son

441 47 126
                                    

Pelin'e...


Tanrım,

Hiç bir şey... Onun gülümseme nedeninin ben olmadığım zamanlarda gülümserken izlemek kadar acıtamaz canımı, diye düşünürdüm hep. Onun olmadığı bir dünyayı hesaba hiç katmamıştım. Onun başkasına gülümsemesi,  yokluğundan şüphesiz ki daha az yakardı canımı.

Siyah kumaşlara bürünmüş renkli insanlara alışamadı bir türlü gözlerim. Sanki bu koyu kumaşların içinde beni rahatsız eden bir şeyler vardı. Onlar... onun için üzüldükleri için mi en koyu renge bürünüp buraya gelmişlerdi yoksa benim için mi, bir fikir sahibi olmak zordu. Düşünüldüğünde, o artık acı çekmiyordu, ruhu buralardan çoktan göçüp gitmişti. Eğer hala buradayken seyahat etmeye bu kadar meraklı olduğunu bilseydim Tanrım, yemin ederim ki ondan önce gidip bakardım. Güvenli değilse onu uyarırdım, Tanrım. Neden bilemedim ki? 

Diğer yandan ele alırsak, benim için böyle kopkoyu giyinmiş olmaları anlaşılır karşılanabilirdi. Bundan sonra iki kişinin ağırlığını taşıyacak olan ruh, benim ruhum, iki kişinin acısıyla buruşacak olan yüz, benim yüzümdü. Peki ya ben? Ben kimin için siyahlara bürünmüştüm?

Anlam verebilmek... o kadar zordu ki. Kelimeler dilimin ucunda kıvranıyor, adeta dışarı çıkmamak için boğazıma sarılıp düğüm oluşturuyorlardı. Kelimeler nefes almamı engelliyorlardı. Bu yüzden ''Hadi, gel şöyle otur, Louis.'' diyen arkadaşımın nazik emrine sadece başımı sallayarak karşılık verdim.

Ama sözcükler anlamlarını kaybetmiş ve karşılıklarını beynimden silmişler gibi öylece mihraba bakmaya devam ettim. 

Oturmak... yedi harf ve üç hece. Vücudun, belden yukarı dik duracak biçimde ağırlığı kaba etlere vererek bir yere yerleşme eylemi, diye düşündüm.

Sözcük anlam bulduğunda yavaşça tahta sandalyeye oturdum. Kulaklarım, mihrapta durup vaaz veren, İncil'den ayetler okuyup insanların sahip oldukları üzüntüyü, ruhlarımızın göç ettiği mekanın güzelliğini anlatarak bastırmaya çalışan rahibin sesiyle uğulduyordu. Rüzgarın yarattığı ürpertici sese benzeyen yankıların arasından ''Sevgiyi engin sular söndüremez. Irmaklar süpürüp götüremez.'' dediğini işittim. 

Bu kutsal kitaplarda insanlar ne zaman doğruları okumaya başladılar, Tanrım?

''Kardeşler,'' dediğini duydum rahibin.  Ardından şöyle devam etti, ''Umudu olmayan öbür insanlar gibi kederlenmemeniz için, gözlerini yaşama kapamış olanlar konusunda bilgisiz kalmanızı istemiyoruz.''

Gözlerim yuvalarında öyle yavaş hareket ediyorlardı ki, camlara işlenmiş motifleri incelemem tahminimce on dakikamı aldı. Renkli camların ardındaki flaşların parlaklığı gözlerimi kamaştırsa da incelemekten bıkmadım. Çünkü duyduğum şeylerin hiçbiri anlamlı gelmiyordu kulağıma. Rüzgarın dallara çarpıp çıkardığı uğultulu sesten farksızdı hepsi. Arada bir destek olurcasına elimi sıkan arkadaşımı hissediyor olsam bile hemen yanımda hıçkırıklara boğulan kızın içten yakınmaları kulaklarımı acıtıyor, bu şeyi daha anlamsız hale getiriyordu. Bu... Cenaze törenini?

İki kelime, altı hece ve on dört harf, diye düşündüm.

''Louis...'' dedi, Niall kısılmış sesinin sağlıklı çıktığını düşünerek, ''Konuşma yapabilecek misin? Bizim adımıza ben yapabilirim.''

Nihayetinde kendimi başımı çılgınlar gibi iki yana sallayıp itiraz ederken, mihraba doğru ilerlerken buldum. Benim bir kağıdım bile yoktu, olmalı mıydı? Ama ne olursa olsun bu konuşmayı yapacaktım. Hayatım boyunca sahip olduğum en mükemmel dost, ben ona söylediğim son sözleri, son olduğunu bilmediğim için aklıma kaydedememişken gitmişti. Şimdi söyleyeceklerimi son sözlerim olarak kazıyacaktım aklıma. Böylece ileride onu anımsarken söylediğim son kelimeler onu zihnimde canlı tutmaya yarardı. 

Rest In Peace | larry stylinson [one-shot]Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin