1.Bölüm

33K 356 28
                                    

Temmuz başlarında çok sıcak bir gün, akşama doğru, genç bir adam "S" sokağındaki bir pansiyonda kiraladığı küçük odasından çıktı ve ağır, kararsız adımlarla "K" köprüsüne yöneldi.
Ev sahibiyle merdivenlerde karşılaşmaktan kurtulmayı başarmıştı. Kiraladığı küçük oda, beş katlı yüksek bir evin çatı katındaydı ve odadan çok bir dolabı andırıyordu. Yemek ve öteki hizmetler de içinde olmak üzere kiralamıştı odayı. Ev sahibi kadın bir merdiven aşağıda ayrı bir dairede oturuyordu ve genç adam her sokağa çıkışında, ev sahibi kadının merdivenlere doğru ardına dek açılmış olan mutfak kapısının önünden geçmek zorundaydı. Buradan her geçişinde de genç adam korkuya benzer sayrılı bir duygu içinde kalır, utanç duyar, yüzünü buruştururdu. Ev sahibi kadına epey borcu vardı ve onunla karşılaşmaktan çekiniyordu.
Korkak ve çekingen biri değildi aslında. Hatta tam tersine; ama bir süredir tedirgindi, gerilim içindeydi. Öylesine kendi içine kapanmış, öylesine herkesten kopmuştu ki, yalnızca ev sahibi kadınla değil, kiminle olursa olsun karşılaşmaktan kaçınıyordu. Ezici bir yoksulluk içindeydi, ama şu son günlerde buna bile aldırdığı yoktu. Asıl işlerini tümüyle bir yana bırakmıştı ve bunlarla uğraşmayı hiç istemiyordu. Aslında o kendisine karşı neler tasarlıyor olursa olsun, ev sahibi kadına da aldırdığı yoktu. Ama merdivenlerde durmak, kendisini hiç mi hiç ilgilendirmeyen gündelik birtakım saçmaları dinlemek, kira borcu konusundaki sızlanmalara, korkutmalara, yakınmalara katlanmak, üstelik yakasını kurtarabilmek için sözde nedenler bulmak, özürler dilemek, yalanlar söylemek... Hayır, merdivenleri bir kedi sessizliğiyle inip sıvışmak yapılacak en iyi şeydi.
Ama bu kez borçlu olduğu kişiyle karşılaşmak korkusu, sokağa çıktığında kendisini bile şaşırttı.
17
"Ne denli zorlu bir işe girişmek istiyorum, ama aynı zamanda da ne denli boş şeylerden korkuyorum!" diye düşündü tuhaf bir gülümsemeyle. Hmm... Evet... Hem her şey insanın kendi elinde, hem de insan yalnızca korkaklığı yüzünden ne fırsatlar kaçırıyor... Bu artık yadsınamaz bir gerçek, bir belit. Ilginç bir şey, acaba insanlar en çok neden korkarlar? Atacakları yeni bir adımdan, kendi söyleyecekleri yeni bir sözden herhalde... Ben de amma gevezelik ediyorum ha! Gevezelik ettiğim için de hiçbir şey yapmıyorum. Ya da şöyle, hiçbir şey yapmadığım için gevezelik ediyorum. Gevezelik bana şu son ay içinde günlerce bir köşede yatmaktan ve düşünmekten gelmiş bir şey. Düşündüklerim de bir şey olsa bari, ipe sapa gelmez şeyler... Peki şimdi niçin gidiyorum? Yapabilecek miyim düşündüğüm şeyi? Hem ciddi bir şey mi bu? Hayır, hiç de değil. Düşlerle avutup duruyorum kendimi; oyuncaklarla! Evet, evet oyuncaklarla!"
Boğucu bir hava vardı sokakta, korkunç sıcaktı: yapı iskeleleri, tuğlalar, kireç tozları, itişip kakışan kalabalık, bir yazlık kiralama olanağı bulamayan her Petersburglu'nun çok iyi bildiği o özel pis yaz kokusu... tüm bunlar genç adamın zaten bozuk olan sinirlerini iyice germişti. Hele kentin bu bölgesinde sayıları oldukça kabarık olan meyhanelerden yayılan dayanılmaz içki kokusu, henüz is zamanı olmasına karşın adım basında rastlanan sarhoşlar tablonun iğrenç ve iç karartıcı rengini tamamlıyor gibiydi. Delikanlının ince yüz çizgilerinde derin bir iğrenme anlatımı belirdi bir an. Yeri gelmişken belirtelim, delikanlı gerçekten yakışıklıydı: güzel kara gözleri, esmer teni/ortadan biraz uzunca boyu, ince ve biçimli vücuduyla çekiciydi. Ama işte bir anda yeniden derin düşüncelere gömülür gibi olmuştu; daha doğrusu kendinden geçmiş gibiydi. Çevresinde kimseyi ayrımsamadan yürüyordu, aslında kimseyi ayrımsamak istediği de yoktu. Yalnız, arada bir kendi kendisiyle konuşmak alışkanlığıyla bir şeyler mırıldanıyordu. Bu alışkanlığını kendisine bile daha şu anda itiraf ediyordu. Yine şu anda, zaman zaman düşüncelerinin karıştığını, iyiden iyiye güçten düştüğünü ayrımsıyordu. Iki gün vardı ki, ağzına hiçbir şey koymamıştı.
18
Öylesine kötü giyimliydi ki, alışık biri bile bu derece yırtık pırtık şeylerle güpegündüz sokakta dolaşmaya utanırdı. Ancak burası insanın kılık kıyafetiyle hiç kimseyi şaşırtamayacağı bir semtti. Samanpazarının yakınlığı, şu bilinen evlerin çokluğu, hele Petersburg'un bu merkezi semtinin cadde ve sokaklarını dolduran işçi, esnaf, sanatkâr takımı, buranın genel görüntüsünü öyle tiplerle renklendirirdi ki, yabancı birinin görülmesi kimsede şaşkınlık uyandırmaz, kimsece yadırganmazdı. Ama delikanlının ruhunda öylesine yakıcı bir küçümseme duygusu birikmişti ki, bazen çocukluk derecesine varan bütün utangaçlığına rağmen, şu anda en az utandığı şey, sırtındaki paçavralardı. Tabii, kimi tanıdıklarına, ya da genel olarak karşılaşmaktan hiç hoşlanmadığı kimi eski dostlarına rastladığında iş değişirdi... Oysa bu sırada, iri bir atın çektiği büyük bir arabayla, günün bu saatinde nereye niçin götürüldüğü belli olmayan bir sarhoş, eliyle kendisini göstererek. "Hey, sen! Alman şapkalı!" diye gırtlağını yırtarcasına bağırınca, delikanlı durup, elini sinirli bir şekilde şapkasına götürmüştü. Zimmermann'dan* satın alınmış, yüksek, yuvarlak bir şapkaydı bu. Ama her yanı delik deşik olmuş, yırtılıp solmuş, leke içindeki bu kenarsız şapka üstelik bir yanından çok çirkin bir köşe oluşturacak biçimde yana sarkmıştı. Ancak sarhoşun bağırması delikanlıda utanma değil, korkuya benzer başka bir duygu uyandırmıştı.
"Biliyordum zaten!" diye mırıldandı şaşkınlık içinde "Biliyordum böyle olacağını! Olabileceklerin en kötüsü bu! Böyle bir saçmalık, böyle bir anlamsız ayrıntı her şeyi alt üst edebilir! Evet, doğrusu fazla göze batan bir şapka bu.. Göze batması, gülünçlüğünden... Üstümdeki paçavralara uygun bir kasket bulmam gerek, eski de olsa olur, yeter ki şu lanet şeyden kurtulayım! Kimse giymiyor böyle bir şapkayı. Bir verstlik yoldan farkedilir ve kimin olsa aklında kalır... En önemlisi de bu: sonradan anımsarlar. Işte sana bir ipucu! Olabildiğince ayrımsanmamaya, göze çarpmamaya çalışmalıyım... Ayrıntılar çok önemli! Ayrıntılar mahveder her zaman her şeyi..."
Zîmmermann - O dönemler Petersburg'unda, Nevskiy Bulvarı'nda günün son moda şapkalarını satan bir şapkacı. (Çev.)
19
Gideceği yere varmak için fazla yürümesi gerekmiyordu. Hatta evinden kaç adım tuttuğunu bile saymıştı, tam yedi yüz otuz adım. Hayallerine gömülüp yürüdüğü bir gün saymıştı adımlarını. Ama o sıralar kurduğu bu hayallere kendisi de inanmıyordu, sinirleniyordu yalnızca; çirkin ama insanı bastan çıkarıcı gözüpeklikte hayallerdi bunlar. Simdi ise aradan bir hafta geçtikten sonra, işi başka türlü görmeye başlamıştı. Yakasını bir türlü bırakmayan o iç konuşmalarında kendisini onca güçsüz, onca kararsız görmesine rağmen bu "çirkin" hayali adeta elinde olmayarak kendi tasarısı, kendi niyeti saymaya alışmıştı. Bu konuda hâlâ kendi kendisine inanmamasına rağmen, attığı her adımda heyecanı daha da artarak, şu anda bu tasarısının denemesini yapmaya gidiyordu.
Yüreği durarak, sinirden titreyerek, bir duvarı kanala, bir duvarı "..." sokağına bakan olağanüstü büyük yapıya yaklaştı. Küçük küçük dairelere bölünmüş olan bu evde terziler, çilingirler, aşçı kadınlar gibi her türden esnaf, çeşit çeşit Almanlar, basma buyruk yaşayan sokak kızları, küçük memurlar ve benzerleri oturuyordu. Evin iki yanındaki avlu ve kapılardan giren çıkan belirsizdi. Üç ya da dört kapıcısı vardı evin. Delikanlı bunlardan hiçbirine rastlamamış olduğuna sevinerek ana kapıdan süzülürcesine geçip sağdaki merdivenlere yöneldi. Bu merdiven karanlık, dar ve her zaman kullanılmayan bir tür servis merdiveniydi. Ama o bütün bunları biliyordu, öğrenmişti ve merdivenlerin bu durumu son derece hoşuna gidiyordu: bu karanlıkta meraklı bir bakış bile tehlikeli olamazdı. Dördüncü kata çıkarken elinde olmadan: "Eğer şimdi böyle korkarsam, fırsat çıkıp da asıl işe giriştiğimde ne olacak?.." diye düşündü. Burada asker emeklisi hamallar kesti yolunu, bir daireden mobilya çıkarıyorlardı. Burada, memurluk yapan bir Alman'ın ailesiyle birlikte oturduğunu daha önceden biliyordu. "Anlaşılan Alman taşınıyor, o halde dördüncü katta, bu merdiven sahanlığında hiç değilse bir süre için yalnızca kocakarının dairesi dolu olacak. Bu çok iyi... Ne olur ne olmaz..." diye düşündü ve kocakarının kapısını çaldı. Çıngırak, bakırdan değil de, tenekedenmiş gibi cılız bir ses çıkardı. Bu tür evlerin böyle küçük dairelerinde çıngıraklar hemen
20
hep böyledir. O, bu çıngırak sesini unutmuştu bile... Ve şimdi bu özel ses ona birdenbire bir şeyler anımsatmış, apaçık bir şeyleri gözünün önüne getirmişti. Tirtir titriyordu, sinirleri allak bullak olmuştu. Az sonra kapı çizgi gibi hafifçe aralandı. Kapıyı açan kadın geleni aralıktan açıkça duyulan bir güvensizlikle süzüyor, karanlıkta yalnızca ışıldayan gözleri görülüyordu. Ama sahanlıkta başkalarının da bulunduğunu görünce yüreklendi ve kapıyı iyice 'açtı. Delikanlı içeri girdi; tahta perdeyle küçücük bir mutfaktan ayrılmış karanlık bir antreydi burası. Kocakarı hiçbir şey söylemeden öylece duruyor ve soru dolu gözlerle ona bakıyordu. Küçücük, kupkuru bir ihtiyardı bu, altmış yaşlarında vardı, bakışları temiz değildi, burnu sivri ve küçük, başı açıktı. Hafif ağarmış kirli sarı saçlarına bolca yağ sürmüştü. Bir tavuk bacağını andıran ince uzun boynuna paçavralaşmış bir fanila parçası sarmıştı. Omuzlarındaysa, havanın sıcak olmasına rağmen rengi yitmiş, paramparça bir kürk pelerin sallanıyordu. İkide bir öksürüyor, inliyordu. Anlaşılan delikanlının bakışları hiç de normal değildi ki, kocakarının gözlerinde az önceki güvensizlik anlatımı yeniden belirdi.
Delikanlı daha nazik davranması gerektiğini anlayarak hafifçe eğildi ve:
"Raskolnikov!" diye mırıldandı. "Üniversite öğrencisi. Bir ay kadar önce gene gelmiştim."
Soru dolu gözlerini ondan ayırmayan kocakarı tane tane:
"Anımsıyorum", dedi. "Çok iyi anımsıyorum. Gelmiştiniz."
Kocakarının güvensizliği Raskolnikov'u şaşırtmıştı:
"Ben... Işte yine öyle bir iş için geldim..." dedi.
"Belki de kadın her zaman böyledir", diye düşündü sonra can sıkıntısı içinde. "Belki de ben o zaman ayrımsayamamıştım."
Kocakarı bir süre kararsızlık içindeymiş gibi sustu, sonra yana çekilerek konuğa odaya açılan kapıyı gösterdi.
"Buyurun!"
Küçük bir odaydı burası. Duvarları sarı kâğıtla kaplanmıştı. Pencerelerinde tül perdeler ve ıtır çiçekleri görülüyordu. Batmakta olan güneşin ışıklarıyla apaydınlıktı oda. Raskolnikov'un kafasından bir anda "Demek o zaman da güneş böyle aydınla
21
tacak..." düşüncesi geçti. Odanın ve içerdeki eşyaların durumunu unutmamak için çarçabuk çevresine bir göz gezdirdi. Ancak odanın ayirdedici hiç bir özelliği yoktu. Mobilyalar eskiydi ve sarı ağaçtan yapılmışlardı. Bunlar: tahta arkalığı eğilmiş bir kanape, bunun önünde oval bir masa, iki pencere arasına yerleştirilmiş aynalı bir tuvalet masası, duvar boyunca dizilmiş sandalyeler ve ellerinde kuşlarla Alman kızlarını gösteren sarı çerçeveli ucuz bir iki tablo... Işte bütün mobilya. Odanın bir köşesinde küçük bir tasvirin önünde bir kandil yanıyordu. Her şey tertemizdi. Mobilyalar da, döşemeler de iyice övülmüştü, her şey pırıl pırıldı. Delikanlı "Yelizaveta'nın isi bu", diye geçirdi içinden. Bütün evde küçücük bir toz taneciği bile yoktu. Raskolnikov, "Temizliğin böylesine ancak kötü yürekli yaşlı dullarda rastlanabilir", diye düşündü ve merakla iki odayı birbirinden ayıran basma perdeye baktı. Kocakarının yatağıyla bir konsolun
bulunduğu bu odayı -zaten tüm daire bu iki odadan oluşuyordu-daha önceki gelişinde de görememişti.
Odaya girdiklerinde kadın delikanlının yüzünü iyi görebilmek için yine tam onun önüne dikilerek sert bir sesle:
"Neymiş, göster bakalım?" dedi.
Cebinden eski bir gümüş saat çıkaran delikanlı:
"İşte" dedi, "rehin için getirdim."
Saatin arka kapağında bir küre resmi vardı. Kösteği de çeliktendi.
"Bundan önceki rehinin de günü doldu. Üç gün geçti bir ayı."
"Size bir aylık daha faiz öderim, lütfen bir kaç gün daha sabredin."
"Sabretmek ya da eşyanızı hemen satmak benim bileceğim bir şey artık."
"Nasıl, saatime epey para verecek misiniz, Alyona İvanovna?"
"Hep böyle işe yaramaz, ıvır zıvır şeyler getiriyorsunuz. Beş para etmez bu saat. Geçen getirdiğiniz yüzük için size tastamam iki ruble vermiştim, oysa yenisi kuyumculurda bir buçuğa o yüzüklerin."
"Dört ruble'verin, parasını öder geri alırım, baba yadigârı bir saattir. Yakında elime para geçecek."
22
"Bir buçuk ruble ve faizi de peşin, işinize gelirse..."
"Bir buçuk ruble mi?"
Kadın saati geri uzatarak:
"Siz bilirsiniz" dedi.
Delikanlı saati öyle bir öfkeyle aldı ki, hemen çıkıp gitmeye hazırdı, ancak bir an düşününce gidecek hiçbir yeri olmadığını ve buraya asıl başka bir nedenle geldiğini anımsayarak:
"Verin!" dedi kabaca.
Kocakarı anahtarları çıkarmak için elini cebine sokarak perdenin arkasındaki odaya geçti. Odanın ortasında tek basına kalan delikanlı merakla kulak kabartıp dinlemeye başladı, kocakarının öteki odada neler yaptığını düşünmeye çalışıyordu. Gelen seslerden kadının konsolu açtığı anlaşılıyordu. "Demek üst çekmecede... Demek anahtarları sağ cebinde taşıyor... Hepsi bir arada anahtarların, çelik bir halkaya geçirilmiş... Bir tanesi hepsinden büyüktü, üç kat büyüktü nerdeyse, ucu da dişliydi, o halde konsolun anahtarı bu olamaz, demek ki bir başka çekmece ya da sandık daha var içerde... Bu önemli. Sandıkların anahtarları hep böyle olur. Ama bütün bunlar ne kadar aşağılık şeyler..."
Kocakarı döndü:
"Işte beyciğim! Bir ruble için aylık on köpek faiz, bir buçuk ruble için onbeş köpek eder. Bir aylık peşin tabii. Bundan önceki iki ruble için de aynı hesaba göre yirmi köpek faiz tutuyor. Yine peşin. Hepsi otuz beş köpek. Böylece saatiniz için bütün alacağınız bir ruble onbeş köpek. Buyurun!"
"Ne! Yani siz şimdi bana yalnızca bir ruble on beş köpek mi veriyorsunuz?"
"Tam da öyle."
Delikanlı tartışmaya girmedi, parayı aldı. Sanki söyleyeceği ya da yapacağı bir şeyler daha var, ama bunların ne olduğunu kendisi de bilmiyormuş gibi odadan çıkmakta acele etmiyor, kadına bakıyordu.
"Bugünlerde size bir şey daha getireceğim Alyona İvanovna... Gümüşten, çok güzel bir şey... Bir sigara tabakası... Bir arkadaşıma vermiştim, alır almaz..."
23
Şaşırdı ve sustu.
"Bunu o zaman konuşuruz beyciğim."
"Hoşçakalın... Evde hep yalnız mı oturursunuz Alyona İvanovna, kız kardeşiniz yok mu?"
"Kız kardeşimden size ne?"
"Hiç. Öylece sormuştum. Demek siz şimdi ... Neyse, hoşçakalın Alyona İvanovna!"
Raskolnikov büyük bir öfkeyle çıktı kadının evinden. Öfkesi gitgide büyüyordu. Merdivenlerden inerken bir şey karşısında ansızın şaşırmış gibi birkaç kez durakladı. Sonunda sokağa vardığında "Tanrım!" diye bağırdı. "Ne kadar aşağılık şeyler bütün bunlar! Olacak şey mi, ben... Hiç olacak şey mi, ben... Hayır saçmalık bu, aptallık!.. Böyle korkunç şeyler nasıl geçebiliyor kafamdan! Yüreğim, ne iğrençliklere elverişliymiş meğer!.. Evet, tam da öyle iğrenç, aşağılık şeylere... Ve ben bütün bir aydır..."
Öfkesini ne sözcüklerle, ne haykırışlarla dile getirebiliyordu. Daha kocakarının evine giderken yüreğini sıkıştırmaya başlayan tiksinti öyle boyutlara ulaşmıştı ki, delikanlı sıkıntısından ne yapacağını, ne edeceğini bilemiyordu. Kaldırımda, kimseyi görmeden bir sarhoş gibi yürüyor, gelip geçenlere çarpıyordu. Ancak bir başka sokağa saptığı zaman kendine gelebildi. Durup çevresine bakındı. Bir meyhanenin önündeydi. Bodrum kattaydı meyhane ve girişi kaldırımdan birkaç basamak aşağıdaydı. Tam bu sırada iki sarhoş birbirine tutunarak ve küfürler savurarak dışarı çıkıyorlardı. Daha fazla düşünmedi ve hemen
meyhaneye indi. Daha önce hiç gitmemişti meyhaneye, ama şu anda başı dönüyor, susuzluktan içi kavruluyordu. Soğuk bir bira içmek istedi canı, sonra böylesine birdenbire halsiz düşüşünü açlığına yükledi. Karanlık, pis bir köşede, üstü yapış yapış bir masaya geçip oturdu, bir bira söyledi. İlk bardağı doymazcasına içti. Birden rahatladı, kafasının içi aydınlanıvermişti. "Saçma bütün bunlar", diye söylendi. Umutlanmıştı. "Telaşlanacak, öfkelenecek bir şey yok ortada. Basit bir bedensel rahatsızlık! Bir bardak bira ve birkaç parça peksimetle kendine geliveriyor insan! Düşüncelerini toparlıyor, kararsızlığı yok olup gidiyor! Tüh! Bir şey olmuş gibi sanki!.." Birden ağır bir yükten kurtulmuş gibi rahatladı,
24
neşeyle bakmaya başladı çevresine. Ancak o anda bile, uzaktan uzağa, bu iyimserliğinin hastalıklı bir iyimserlik olduğunu duyumsuyordu.
Meyhanenin pek kalabalık olmadığı bir saatti. Merdivenlerde rastladığı iki sarhoşun ardından, aralarında bir de kadın bulunan armonikalı beş kişilik bir sarhoş grubu daha ayrıldı meyhaneden. Bunların gidişinden sonra ortalık iyiden iyiye sessizleşmişti. Fazla hallice olmadığı anlaşılan tüccara benzer biriyle onun arkadaşı olduğu anlaşılan şişman, iri yarı redingotlu, kır sakallı bir adam kalmıştı meyhanede. İyice kendinden geçmişti bu ikincisi, iskemlesinde uyukluyordu. Arada bir uyanır gibi oluyor, kollarını açıp, parmaklarını şakırdatıyor, sonra yerinden kalkmadan vücudunun belden yukarısını kıvırıp oynatarak sözlerini doğru dürüst çıkartamadığı saçma bir şarkı tutturuyordu.
Bütün yıl karımı okşadım Bü-tün yıl ka-rı-mı ok-şa-dım...
Yeniden dalıyor, yeniden uyanır gibi oluyor, bu kez başka bir şarkı tutturuyordu:
Podyaçeskaya 'da dolaşırken Eski sevgilimi buldum...
Ancak onun bu mutluluğuna kimse ortak olmuyordu; bira bardağının ardında suskun oturmakta olan tüccar kılıklı, arkadaşının bu taşkınlıklarını düşmanca ve kuşkulu gözlerle izliyordu. Bir adam daha vardı meyhanede, emekli memura benziyordu. Önünde kadehi, herkesten ayrı bir köşede oturuyor, arada bir çevresindekilere göz gezdirerek bir yudum alıyordu. O da bir parça heyecanlı gibiydi.
II
Raskolnikov kalabalıklara alışık değildi ve daha önce de söylediğimiz gibi, özellikle de şu son sıralarda her tür topluluktan
25
kaçar, olmuştu. Ama su anda birdenbire bir şey onu insanlara doğru itmeye başlamıştı. Içinde yeni bir şeyler gelişiyor, insanlara karşı susuzluk duyuyordu. Bütün bir aydır yoğun biçimde yaşadığı heyecan ve üzüntüden öylesine bitkinlesmisti ki, bir dakikacık için bile olsa, nasıl olursa olsun farklı bir dünyada dinlenmek istiyordu. Işte bütün pisliğine rağmen bu meyhanede kalmak istemesinin nedeni de buydu.
Meyhaneci başka bir odadaydı, ancak birtakım merdivenleri inerek ikide birde salona giriyor, gelişinde de kendinden önce, kocaman kırmızı kırmaları olan pırıl pırıl çizmeler görülüyordu. Sırtında bir kaban ve yağdan ışıl ışıl olmuş kara atlastan bir yelek vardı, kravatsızdı, suratı bir demir kilit gibi sanki yağa bulanmıştı. Tezgâhın arkasında on dört yaşlarında bir çocukla, müşterilere servis yapan ondan daha küçük bir başka çocuk daha vardı. Tezgâhın üzerinde ince ince doğranmış salatalıklar, kara peksimetler ve yine küçük küçük doğranmış balıklar duruyordu. Çok pis bir koku yayılıyordu bunlardan. Bunaltıcı bir havası vardı meyhanenin, oturulacak gibi değildi. Her şeye öylesine ağır bir şarap kokusu sinmişti ki, insan yalnızca bu kokudan bile beş dakika içinde sarhoş olabilirdi.
Bazen hayatta öyle karşılaşmalar olur ki, hem de hiç tanımadığımız insanlarla, bir tek sözcük bile konuşmadan, birdenbire, tekbir bakışla ilgilenmeye başlayıveririz. Işte bu ilerde oturan ve emekli bir memura benzeyen kişi de Raskolnikov üzerinde aynı etkiyi bırakmıştı. Delikanlı sonraları bu ilk izlenimi pek çok kez anımsayacak ve bunu bir önsezi olarak kabul edecekti. Gözlerini memura dikmiş bakıyordu; bu biraz da memurun da ona aynı biçimde bakışından ileri geliyordu: memur besbelli konuşmak istiyordu onunla. Meyhanede bulunan ötekilere ise -meyhaneci de içlerinde- alışkın, hatta bıkkın bakışlarla bakıyordu. Bu bakışlarda toplumsal durumları, öğrenim dereceleri aşağı, kendileriyle konuşmaya değmez insanlara karşı takınılan bir yüksekten bakma, karşısındakini aşağı görme havası da seziliyordu. Ellisini geçkin, orta boylu, tıknaz bir adamdı, kır saçlı başının tepesi dazlaktı, şiş yüzü sürekli içmekten sararmış, hatta yeşilimsi bir renk almıştı. Şiş gözkapakları arasından birer delik gibi
26
ufacık ama canlı, kırmızımsı gözleri parlıyordu. Ancak garip bir şeyler vardı adamda; bakışlarında bir heyecan, hatta galiba zeka ışıltıları vardı, ama aynı zamanda deliliğe benzeyen bir şeyler de yanıp sönüyordu bu gözlerde. Giysileri eskiydi, düğmeleri kopuk, lime lime olmuş bir frak vardı üzerinde. Frakın düğmelerinden yalnızca biri her nasılsa duruyordu yerinde ve adam anlaşılan incelik kurallarına aykırı davranmış olmamak için bu düğmeyi ilikli tutuyordu. Nankin kumaşından yapılmış yeleğinin altından
buruşuk, kirli bir plastron kabarıyordu. Memur biçimi traş olmuştu, ama son traşının üzerinden epey zaman geçtiği anlaşılıyordu: yüzü mavimsi, kır bir sakalla kaplıydı. Her halinden tam bir memur olduğu anlaşılıyordu. Ama besbelli bir sıkıntısı vardı. Ikide birde parmaklarını saçları arasında gezdiriyor, bazen dirseklerini kirli yapış yapış masaya dayayarak başını elleri arasına alıyordu. Sonunda gözlerini doğruca Raskolnikov'a çevirip, kendine güvenli, gür bir sesle konuşmaya başladı.
"Çok saygıdeğer bayım, acaba sizinle kibarca konuşmak cesaretini gösterebilir miyim? Çünkü giyim kuşamınıza dikkat etmemiş olmanıza rağmen tecrübelerim bana sizin okumuş ve içkiye alışkın olmayan biri olduğunuzu söylüyor. Bendeniz, içtenlikle birleşmiş bilgiye her zaman saygı duymuşumdur, zaten ben de dokuzuncu dereceden bir memurum. Soyadını Marmeladov'dur, dokuzuncu dereceden bir memur. Merakımı bağışlayın, siz de bir yerde memur musunuz?"
Bu sözlerdeki süslü üsluptan ve kendisine böylesine doğrudan doğruya seslenişinden şaşıran delikanlı:
"Hayır" dedi, "okuyorum..."
Delikanlı, nasıl olursa olsun insanlara yaklaşma, onlarla kaynaşma konusunda az önce duyduğu o bir anlık isteğe karşın, şu anda kendisine yapılan bu ilk gerçek çağrı karşısında kişiliğiyle ilgilenen ya da ilgilenmek isteyen her yabancıya karşı duyduğu o eski tiksintiyi duydu içinde.
Memur:
"Öğrencisiniz demek" diye mırıldandı, "ya da eski bir öğrenci... Ben de öyle düşünmüştüm! Tecrübe efendim, sayısız tecrübe!" Ve aklıyla övünmek ister gibi parmağını alnına dayadı:
27
"Öğrenciydiniz, ya da kurslara katılıyordunuz! izninizle..." Ayağa kalktı, sendeledi, kadehini aldı ve hafif yanlamasına delikanlının sırasına, onun yanına oturdu. Sarhoştu, ama güzel ve düzgün konuşuyordu. Yalnız arada bir dili dolaşıyor, sözcükleri uzatıyordu. Aylarca kimseyle konuşmamış, konuşmaya susamış gibiydi.
"Sayın bayım "diyerek oldukça ciddi bir tavırla yeniden söze başladı, "yoksulluk ayıp değil, bir gerçek. Sarhoşluğun erdem olmadığı ise daha büyük bir gerçek. Ama sefillik, sayın bayım, sefillik yüz karasıdır. Yoksullukta yaradılıştan gelen soylu duygularınızı koruyabilirsiniz, sefillikte ise asla! Sefil bir kimseyi insanlar aralarından uzaklaştırmak için sopa kullanmazlar, süpürgeyle süpürürler; onu daha çok aşağılamak içindir bu; ve hakları da yok değildir böyle davranmakta, çünkü sefilliğe düştüğünde kişioğlunun ilk kendisi hazır olmalıdır kendini aşağılamaya. Meyhanenin çıkış noktası.da burasıdır işte! Sayın bayım, bundan bir ay önce bay Lebezyatnikov karımı dövdü. Ama karım bana benzemez! Anlatabiliyor muyum? Merakımı bağışlayın ve sormama izin verin: Neva ırmağı üzerindeki saman kayıklarında gecelediğiniz oldu mu hiç?"
Raskolnikov:
"Hayır, hiç olmadı" dedi, "Nasıl bir şey bu?"
"Bense... beş gecedir orada yatıyorum..."
Kadehim doldurdu, başına dikti ve düşüncşye daldı. Gerçekten de elbisesinin üzerinde ve saçları arasında saman çöpleri gözüküyordu. Büyük olasılıkla da beş gündür ne üzerindeki elbiseyi değiştirmiş, ne de yıkanmıştı. Özellikle de elleri çok kirliydi.
Konuşması fazla olmamakla birlikte genel bir ilgi uyandırmıştı meyhanede. Tezgâhın arkasındaki çocuklar kikirdemeye başlamışlardı. Meyhanenin sahibi de anlaşılan sırf bu "şakacı" adamı dinlemek için üst kattan inmiş ve tembel tembel ama önemli bir kişi edasıyla esneyerek uzakça bir köşeye oturmuştu. Marmeladov anlaşılan oldukça iyi tanınıyordu bu meyhanede. Süslü konuşması da meyhanede tanımadığı kişilerle sık sık yaptığı konuşmalar sonucu elde edilmiş bir alışkanlıktı. Bu alışkanlık
28
bazı içkicilerde, özellikle de evlerinde hoşgörüden uzak, baskı altında yaşayanlarda bir gereksinme halini alır. Böylelerinin kendilerini içki topluluklarında haklı çıkarmaya, dahası saygı toplamaya çalışmaları bu yüzdendir.
Meyhaneci oturduğu yerden:
"Bre maskara!" diye söylendi'. "Madem memursun, ne diye çalışmıyorsun, ne diye işine gitmiyorsun?"
Marmeladov, soruyu sanki Raskolnikov sormuş gibi ona dönerek:
"Niçin mi çalışmıyorum, sayın bayım, niçin mi ise gitmiyorum?" dedi. "Böylesine alçalmış olduğum için yüreğim yaranıyor mu sanıyorsunuz siz? Bir ay önce bay Lebezyatnikov karımı kendi elleriyle döverken ve ben de oracıkta sarhoş yatarken, acaba hiç mi acı çekmedim? Sormama izin verin delikanlı: acaba hiç basınıza... yani... alabileceğiniz umudu olmadan borç para istemek gibi bir şey geldi mi hiç başınıza?"
"Gelmiştir... Yalnız 'umudum olmadan'ı anlayamadım?"
"Umudunuz olmadan, yani istediğiniz borç parayı size vermeyeceklerini önceden bilerek. Örneğin şu pek
iyi niyetli ve pek yararlı yurttaşın size borç para vermeyeceğini kesin olarak biliyorsunuz. Hem sorarım size, niçin versin ki? Bu parayı geri vermeyeceğimi bile bile, niçin, versin? Acıdığı için mi? Ama yeni düşünce akımlarını pek yakından izleyen bay Lebezyatnikov'un geçenlerde bana anlattıklarına bakılırsa, çağımızda bilim acımayı yasaklamıştır, bu, ekonomi politiğin geçerli olduğu İngiltere'de de böyledir. Sorarım size, neden borç para versin bu adam şimdi? Ve siz onun vermeyeceğini bile bile kapısını çalıyor ve..."
Raskolnikov: "Madem öyle, niçin istiyorsunuz?" diye sordu.
"Ya gideceğiniz başka bir yer, çalacağınız başka hiçbir kapı yoksa? Her insanın çalabileceği hiç değilse bir kapı olmalıdır, insanın ne yapıp edip başvuracak bir yerinin bulunması gereken zamanlar oluyor. Benim öp öz kızım ilk kez vesika almaya gittiğinde ben de kendisiyle birlikte gitmiştim..." Marmeladov delikanlının yüzüne tedirgince bakarak, söz arasındaymış gibi ekledi: "Çünkü kızım vesikalı çalışarak yaşamını sağlar..." Tezgâhın
29
ardındaki iki oğlanın kikirdediğini, meyhane sahibinin de gülümsediğini görünce, sakin görünmeye çalışarak, aceleyle sürdürdü konuşmasını: "Ne önemi var efendim! Ne önemi var! Böyle baş sallamalarla utanmam ben! Hele de herkes herşeyi biliyorsa ve ortada hiçbir giz kalmamışsa... Ben her şeye hor görerek değil, hoş görerek bakmayı öğrendim artık. Varsın öyle olsun! Ne yapalım! İste insan! Izin verin delikanlı: söyleyebilir misiniz.,. Yo, yo... daha güçlü, daha betimleyici dile getirmeliyim düşüncemi: Söyleyebilir misiniz değil, söylemek yürekliliğini gösterebilir misiniz? Evet, şu anda bana bakarak benim bir domuz olmadığımı söylemek yürekliliğini gösterebilir misiniz?"
Delikanlı bir şey söylemedi.
Salondaki kikirdemelerin kesilmesini bekleyen konuşmacı, ağır ağır artan bir ciddilik ve ağırbaşlılıkla sürdürdü sözlerini:
"Evet... Haydi ben bir domuzum, ama o bir hanımdır! Ben hayvan gibi bir şeyim, ama karım Katerina İvanovna yüksek rütbeli bir subayın iyi eğitim görmüş bir kızıdır. Bırakın ben bir alçak olayım, ama o yüce ve soylu duygulara sahip bir kadındır. Ama... ama ah birazcık da bana acımayı bilseydi!.. Ah sayın bayım, ah, her insanın, başkalarının kendisine acıyabilecekleri bir yanı olmalı! Gelgelelim Katerina İvanovna yücegönüllü bir insan olmasına karsın haktanır bir insan değildir... Saçlarımı yolduğu zaman bunu yüreği parçalandığı için yaptığını ben de biliyorum, ama... (meyhanedekilerin yeniden kikirdediklerini görünce ağırbaşlılıkla ekledi: 'Hiç utanç duymaksızın yineliyorum delikanlı: evet, karım saçlarımı yolar) ama, Tanrım, ne olurdu, hiç değilse bir kezcik olsun... Ama, hayır!.. Hayır!... Bütün bunlar anlatmaya değecek şeyler değil... Ama bir kezcik de benim istediğim olaydı, bir kezcik de bana acıyalardı... Ama... yapım bu benim, doğuştan bir hayvanım ben!"
Meyhaneci esneyerek:
"Doğru söze ne denir!" dedi.
Marmeladov masaya esaslı bir yumruk indirdi:
"Yapım bu benim! Düşünebiliyor musunuz sayın bayım, onun çoraplarını bile içkiye yatırdım ben... Dikkat buyurun, ayakkabılarını demiyorum, çünkü eşyanın düzenine uygun bir
davranış olurdu böylesi, çoraplarını yatırdım ben içkiye! Tiftik atkısını da yatırdım içkiye, kendi atkımı değil, onunkini... Armağandı kendisine. Oysa oturduğumuz yer çok soğuk, bu kış üşüttü karım kendisini, öksürmeye, derken kan tükürmeye başladı. Üç küçük çocuğumuz var. Katerina İvanovna sabahtan geceyarılarına kadar işten işe çalar kendini, ortalığı temizler, çocukları yıkar, temizler... Ondaki bu temizlik düşkünlüğü ta çocukluğundan kalmadır, oysa ciğerleri zayıf, vereme eğinik, ve ben onun acılarını çok iyi duyuyorum. Duymuyor muyum sanıyorsunuz yoksa? Hem de ne kadar çok içersem, o kadar iyi duyuyorum. Içmemin nedeni de bu zaten: içkide acıma ve duygu arıyorum ben... Içiyorum, çünkü çok acı çekmek istiyorum!"
Umutsuzluğa düşmüş gibi başını masaya eğdi, sonra doğrularak konuşmasını sürdürdü:
"Delikanlı, sizin de yüzünüzde acıya benzer bir şeyler okuyorum. Daha meyhaneden içeri girdiğiniz anda ayrımsadım bunu ve yine bu nedenle sizinle konuşma girişiminde bulundum. Yani size yaşam öykümü anlatırken amacım, ben anlatmasam da zaten her şeyi bilen şu ayaktakımı karşısında kendimi küçük düşürmek değildir: duygulu, okumuş bir insandır benim aradığım. Şunu bilmenizi isterim ki, karım öğrenimini soyluların devam ettiği bir enstitüde yapmış, okulu bitirme gününde de valinin ve öteki birtakım önemli kişilerin karşısında şalla dansederek bir altın madalya ile övgü belgesi kazanmıştır. Altın madalyayı sattık gerçi, hem de epey oluyor, ama övgü belgesi o gün bugün sandıkta öylece durur, hatta geçenlerde karım onu ev sahibimize gösteriyordu. Aslında ev sahibiyle karımın arası bir gün bile iyi olmamıştır, ama anlaşılan geçmiş mutlu günlerini dile getirerek birilerinin önünde övünmek istemiş. Kınamıyorum karımı,
hem de hiç kınamıyorum, onda kalan son anıdır bu, geri kalan her şey yok oldu gitti! Evet sinirli, gururlu, dediğim dedikçi bir kadındır karım. Yerleri kendisi siler, kuru ekmek yemeğe boyun eğer, ama kendisine saygısızlık gösterilmesine asla izin vermez. Bay Lebezyatnikov'un kabalığına boyun eğmemesi de bu yüzdendir; bay Lebezyatnikov kendisine vurduğunda vücudu incindiğinden değil, duyguları incindiğinden yatağa
30
31
düştü. Birbirinden küçük üç yetimiyle dul aldım onu. İlk kocası bir piyade subayıymış, sevişerek evlenmişler, onun uğruna baba evinden kaçmış. Çılgın gibi sevmiş kocasını, ama adam kendini kumara çalmış, mahkemelere düşmüş ve ölüp gitmiş. Son zamanlarında karısını da dövmeye başlamış. Belgelere dayanan kesin bilgilerime göre, karım onun bu davranışını hiçbir zaman, bağışlamamış, ancak bugün bile ilk kocasını hep gözyaşlarıyla anar, beni kınayan gözyaslarıdır bunlar. Ancak ben bu duruma seviniyorum, seviniyorum çünkü hayalinde de olsa, bir süre için kendini mutlu görmüş oluyor... Kocasının ölümünden sonra uzak, kuş uçmaz, kervan geçmez bir taşra kasabasında üç küçük yavrusuyla kalakalmış. O sıralar ben de orada bulunuyordum. Çok yoksulluk çekmiş, çok umutsuz durumlara düşmüş, başından çok şey gelip geçmiş bir adamım, ama yine de onların içinde bulundukları durumu anlatamam. Akrabalarının hiçbirisi istemiyordu onları. Sonra çok, çok gururlu bir kadındı. O zamanlar, sayın bayım, ben de duldum ve ilk karımdan on dört yaşlarında bir kızım vardı. Ve işte böyle bir acıya kayıtsız kalamadım ve ona evlenme teklif ettim. Onun gibi iyi eğitim öğretim görmüş, tanınmış bir aile kızının, benimle evlenmeye razı olabilmesi için ne korkunç bir sefalet içinde bulunması gerektiğini tahmin edebilirsiniz. Ama razı oldu! Ağladı, hıçkırdı, ellerini oğuşturdu ve razı oldu! Çünkü gidebilecek başka hiçbir yeri yoktu. Düşünebiliyor musunuz, insanın gidebilecek hiçbir yeri bulunmamasının ne demek olduğunu düşünebiliyor musunuz sayın bayım? Hayır! Siz bunu daha anlamazsınız... Ve tam bir yıl, namusluca, doğruluktan ayrılmadan işimde çalıştım ve şuna (önündeki şişeyi parmağıyla tıklattı) hiç el sürmedim. Çünkü duyguları olan bir insanım ben. Ama hiçbir işe yaramadı içkiyi bırakmam. Bu arada isimi kaybettim, benim bir suçum yoktu bunda, yönetimsel birtakım değişiklikler yapıldı ve ben işimden oldum, böylece de yeniden içkiye çaldım kendimi!.. Başımızdan geçen türlü serüvenlerden ve uğradığımız sayısız yıkımlardan sonra, bir buçuk yıl kadar önce, şu birbirinden güzel anıtlarla süslü başkentimize geldik. Burada da bir iş buldum kendime. Buldum ve kaybettim. Anlatabiliyor muyum?.. Bu kez ben suçluydum işimi
32
kaybetmemde, yani yapısal özelliklerim yeniden ortaya çıkmıştı... Şu sıralar Amalya Fyodorovna Lippevehzel adlı bir pansiyoncu kadının evinde bir köşeciğe sığındık. Nasıl geçiniyoruz, kirayı nasıl ödüyoruz, bir bilgim yok. Bizden başka daha epey insan kalıyor bu evde... İğrenç bir yaşam... Tam anlamıyla Sodom*... Hımm... evet... Bu arada ilk evliliğimden olan kızım büyüdü; büyüdü ama yavrucağın üvey ana elinden neler çektiğini bir ben bilirim;, bu konu üzerinde fazla durmak istemiyorum. Çünkü Kat'erina İvanovna her ne kadar yüce duygularla dolu bir kadınsa da, pek sinirlidir. Evet! Neyse, anımsanması bile tatlı konular değil bunlar. Kolayca kestirebileceğiniz gibi Sonya herhangi bir eğitim görmedi. Dört yıl kadar önce ben bir şeyler öğreteyim dedim, coğrafya ve genel tarih üzerinde durduk biraz, ancak benim de fazla bilgim yoktu bu konularda, üstelik elimizdeki kitaplar da yetersizdi... hımmm... şimdi o yetersiz kitaplar bile kalmadı ya... neyse, böylece bizim eğitim de sona ermiş oldu. İran İmparatoru Kirus'a gelmiştik bıraktığımızda. Yaşı biraz ilerleyince kendisi roman türünden de bazı kitaplar okudu. Geçenlerde de bay Lebezyatnikov'dan Levves'in** "Fizyolojisini almış, onu okudu. -Herhalde biliyorsunuzdur bu kitabı?- Kitabı büyük bir ilgiyle okudu Sonya, hatta bazı bölümleri yüksek sesle okudu da, biz de dinledik. Işte onun bütün eğitimi! Şimdi özel bir konu üzerine size bir soru yöneltiyorum sayın bayım: Fakir ama namuslu bir kız, namusuyla çalışarak çok şeyler kazanabilir mi? Namuslu bir kız, eğer özel birtakım hünerleri yoksa, durup dinlenmeksizin çalışarak günde on beş köpek bile kazanamaz! Resmi bir dairede danışman olan İvan Ivanoviç Klopştok -duymuş muydunuz adını?- diktirdiği yarım düzine Hollanda
Sodom: İncil'de yer alan bir efsanede adı gecen Filistin kenti. Efsaneye göre Sodom ve Gomore kentleri, halklarındaki ahlaksal bozulma, toplumsal çözülme ve kokuşma nedeniyle Tanrı tarafından yerle bir edilmişti. (Çev.)
D.G. Levves (1817-1878): Pozitivist ve Darwinist fizyolog, filozof. Darvvin ve Spencer'den sonra evrimci felsefenin en büyük temsilcilerinden biridir. Physiologie of Common Life adlı yapıtı 1861 yılında Rusça'ya çevrilmiş ve o yılların ilerici demokrat Rus gençliği tarafından kilisenin otoritesine karşı doğal bilimlerin propagandası yönünde kullanılmıştı. (Çev.)
