Yakama ilişen huzurum.

37.8K 4.5K 3.1K
                                    

"Babanız sizi konağa çağırıyor. Uyanın artık, Jimin."

Huzurluydu uykum, hayatımda ilk defa böylesi huzurlu bir uykuya tutunmuşken gözlerimi aralamayı, hele de babam içinse bu, hiç istemiyordum lakin bir an sonra sıkıca sarıldığım yorganın kollarımın arasından kayıp gitmesiyle istemeden de olsa uyanmak mecburiyetinde kalmıştım. Ve daha yeni açılan küçük gözlerime değen ilk görüntü, aynalı masaya dün gece bıraktığım şu çirkin çiçek olmuştu. Gözlerimin çiçeğe değmesiyle eş zamanlı dünkü çocuğun "Rosemary" diyen tatlı sesi zihnimde yankılanırken neden istemsizce güldüğümü ya da daha uyanalı bir dakika bile geçmemiş olmasına rağmen neden kalbimin biraz da olsa hızlanmaya başladığını bilmiyordum. Üzerinde düşünmek de istemiyordum ki zaten Hoffman'ın sabırsız sesi, düşünmeyi benim için erteliyordu.

"Kahvaltıya çağırıyor babanız."

Gözlerimi çiçekten çekip Hoffman'a diktiğimde "Schlieffen'den mi bahsediyorsun sahiden?" diye sormuştum. O da durumun tuhaflığının pekala farkında olduğunu belli eden benimki kadar şaşkın sesiyle "Konağın hizmetçilerinden biri geldi bu sabah" dedi. "Sahiden de babanız sizi konağa kahvaltıya çağırıyor."

Yerimde doğrulup kollarımı esnetirken istemsiz bir huzursuzluk uykuda yakalayamadığı bedenimi ele geçirmişti. Babam, beni konakta görmeye tahammül bile edemezdi. Bir de aynı masada kahvaltı etmeye mi çağırıyordu? Tuhaftı. Beklenmedik olduğundan fazlasıyla rahatsız edici bir durumdu ayrıca. İster istemez gerilmiştim. Fakat her zaman olduğu gibi o gün de geç kalmak ya da gitmemek gibi bir tercihim bulunmadığından üzerimdeki şaşkınlığı bir köşeye bırakıp yatağımdan kalktıktan sonra dolabıma doğru ilerledim. Elimi üniformama doğrulttuğum vakit Hoffman "Üniformanızı değil" demişti. "Sizin için ütülettiğim şu gömlekle, pantolonu giyin. Babanız, forma giymemenizi emretmiş."

Ne giyeceğim bile bir başkasının verdiği emirlerle belirleniyordu ve ben sonsuza dek uyanmamak üzere ilk defa tattığım o huzurlu uykuya geri dönmek isteğiyle sarmalanmıştım o an. Sabah sabah tüm iyi enerjim sömürülmüştü. Ayrıca kafamın bir köşesini istila eden "Ne oldu da benimle kahvaltı etmek istedi?" sorusu bir yandan da endişelenmemi sağlıyordu. Baloda yanlış bir şey mi yapmıştım?

"Ben atınızı hazırlattım. Siz üzerinizi giyinin bir an evvel."

Hoffman odadan çıkıp kapıyı ardından kapattığında aceleyle üzerimi değiştirmiş, içimdeki anlamsız isteği ve "Uykundaki huzuru sağlayan o çiçekti" bahanesiyle o isteği destekleyen iç sesi görmezden gelemeyerek elime aldığım çiçeği gömleğimin göğüs cebine iliştirmiştim. Onun, hüznümü ve endişemi dağıtmasını umarak son bir derin nefesi içime çektikten sonra evden çıkıp atıma binmiş, generalin evine kadar aklımdaki düşüncelerle konuşarak onu sürmüştüm.

Generalin oğlu olduğumu bilmese yüzüme bakmayacak olan hizmetlilerden biri sahte tebessümüyle atımı alıp götürdüğü vakit gelecek olan her türlü durumu karşılamaya hazır, konaktan içeri girdim. Anlamsız bir telaş, oradan oraya koşturan hizmetçi kızlar ve o hengamenin arasında bana doğru adımlayan şu dün geceki Fransız General... Karşılaştığım tuhaf manzara buydu.

Ne olduğunu anlamaya vaktim kalmamışken general yanıma gelip neşeli sesiyle "Teğmen" dediğinde olan bitenler hakkında nihayet bir tahmin yürütebilmiştim. Muhtemelen, general istemişti burada bulunmamı. Zaten babamı öldürseler benimle aynı masaya oturmazdı. Kabahat işlemediğime rahatlayıp üzerimdeki gerginliği silkeledikten sonra generale asker selamı verdim. Onun tıpkı dün gece yaptığı gibi samimi bir biçimde kahkaha atmasını izlemiş, yine ellerinden birini omzuma çıkarırken "Üzerinde üniforma bulunmadığına göre şu anlık asker değilsin" deyişini işitmiştim. "Rahat ol lütfen."

Elimi tedirgince başımdan indirdiğimde general de omzumu tutmayı bırakmıştı. Hengamenin arasında sakin yakalayabildiği birkaç hizmetçiye "Kolay gelsin" diyerek kibarlığıyla beni bir kez daha şaşırtan general, bir yandan da salona doğru ilerliyordu.

"Schlieffen'den rica etmiştim dün gece" Ben hala üzerimdeki şaşkınlığı tam anlamıyla atamamışken o, büyük salona girmişti. Kurulan koca kahvaltı masasına oturduğunda "Oğlumla burada kaldığı süre boyunca ilgilenir misin asker?" diye sordu. "Yanında yabancılık çekmeyecektir eminim."

Eğer oğlu da kendisi gibi kibar ve sevecense, seve seve ilgilenirdim onunla. "Elbette. Oğlunuzu da beraberinizde getirdiğinizi bilmiyordum. O burada mı?"

"Bonjour!"

Dün geceden aşina olduğum, yüreğimi hoplatan neşeli sesiyle salondan içeri o çocuk girmişti ben sorumu sorar sormaz. Alnına dökülen kahverengi saçlarının her adımında dalgalanmasına neden olarak hızlıca generalin yanına yürümüş, kafasını kaldırıp bana bir kez olsun bakmadan ona sarılmıştı. Elim, içinde dövünüp duran kalbimi saklayan göğsümün sol yanına, çiçeği iliştirdiğim gömleğin cebine onu saklamak ister gibi gittiğinde adını hala bilmediğim çocuk bakışlarını bana kaydırdı.

Bu hislerin mealini çözemiyordum. Hakiki bir inci gibi parıldıyorken siyah gözleri bir anlığına nefesimi tutmamın nedenini anlayamıyordum. Beni hatırladığını belirten bir tebessüm dudaklarını yukarı doğru kıvırırken kalbimin teklemesinin ne manaya geldiğini bilmiyordum. Fakat korkuyordum. Birinin, babam dışında birinin daha üzerimde, elimi ayağıma dolaştıracak bir etki bırakması beni fazlasıyla korkutuyordu.

General, "Oğlum" diyene kadar bakışlarımı karşımdaki güzellikten çekememiştim bile. Nasıl olmuştu da General'in oğlu olduğunu anlamamıştım? Sahiden, tam bir ahmaktım. Bunu belli etmemeye çalışıp boğazımı temizlediğimde eliyle kaşımdaki çocuğu işaret eden generale baktım. "İşte onunla ilgilenmeni istediğim oğlum, bu. Jungkook."

Nihayet adını öğrendiğim çocuğa yeniden döndüğümde yüzündeki o muazzam tebessümün silinmediğini görmüştüm. Babasının yanından geçtikten sonra biraz yakınıma yaklaşıp beni daha da heyecanlandırarak dün gece çiçek tutan ellerinden birini bana doğru uzattı. Hafifçe kaşlarını havalandırıp çocuk sesiyle "Ve siz de?" dediğinde hala orada olduğunu yeni fark ettiğim elimi göğsümden çekip uzattığı elini sıktım.

Yumuşaktı ve sıcacık.

"Jimin, adım Jimin Park"

Saçma bir arzuyla bırakmayı hiç istemediğim elini, az önceki utangaç tebessümü eşliğinde yavaşça çekmişti elimden. Bakışlarını benden kaçırıp beyaz boğazında parmak uçlarını gezdirirken "Hüznünüzün dağıldığını görmek güzel, Teğmen" demişti. "Verdiğim çiçeği göğsünüzde görmek de öyle."

Utanmıştım.

Karşımda bunu söylerken kızaran yanaklarını benden gizlemeyişi, masanın öteki tarafına geçmek için yürüdüğünde takılıp tökezlemesi ya da kahvaltı ettiğimiz süre boyu arada sırada yüzüme değen bakışlarını fark ettiğim an benden hızla çekmesi utandırmıştı beni. İçimde filizlenmeyi bekleyen duygu tohumlarını masumluğuyla sulamaya başlaması, bir çocuk olması ve tüm bunların yanlışlığı...

Önüne geçmem gerekirken esiri olduğum tüm o duygulardan daha en başında utanmıştım.

Vernem Nidahen ° JikookWhere stories live. Discover now