Paris Garında Sabaha Karşı

3.3K 109 38
                                    

Gece şehri karanlığa gömdüğünde, Angela Black, küçük bir valiz ve eski, kapağı yıpranmış bir roman ile Paris'deki dairesinden çıktı ve ıssız caddede bir taksi durdurdu.

Arabada romanını bacakları üzerine bıraktığında, şoföre gara gitmek istediğini söyledi ve Breguet Sokağındaki evine veda etmek için camdan dışarı baktı. Yaşadığı yer, üçüncü katta konumlanan, iki odalı eski bir daireydi. Duvar kâğıtları hemen her yanda soyulmuştu ve ev çoğu zaman eski boru tesisatı yüzünden lağım gibi kokardı. Bu Angela'yı hiçbir zaman evinden vazgeçecek kadar rahatsız etmemişti, çünkü evinde uyuduğu gece sayısı, ayda bir elin parmağını geçmeyecek kadar azdı. Dairesini haftada bir, kıyafetlerini değiştirmek için geldiğinde kullanırdı. Aslına bakılırsa bunu yapması için eve uğraması da gerekmezdi ama haftada bir pencerenin önünde her seferinde solmuş bulduğu çiçeklerini sular, komşunu Bayan Grey'in halini hatırını sorardı.

Angela şehrin en görkemli sokaklarını belki de son kez geçerken pencereden dışarı bakmayı reddetti ve elleri arasındaki romanın kapağını araladı. İlk cümleleri, diğer yedi sefer olduğu gibi içinden tekrar tekrar okudu ama kitaba konsantre olamadı. Kafanızda uçuşan yüzlerce fikir olduğunda böyle oluyordu. Angela son iki yıldır, hiçbir romanın ilk otuz sayfadan fazlasını okuyamamıştı. Çünkü ne zaman sayfaları çevirse, bir kelime ona kontrol etmesi gereken bir hastayı hatırlatıyordu. Bir isim, ona hayatında geride bıraktığı bir kişiyi anımsatıyordu. Bir cümle, adeta yalnızlığını yüzüne vuruyordu.

Angela, son sekiz ayını Paris'in en yoğun hastanelerinin birinde cerrahlık yaparak geçirmişti. Henüz bir asistandı ama uzmanlar kadar yoğun çalışıyordu. Hastanede yiyor, hastanede uyuyor, hastanede yıkanıyordu.

Angela yirmili yaşlarına gelene kadar en büyük zevki, dolabına özenle astığı bin bir renk kıyafeti kombine etmek, takıp takıştırmaktı. Fakat tıp fakültesinden mezun olduğundan beri, mavi hastane önlüklerinden başka bir şey giydiğini anımsamıyordu. Artık bir dolabı da yoktu, maviden başka rengi de yoktu.

Paris'i, Seine Nehrini, bulvarları ve katedralleri bir ya da iki kez gezmişti. Eyfel Kulesini ise, sadece hastanenin doğu kanadına geçtiğinde, kafeteryanın yere kadar uzanan pencerelerinden görüyordu.

Annesiyle son telefon görüşmesinde, annesi ona böyle bir hayatı, kendisinin yaşamak olarak isimlendirmeyeceğini söylemişti. Angela güzel bir kadındı. Otuzlarına yaklaşıyordu. Annesi eskiden bembeyaz, parlak görünen teninin şimdi hastane önlüğü altında solduğunu söylüyordu. Angela eskiden her gece taradığı, beline uzanan kumral saçlarını şimdi omzuna kadar kesmişti. Angela eskiden olduğu gibi şimdi yüzüne renk veren pembe bir dudak parlatıcısı da kullanmıyordu.

Angela şimdi hastanede yemek ve uyumak dışında pek bir şey yapmıyordu.

Romanın ilk sayfasının sonuna gelmişti ki, okuduklarından tek kelime anlamadığına fark edip bir kez daha pes etti. Tren garına girmiş olan taksiciye sağda inmek istediğini söyledi ve cebindeki bozuklukları adamın avcuna bıraktı.

Valizini ayaklarının yanına bırakıp kol saatine baktığında, sabahın doğmasına iki saatten fazla vardı. Eylül'ün ortalarında olmalarına rağmen sabah soğuğu, cılız kızın içine işliyordu. Paltosunu vücuduna sardı ve bir saniye durup garda oradan oraya koşan insanları izledi. İçinden ne trene bineceği perona yürümek geliyordu, ne de garın cam kapılarından girmek...

Belki de aylardır ilk kez bir yere koşmak yerine durmuştu. Durup etrafına, dışarıya, gerçek hayata bakmıştı. Aylardan beri, ilk kez acıdan, korkudan ve ölümden bu kadar uzaktı.

Angela bir doktor olmuştu, çünkü insanlara yardım etmek istediğine karar vermişti. Her sabah, her gün ve her hafta da bunu yapıyordu.

Angela bir cerrah olmuştu, çünkü elleri bir insanın bedeni içindeyken hissettiği adrenalinin yerini dolduracak başka hiçbir şey yoktu.

Angela hayatını hastane kapısının dışında bırakmıştı, çünkü onun için bir insanı ölüm ve yaşam arasındaki o ince çizgide tutacak kudrete sahip olmak, sıradan bir insan olmaktan çok daha iyiydi.

Ya da o öyle zannediyordu.

Ama şimdi, vücudunun her hücresinde yorgun olduğunu hissediyordu. Ölüm ve yaşam arasındaki çizgi çok inceydi. O yaşam tarafında dururken her gün gözleri önünde insanlar, sevdiklerinin gözyaşları arasında ölüm tarafına geçiyordu. Ve yaşam tarafında tuttuğu insanların verdiği haz, kaybettikleri ardından hissettiği yenilmişlik hissi kadar güçlü değildi.

Önceki sabah Acil'de ilgilendiği Ruby, Angela'yla aynı yaştaydı. Hatta Angela kadının dosyasında göz gezdirirken aynı gün doğduklarını fark etmişti. Ruby o sabah her sabah yaptığı gibi metroya binmiş, her sabah olduğu gibi en sevdiği yerden kahvesini satın almıştı. Ruby, o sabah dikkatsiz bir sürücü tarafından sağ tarafından büyük bir darbe alacağını, asfaltta kanlar içinde yatacağını ve bir hastanenin Acil odasında gözlerini yumacağını bilmiyordu. Ruby, o sabahın son sabahı olduğunu bilmiyordu.

Angela düşünmeden edememişti. Eğer Ruby, iç kanaması başlamadan önce Angela'ya sabahını anlatırken, bunların son sözleri olduğunu bilseydi, farklı bir şey söylemek ister miydi? Eğer Ruby o sabah içtiği kahvenin son kahvesi olduğunu, son kez metroya bindiğini, son kez evinden çıktığını, son saatlerini geçirdiğini bilseydi...

Angela göğsünde hissettiği baskıyla sırtını cam kapıya dayadı ve Ruby'nin cansız bakışlarını hatırından silmeye çalıştı. Yaşam ve ölüm arasındaki çizgide yaşamak yorucuydu. Belki de, ölüm tarafına geçmek en kolayıydı. Ve dışarıdaki hayata bakılırsa yaşam tarafında kalmak da kolaydı.

Ama ölüm ve yaşam arasında yaşamak tüketiciydi.

Viyana treninin kalkmasına kırk beş dakika kalmıştı ki, Angela'nın aklından bir fikir geçti. Önce kendi kendine güldü. Hayır, diye düşündü. Ama düşünce onu terk etmek bilmiyordu. Angela albay bir baba figürü ve günlerini evde geçiren bir anneyle büyümüştü. Kurallara sadık, adaplı bir kız olarak yetiştirilmişti. Fakat içi içini yiyordu.

Belki Ruby onların son günleri olduğunu bilmiyordu ve hayatta bir şansı kalmamıştı... ama Angela'nın hala şansı vardı. Angela, hastanede birlikte yaşamaya alıştığı hastaların tersine sağlıklıydı, güzeldi ve çizginin yaşam tarafındaydı.

Viyana'ya yaptığı ziyaretin nedenini düşününce boğazından yükselen histerik kahkahalara hakim olamıyordu. Viyana'ya gidiyordu, çünkü annesine göre doğru olan buydu. Sadece dört yıl önce ayrıldığı nişanlısı –ve aynı zamanda çocukluğundan bu yana edindiği en yakın arkadaşı Nicholas'ın nikahına gidiyordu, çünkü annesi bunun doğru olduğuna karar vermişti.

Nicholas, Angela'yla evlenme fikrinden vazgeçmişti çünkü Angela günlerini hastanede geçirmeyi, eve gidip Nicholas ile bir aile planı yapmaya tercih ediyordu. Ve şimdi, Angela işinden zor bela aldığı üç günlük iznini tüm yalnızlığıyla birlikte, sevgili Nicholas'ın mutluluğuna şahit olmak için kullanıyordu.

Gece şehri karanlığa gömdüğünde, Angela Black, küçük bir valiz ve eski, kapağı yıpranmış bir roman ile Paris'deki dairesinden çıkmış, ıssız caddede bir taksi durdurmuştu.

 Belki o gece onun son gecesi değildi. Ya da belki öyleydi. Ama Angela, bir acil odasında doktoruna sabahını bu şekilde anlatmak istemediğine karar vermişti. Sabahın doğmasına sadece iki saat kalmıştı. Belki de gece sadece karanlık demek değildi. Gece, sabahın doğmasına duyduğu özlemdi. Peki, böylesine özlem duyduğu sabahın, son sabahı olmadığının hiçbir garantisi yokken, neden önüne çıkan ilk trene binip, üç gününü çizginin yaşam tarafında geçirmiyordu?

Paris Garında Sabaha KarşıWhere stories live. Discover now