tonuna sahip bu caddeye bıraktım. Caddede ki ev sahipleri pencerelerini çoktan kapamış, ışıklarını ertesi günün akşamına saklamış, tencerede kalan yemeklerini buzdolaplarına gömmüşlerdi. Kısacası bu caddede hayat ölmüş, kısacası bu ev sahipleri çoktan dibe vurmuştu, bana ulaşmaları an meselesiydi.

Bu karanlık caddenin sonunda bir büfe ışıklarını açık bırakmış, sinek avlamaya çalışıyordu. Ellerimi ceplerime daldırdım, ıslaklık halen vardı, cebimde ki cüzdanı çıkararak ve parmaklarımın arasına alarak içini araladım. Biraz karıştırdıktan sonra aradığımı bulmuştum. Kredi kartını çıkarıp penyemin üzerinde silmeye başladım. Kartın tam anlamıyla kupkuru olduğunu hissedince kurulama işlemini bir yana bırakıp, karanlık caddeden büfeye giden kısa mesafeli yolu daha hızlı bir şekilde yürümeye başladım.

Az sonra büfe sahibinin sigara içmek için dışarıya yöneldiğini gördüm, elinde tuttuğu ve yakmak üzere olduğu sigarasını bir an olsun durdurdu ve "Hoşgeldin" deyip, beni karşıladı. Gri ceketinin sol uç kısmından tutarak, önünü düzeltti, elinde ki sigarasını ve çakmağını ceketinin sol cebine atarak, beni izlemeye koyuldu. Giyindiği siyah ve oldukça markalı kunduralarının yürürken oluşturduğu "Tak" sesi, kulaklarımın ucunda çınlanıp-çınlanıp durdu.

Sol elinin, yüzük parmağına taktığı gümüş yüzüğü üzerine oldukça şık oturmuştu. Arkasında ki raflarda duran sigara paketleri birer altın gibi parlıyordu, gözümün önünde. Bu sigara görüntüsü, ilk defa bulaşacağım bir lanetle "Merhabalaşma" törenini adeta imzalıyordu.

Vücudumu, beni üç bir çevreleyen alkol raflarına yönelttim, bu büfede çeşit çeşit alkol şişeleri boy gösteriyordu. Sanki birer öğrenciydiler, ben ise bir hoca. Hepsi parmak kaldırıyordu, en mantıklı cevabı kim verecek diye seçmeye başlıyordum. Şişelere yaklaştıkça dertlerim bir hayli boy gösteriyor, yüz ifadem şişenin yüzünde beliriyor, kendimden adeta korkmaya başlıyordum. Sonunda seçtiğim farklı üç adet alkol şişesini, büfe sahibinin önünde ki tezgaha götürdüm. Büfe sahibi şişeleri paketliyordu, bende o sırada ağzımı açarak;

"İki pakette sigara" dedim.

Büfe sahibi, arkasında ki kahverengi rafa yönelip, istediğim sigara paketlerini tezgaha getirip, alkolleri koyduğu siyah poşetin içine attı. Daha sonra poşetin ağzını dikleştirip, önüme sürükledi. Elimde ki kredi kartını adama uzattım. Yaklaşık bir dakika sonra şifre için makineyi bana doğrulttu, şifreyi girdikten sonra kağıdı çekip kartla bana uzattı.

Kartı ve kağıdı hızla cebime attım. Siyah poşetin uç kısmından tutarak, büfeyi terkettim. Karanlık sokaktan ilerleyip, sokağın sonundan bir sol caddeye daha döndüm. Şehrin en berbat noktasında, dandirik bir binada yaşıyordum. En kötü insanlar benim oturduğum semtte konaklıyordu. Her gece bir kavga olurdu, bugün sokak köpeklerimiz kavga ediyordu. Başka bir vukuat göremiyordum. Sonunda hafiften eskimiş gri boyalı, tek katlı gecekondu evimi bulmuştum. Dış kapıdan bahçeye girerek, derin bir nefes aldım. Bahçeye diktiğim çeşit çeşit bitkiler, burayı adeta cennet kokusuna büründürüyordu. Burası dışarısına oranla daha doğalımsıydı. Evim olmasa kalacağım ilk nokta buraydı. Zaten yaz akşamları ara ara bahçede uyuduğum olmuştur. Belediyeden çaldığım taşları, bahçeden evime giden yaklaşık beş metrelik yola döşemiştim. Bahçe de yedi ağacım vardı; dördü şeftali, ikisi erik, teki de kiraz olmak üzere topu topuna yedi taneydiler. Diktiğim çiçeklerin ise haddi hesabı yoktu, sonbahar ayının verdiği acı ile, bu ağaçlar yapraklarını yerlere çoktan dökmüş, çiçeklerimin boyunları geçen günlere oranla daha da eğilmeye başlamıştı. Evin kapısını açıp, mutfağa geçip elime aldığım iki adet şişeye su doldurarak, evden ayrıldım. Bella'nın evine giden kestirme yolu yürüyerek, onun arka bahçelerine diktiği iki adet çınar ağacını sulamaya gittim.

Evlerinin görüntüsü beni bir hayli etkilemişti, camlarında ne bir perde vardı, ne de evden dışarıya uğrayan bir ses parçası vardı. Gösterişli bir evdi, benim evime oranla, bu ev epey şıktı. Bahçelerinde hiç ağaç yoktu, arka bahçelerine geçip, elimde ki siyah poşeti ve su şişelerini yere bıraktım. Bella'nın diktiği iki adet çınar ağacının, tatlı görüntüsünü görünce, gözlerimden yaşlar akmaya başladı. Nasıl oldu da ağladım bilmiyorum. Bella'nın konakladığı bu eski evin arka bahçesinden görülen koca bir manzara vardı. Arka bahçenin sonu, bel hizasında beyaz çitlerle çevrilmiş, ön kapıya doğru ilerletilmişti. Evin konumu tepe bir noktadaydı, arka bahçede ki çitlerin ardında yaklaşık üç metrelik bir yürüyüş alanı vardı, sonrası ise uçurumdan ibaretti, anayola düşen bir uçurumdu bu. Arka bahçe ile çit arası yaklaşık dört metreydi, çınar ağaçları tam orta konuma dikilmişti, sanki Bella bunu hesaplamıştı, kim bilir belki elinde bir metre ile hesaplamıştı? Dairelerinin arka duvarının üç metre ilerisinde, yani diktiği çınar ağaçlarının, bir metre ilerisinde bir salıncak vardı.

Bu salıncak özgürlüğe sallanıyordu. Su şişelerine uzanıp elime aldım, daha sonra tekinin kapağını açıp, sulamaya başladım. Beş litre su ikisine de yetti ve eşit dağıttım damlası damlasına.. Diğer şişenin yarısına kadar yine eşit olarak çınar ağaçlarının diplerine döktüm. Göz yaşlarımı silerek ayağa kalktım, binanın duvarına yasladığım siyah poşetin yanına giderek, içinden aldığım alkol şişeleriyle birlikte salıncağın oturak kısmına gittim.

Birde ne göreyim, bir mektup.

Yorum ve votelerinizi bekliyorum, iyi günler...

Kelebeğin GecesiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin