UÇURUM |§| Giriş

302 13 0
                                    

 UÇURUM

Acı; apansızca yakalanmış bir hastalıktan farksız, tedavisi olmayan bir virüs gibi yaygındı. Bu tıpkı umutların içimizde sönmesi, kırgınlığın gözlerimize yansıması, kalbimizin tam ortasında hissettiğimiz yangın gibiydi. Ama bir soru vardı; tek bir cevabıyla huzura kavuşacağımız, bir soru. Acı'nın kaç farklı şekli vardı? Vücutta hissettiğimiz, kalpte, zihnimizde ve rüyalarımızda hissettiğimiz. Liste uzar mıydı? Belki de.

Vücuduma aldığım her darbeyle, içimi saran acının yok olmasını diledim. Olan şey ise, acılarımın katlanarak artması oldu.

Sırtım sertçe duvara çarptı. Çarpmanın etkisiyle nefesim kesildi fakat boğazıma dolanan elle nefesimin tekrardan dudaklarımdan dökülmeyeceğini anladım. Çırpınmak yerine irice açılmış gözlerimi tam karşımda duran, parmaklarını boğazıma dolamış adamın tanıdık gözlerine baktım. Gözlerimin tıpatıp aynısı olan gözlerine bakarken bunu kendimin yaptığını biliyordum. Kendi ölümümü getirmiştim.

Gözlerim doldu, yinede o yaşların yanaklarımdan süzülmesine izin vermedim.

Tam karşımda duran beden sertçe iteklenerek yere düştü ve hiç zaman kaybetmeden ona vuran kişi sert tokatını yüzümde patlattı. Dizlerimin üstüne düştüm. Boğazımdan yükselen nefesim o kadar gürültülü ve sık dökülüyordu ki kendi nefesimle boğulacağım sandım. O an sırtıma aldığım darbeyle düşüncem darma duman oldu ve nefesim kesildi, yüz üstü düştüm ve hiç düşünmeden başımı kollarımın arasına alarak beyin sarsıntısından kaçınmaya çalıştım.

Midemin hemen üstüne yediğim tekmeyle vücudum tepki göstererek bacaklarımı karnıma çekmeme neden oldu. Nefesim dudaklarımı yakmıyordu artık çünkü dudaklarımı yakamayacak kadar sığ dökülüyordu dudaklarımdan nefesim. Kafamın iki yanına sardığım kollarıma çarpan diğer ayak darbesiyle kalbim korkuyla sıkıştı. En son kafama darbe yediğimde, beyin sarsıntısı yüzünden bir ay cansız bir şekile hastanede yatmış, gecemi gündüzüme katarak tekrardan dayak yemek için iyileşmiştim. Bir hiç uğruna yaralarımı sarmalarına izin vermiştim.

Demir gibi sert olan eller ayak bileklerimi kavradı. Hiç zorlanmadan, gerçek gücünü kullanmadan sokağın ortasında sersemleşmiş vücudumu çekmeye başladı. Asfalta sürtünen sırtım acıyla kavrulurken dudaklarımı ısırdım. Acı çektiğimi göstererek onları tatmin etmemeyi on yedi yıllık hayatımda gayet net bir şekilde öğrenmiştim.

Başımın iki tarafına sardığım kollarımı daha da güçlendirerek savrulmamın acısını aza indirceğini umarak gözlerimi sıkı sıkıya kapattım.

Aniden karnıma aldığım darbeyle zaten dudaklarımın arasından zor şer dökülen nefesim tamamen kesildi. Karnımdan sırtıma doğru yayılan acı, ayak bileklerimi sıkı sıkıya kavrayan parmaklardan bacaklarıma doğru akın eden acıyla ortada buluşuyordu. Acıdan bilincim gitti, direnerek kendimi toparlamaya çalıştım. Bilincimi kaybedersem bir süre dinlenmiş olacaktım, dayanırsam bir kaç gün dinlenmiş olacaktım. İkisi arasında seçim yapmama gerek yoktu, cevabım bariz ortadaydı.

Darbeler peşi sıra birbirini takip etti. Hissetmez olana kadar, yelkovanla akrep yarışa girmiş gibi katlanarak zamanın akmasını sağlarken devam etti. Vücudum acıdan uyuşmuş, zaman kavramımı yitirmişken gözlerimi araladım. İki kolumun arasından görünen ışığa gözlerimi kırpıştırarak baktım. Bedenime temas eden herhangi bir şeyle sadece sarsıldığımda anlıyordum. Acı yoktu. Hissizdim.

Düşünsenize, bütün insanlar hissizleşiyor. Ne kadar güzel olurdu değil mi? Acı yok. Mutluluk yok. Hüzün yok. Huzur yok. Yanaklarımızdan yuvarlanan göz yaşları yok. Dudaklarımızın ağrımasına yol açacak kocaman gülümsemeler de yok. Bomboşuz. Var oluşumuzun asıl amacını yitirmişiz, boş yaşıyoruz.

Görmüyor musunuz? Dünya'nın sonu böyle olacak. Öfkeden dönmüş gözler yüzünden hissizleşeceğiz. Onların gözlerine baktığımızda öfkenin kırıntılarını gördüğümüz gibi bizim gözlerimizde enkazı göreceğiz. Yok oluşun enkazı; bitmişliğin, sonun.

Dudaklarımdan bir inilti benden bağımsız kaçtığı an dudaklarımı sıkıya sıkıya birbirine bastırarak hızla gözlerimi araladım. Beyaz duvarlara eşlik eden floresan lambalar gözlerimi tekrar kapatmama sebep oldu. Bu sefer yavaşça araladım ve içerideki ışığa alışmasını bekledim. Başıma saplanan ağrıyı, ya da vücudumu sızlatan ağrıları umursamadan oturur pozisyona geçerek etrafa bakındım.

Yanı başımda duran serum bitmiş, etrafa yayılan kablolarla hastanede olduğumu düşünebilirdim lakin kapının ardından gelen yemek kokuları tezimi doğrulamıyordu. Neredeydim?

Kendimi zorlayarak ayaklarımı yataktan sarkıttım. Vücudumu saran ağrılar yüzünden gözlerim dolsada pes etmeyecektim. Zor şer iki ayağımın üstüne kalktığımda kasıklarına saplanan ağrı titreşerek ayak bileklerime kadar ulaştı. Bacaklarım titredi, dengem bozuldu ve zaman geçmeden kendimi yerde buldum. Sarsıntının etkisiyle yaralarım -çürük olma olasılığı daha fazlaydı- acıyla kasıldı. Kendimi tutamadan inleyerek yere serildim.

Kapı ardına kadar açıldı ve içeriye giren dört çift ayağı gözlerim kapanmadan görebilmiştim. Birileri beni kaldırdı ve zor şer kalktığım yatağa geri yatırdı. Üzerime örtülen bir şeyle vücudum bir kez daha kasılsada asıl sebebin odanın içine dolan koku olduğunu biliyordum. Ter ve alkol karşımına eşlik eden barut ve sigara kokusu babam ile abimin hemen ileride durduğunu fısıldıyordu. Tabii bu kokuyu takip eden ağır parfüm kokusuda ailenin tüm bireylerinin eksik burada olduğunun kanıtı.

Son kişi, dördüncü kişi ise büyük olasılıkla damalarıma sokulan iğnenin sahibiydi.

Bilincimi kaybetmeden gözlerimi araladım. Bakışlarım hiç çekinmeden babamın gözledine odaklandı. Boş bakışlarım, öfke yüklü bakışları altında ezildi. Tıpkı darbeleriyle ezilen bedenim gibi. Sıkılan yumruğunun tanıdık çıtırtısı eklemlerinden çıktı ve odanın sessizliğine bir tokat geçirdi.

Kuruyan dudaklarımı ıslatarak bakışlarımı abime çevirdim. Benim bakışlarımdan hiçbir farkı yoktu gözlerinin; boş ve tükenmiş. Babamın onu tükettiğini, hayatını çaldığını o söylemese bile biliyordum yinede bu olanlar onun suçuydu, onun seçimiydi.

Boğazımda senelerce yerini koruyan yumruyu yutmak istercesine sertçe yutkundum. Odanın içinde bir yabancı olmasını umursamadan, "Siz benim için masrafa girmezsiniz." dedim boğuk bir sesle. Dördüncü şahıs olan doktor -her neyse artık- çıkması gerektiğini hissetmiş gibi yavaşça odayı terk etti.

"Ah, bebeğim!" diyerek yanıma yaklaşan anneme kaşlarımı çatarak baktım ama kendinden ödün vermeyerek baş ucuma oturdu. "Senin için çok korktuk!" Yüksek sesi kulağımın dibinde beni rahatsız edecek seviyenin zirvesindeydi.

Baş ucumda oturan kadına ters bir bakış attım. "Masrafları karşılayan adam..." Babamın gür sesiyle cümlem yarıda kesildi.

"Haddini aşma, İzgi."

Duygusuzca güldüm. "Doğru ya, boş konuşan hep benim."

"Bencilsin," dedi abim, konuşmaya katılmayı kendine hak görerek. "Hep böyleydin."

Sustum ve tek bir kelime etmedim. Eğer onlarla daha fazla cevap verirsem sonuçlarını biliyordum, tıpkı haklı olduğumu bildiğim gibi. Ama işin aslı, haklı olduğumu hepsi biliyordu. Sadece kendilerine yediremiyorlardı. Kırılmaz egoları, kalitesiz düşünceleri doğru yaptıklarını savunuyorlardı. Ne diyebilirim ki? Benden bir tepki gelmeyince hepsi yavaşça odayı terk etti.

Yelkovan akrebi, akrep yelkovanı kovaladı. Saniyeler katlandı dakika, dakikalar katlandı saat oldu ve zaman kavramı katlanarak beni arasında sıkıştırdı. Aldığım ağrı kesicinin etkisi keşke düşüncelerimi de uyuştursaydı, o zaman katlanan bu zamanda düşüncelerimin acısıyla ızdırap çekmezdim.

Kimi kandırıyorum ki? Ben bu dünyaya gözlerimi kapatmadan, göğüs kafesimin içindeki çürümüş kalbimin nabzı durmadan hiçbir şey bitmeyecekti. Ben bitecektim, ama bunlar bitmeyecekti.

Karamsarlık bir virüs gibi çoktan kanıma karışmıştı. Ne yaparsam yapayım kanımdan temizlenmeyecek, ruhumu özgür bırakmayacaktı. Benim bir parçam değildi, ben onun bir parçasıydım ve parçasından vazgeçmek için vücudumdan ruhumun atmasını gerektiğini biliyordum.   

UÇURUM +18 -askıda-Where stories live. Discover now