33
keteninden gömleğin parasını vermemekle kalmadı, üstelik bir de gömleğin yaka ölçüsü yanlış alınmış, eğri dikilmiş gibi bahanelerle kızcağızı sille tokat kovaladı. Oysa çocuklar evde açtı... Oysa Katerina İvanovna, yüzünde, hastalandığı zamanlar hep olduğu gibi, kırmızı lekeler, ellerini ovuşturarak bir aşağı bir yukarı dolaşıyor, kızcağıza veryansın ediyordu: 'Seni gidi hazır yiyici seni! Yiyip içip yan gelip yatıyorsun! Çocukların boğazına üç gündür tek lokma bir şeyin girmediği bir yerde bu kızcağız ne yiyip içecek oysa? Ben o sırada yatıyordum. Ya da doğrusunu söyleyecek olursak, sızıp kalmıştım! Ancak Sonyacığımın sözlerini duydum -Ağzı var dili yok bir kızdır Sonya aslında, her söze karşılık vermez... Sesi de pek tatlıdır... Sarışın, yüzü her zaman soluk, zayıf bir kızcağızdır- 'Ne yapayım yani Katerina İvanovna', diyordu Sonyacığım, 'sokağa düşüp... o yollarda mı çalışayım?' Zaten kötü bir kadın olan ve poliste epey sabıkası bulunan Darya Frantsovna, ev sahibi aracılığıyla iki üç kez bize gelip Sonya'nın ağzını aramıştı. Katerina İvanovna da, 'Ne var yani?' dedi. 'Neyini koruyacaksın? Bir hazineydin sanki!' Ama sakın suçlamayın onu sayın bayım! Sakın suçlamayın! Düşünüp taşınarak, kötü niyetle söylemiş değildi Katerina İvanovna bunları. Hastalığın verdiği sinirlilikle, çocukların üç gündür aç olmalarının verdiği öfkeyle söylenmiş sözlerdi bunlar; onun gerçek düşüncelerini yansıtmaktan çok, Sonya'yi aşağılamayı amaçlıyordu. Huyu böyledir onun. Diyelim çocuklar ağlamaya başladılar: hemen döver onları; oysa açlıktan ağlamaktadır yavrucaklar. Neyse efendim, bir de baktım Soneçka saat altı filandı, kalktı, başörtüsünü örttü, pelerinini giydi ve çıktı gitti. Geri döndüğünde saat dokuz gibiydi. İçeri girer girmez doğruca Katerina İvanovna'ya doğru yürüdü ve tek kelime söylemeden elindeki otuz rubleyi masaya, onun önüne bıraktı. Ne bir şey söylemiş, ne başını çevirip bakmıştı. Evde hepimizin ortak kullandığımız Şam kumaşından büyük, yeşil bir şal vardı, gidip onu aldı, başını, yüzünü sımsıkı sarıp kendini yatağa attı. Yüzünü duvara çevirdi, o küçücük omuzları ve cılız vücudu tir tir titriyordu... Bana gelince, sızdığım yerde yatıp duruyordum öylece. Derken Katerina îvanovna'nın kalktığını gördüm, evet delikanlı, kalktı ve tek
34
kelime söylemeden Soneçka'nrın yatağı dibinde diz çöküp bütün gece öylece kaldı, ayaklarını öpüyor, kalkmak istemiyordu. Sonra birbirlerine sarılmış olarak, öylece uyuduklarını gördüm... Ikisi... ikisi... evet... Bense sızdığım yerde yatıyordum."
Marmeladov sesi kısılmış gibi sustu, sonra aceleyle kadehini doldurup başına dikti, boğazını temizledi, bir süre sustuktan sonra yeniden başladı.
"Ve böylece, sayın bayım, bir talihsizlik ve bazı kötü yürekli kişilerin ihbar etmeleri sonucu (bu ihbar isinde Darya Frantsov-na'ran rolü büyük olmuştur, güya kendisine saygıda kusur etmişiz) kızım Sonya Semyonovna vesika almak zorunda kaldı, o gün bugündür de vesika ile çalışıyor. Tabii bu nedenle bizim evde de kalamaz oldu kızcağız. Çünkü buna hem ev sahibemiz Amalya Fyodorovna, hem de bay Lebezyatnikov izin vermiyorlardı... Oysa aynı Amalya Fyodorovna daha önce Darya Frantsovna'ya aracılık ediyordu... Hımm... İşte bay Lebezyatnikov'la Katerina İvanovna arasındaki kavga da Sonya yüzünden çıktı. Oysa Soneçka'dan başlangıçta bay Lebezyatnikov'un kendisi de yararlanıyordu, sonraları bu iş onuruna mı dokundu nedir, 'Ben okumuş bir adamım, böyle bir kızla aynı evde oturamam!' diye tutturdu. Katerina İvanovna böyle bir lafın altında kalamazdı tabii, o da Sonya'dan yana oldu, böylece de kavga çıktı. Şimdi Soneçka ancak hava karardıktan sonra gelebiliyor bize. Katerina İvanovna'yı avutuyor, eskisinden daha çok para veriyor. Kendisi terzi Kopernaumov'un evinde bir oda kiraladı, orada kalıyor. Kopernaumov topal ve kekemedir. Kalabalık bir ailesi vardır ve aile üyelerinin tümü kekemedir. Karısı bile kekemedir. Ve bunlar tüm aile bir tek odada kalırlar. Sonya onlardan tahta perde ile ayrılmış ayrı bir odada kalır. Hımm... evet... yoksul ve kekeme bir aile... evet... O sabah kalkar kalkmaz paçavralarımı üzerime geçirdiğim gibi duaya durdum, sonra da doğruca ekselans İvan Afanasyevic'e gittim. Ekselans İvan Afanasyeviç'i tanır mısınız? Hayır mı? O zaman Tanrının bir mübarek kulunu tanımıyorsunuz demektir! Bir mumdur Ivan Afanasyeviç. Tanrının önünde damla damla eriyen bir mum!.. Beni dinlemek lütfunda bulunduktan sonra gözyaşları içinde: 'Daha önce sana olan tüm güvenimi
35
boşa çıkarmıştın Marmeladov' dedi. 'Ama tüm sorumluluğu yüklenerek seni yeniden işe alacağım. Unutma bunu ve haydi şimdi çekil git!" İçimden, ayağını bastığı yerlere yüz sürdüm. İçimden yaptım bunu, çünkü yeni devlet anlayışına sahip, aydın düşünceli bir yüksek memur, benim gerçekten böyle bir şey yapmama izin veremezdi. Eve döndüm, yeniden memuriyete girdiğimi, maaş alacağımı söyleyince, aman tanrım, nasıl sevindiler, anlatamam..."
Marmeladov çok heyecanlanmıştı, bu nedenle yeniden sustu. Bu arada meyhaneye zaten epeyce sarhoş olan bir grup girdi. Kapının ağzında bu eğlence için kiralanmış biri laterna çalmaya, yedi yaşlarında bir çocuk da çatlak bir sesle "Hutorok"*u söylemeye başladı. Bir gürültüdür kaplamıştı ortalığı. Meyhaneciyle garsonlar hemen yeni gelenlere doğru seğirttiler. Marmeladov hiç ilgilenmemişti sarhoşlarla; yeniden
başlamıştı anlatmaya. Ancak iyiden iyiye gevşemiş gibiydi, yine de, sarhoşluğu arttıkça konuşmaya olan iştahının da arttığı görülüyordu. Yakın geçmiste işinde gösterdiği başarıları anımsaması kendisini canlandırmış, hatta yüzü aydınlanır gibi olmuştu. Raskolnikov masa arkadaşını dikkatle dinliyordu:
"Bu anlattıklarım bundan beş hafta önceydi. Katerina İvanovna'yla Soneçka yeniden memuriyete girdiğimi öğrendiklerinde, aman tanrım, yere göğe konduramadılar beni. Eskiden hayvanmışım gibi davranırlardı bana, söverler, horlarlardı. Şimdiyse parmaklarının ucuyla basarak yürüyorlar, çocukları 'Susa, Semyon Zahariç işinde yoruldu, dinleniyor', diyerek susturuyorlardı. Sabahları, işe gitmeden önce kahve ve krema veriyorlardı. Hem de katıksız krema burmaya başlamışlardı, duyuyor musunuz? Üstüme başıma çeki düzen vermem için gerekli olan on bir ruble elli köpeği nereden bulduklarını da bir türlü anlayamadım. Son derece şık pabuçlar, çok güzel bir plastron ve yine çok şık bir frak... hepsini on bir buçuk rubleye almışlar. ࢮşe başladığımın ilk günü öğleyin eve geldiğimde ne göreyim,
* Hutorok: 19 yy. ortalarında Rusya'da çok popüler olmuş, sözleri A.V. Koltspv'a ait bir şarkı.
36
Katerina İvanovna o güne değin soframızın bilmediği iki çeşit yemek hazırlamış: çorba ve etli turp. Doğru dürüst bir elbisesi yoktu kadıncağızın. Oysa o gün konukluğa gider gibi giyinmişti. Ama yeni alınmış şeyler değil... öylesine... yoktan var etmesini çok iyi bilir zaten... Saçlarını taramış, tertemiz bir yakalık takmış, kollarında kolluklar, gençleşmiş, güzelleşmiş, apayrı bir kadın olup çıkmış. Canım kızım Soneçkam bize yalnızca paraca yardım ediyordu. 'Şu sıralar size sık sık gelmem doğru olmaz', diyordu. 'Kimsenin görmemesi için hava karardıktan sonra gelirim.' Duyuyor musunuz, duyuyor musunuz? Öğleden sonra biraz kestirmek için eve gelmiştim, ne oldu biliyor musunuz? Katerina İvanovna dayanamadı, daha bir hafta önce saç saça bas başa kavga ettiği ev sahibemiz Amalya Fedorovna'yı kahve içmeye çağırdı. İki saat fısıldaşıp durdular. 'Semyon Zahariç işe girdi, aylık alıyor, ekselansa gitti doğruca, ekselans kendisini kapıda karşılamış ve bütün öteki ziyaretçilere beklemelerini söyleyip herkesin gözü önünde Semyon Zahariç'in elinden tutarak odasına götürmüş. Duyuyor musunuz, duyuyor musunuz? 'Gerçi bazı zayıflıklarınız olmadı değil demiş ekselans, ama biz, Semyon Zahariç, sizin eski hizmetlerinizi unutmuş değiliz. Öte yandan yokluğunuzda işlerimiz tümden aksamıştı. -Duyuyor musunuz-, Şimdi madem ki söz veriyorsunuz, bu kez sizin soylu sözünüze güveniyorum.' Hiç kuşkusuz bunların tümü de karımın uydurmalarıydı. Ancak hoppalığından ya da övünmek için uydurmuş değildi bunları! Hayır! Söylediği her söze inanıyordu o, yarattığı hayallerle kendini avutmaya çalışıyordu. Hey Tanrım! Ama ayıplamıyorum ben onu! Evet, ayıplamıyorum! Altı gün önce ilk maaşımı -yirmi üç ruble kırk köpek- aldım ve götürüp hepsini kendisine verdim. Bunun üzerine 'Ah, seni bızdık!' dedi bana. Ve bunu ikimiz yalnızken söyledi, anlarsınız ya? Oysa ben ne yakışıklı sayılırım, ne de doğru dürüst bir es! Ama hayır, o yine de benim yanağımdan makas alıyor ve Ah seni bızdık!' diyor!"
Marmeladov sustu, gülümsemek ister gibiydi, ama birden çenesi titremeye başladı. Yine de kendini tuttu. Bu meyhane, bu düşkünlük, saman kayıklarında geçirilen beş gece, içki şişeleri,
37
karısına ve ailesine duyduğu sevgi dolu bağlılık Raskolnikov'u müthiş.şaşırtmıştı. Onu dikkatle dinliyor, ancak anlattıklarından rahatsızlık duyuyordu. Meyhaneye girdiğine gireceğine de pişman olmuştu.
"Sayın bayım, sayın bayım!" diye bağırarak yeniden söze başladı Marmeladov; kendini toparlamıştı. "O, sayın bayım! Özel yaşamımla ilgili bu değersiz ayrıntıları belki başkaları gibi siz de gülünç buluyor, sıkılıyorsunuz, ama bunlar benim için ne sıkıcı, ne de gülünç şeyler. Çünkü ben bunları duyabiliyorum... Çünkü yaşamımın o cennet günlerini, bütün o geceyi, ben de kanatlanmışcasına bir mutluluk içinde geçirdim. Yani bozulan aile yaşamımı nasıl düzene koyacağımı düşündüm: çocuklarımı nasıl giydirip kuşatacağım, karımı nasıl rahata erdireceğim, biricik kızımı düştüğü çirkeften kurtarıp aile yapısına nasıl döndüreceğim?.. Ve daha bir sürü başka şey.. Bu kadarı da çok görülmemeli, bayım. Evet, benim sayın bayım, (Marmeladov birden irkilir gibi oldu, basını kaldırdı ve masa arkadaşının yüzüne dik dik baktı), evet efendim, ertesi gün, (yani bundan beş gece önce),bütün bu hayallerin üzerine, bir hırsız gibi kurnaz bir düzenle Katerina İvanovna'dan sandığının anahtarını çaldım,kendisine teslim ettiğim aylığımdan arta kalan paraları -ne kadar olduğunu anımsamıyorum- aşırdım. Şimdi şu halime bakın! beş gündür evde yokum, ailem beni arıyordur, işime son verilmiştir, frakım Mısır Köprüsü'nün ordaki meyhanede rehin kaldı, su üzerimde gördüklerinizi de güya frakıma karşılık aldım... Kısacası her şey bitti!"
Marmeladov yumruğuyla alnına vurdu, dişlerini gıcırdattı, gözlerini yumdu ve dirseklerinin üzerinde masaya iyice abandı.. Ama bir dakika sonra yüzü tümüyle değişti, yapmacıklı bir kurnazlık ve aşırı küstahlık okunan bakışlarını Raskolnikov'a dikerek, gülümsedi:
"Bugün de Sonya'daydım, kafayı çekmek için para istedim! Heh,heh,he!..."
Meyhaneye son gelenlerden biri:
"O da verdi mi?" diye bağırdı ve müthiş bir kahkaha patlattı.
Marmeladov yine özellikle Raskolnikov'a seslenerek:
38
"Şu şişeyi onun parasıyla aldım" dedi "bütün parası buydu, gözümle gördüm, son otuz köpeğini getirip kendi eliyle verdi. Hiçbir şey söylemedi. Öylece susup yüzüme baktı. Insanları aşağılamak, küçük görmek bu dünyaya özgü; öbür dünyada tıpkı Soneçka'nın yaptığı gibi üzülür, ağlarlar... Ama böylesi, sessizce yüzünüze bakılması daha acı oluyor!... Evet, otuz köpek. İyi ama bu para onun için de gerekli değil mi? Siz ne dersiniz, canım efendim? Temizliğe özen göstermesi gerek onun. Bu özel temizlik için gerekli para, anlarsınız ya? Anlıyor musunuz? Birtakım kremler filan olmazsa olmaz, eteği kola ister, papuçları gösterişli olmalı, hani bir su birikintisinden geçerken bacağını filan gösterebilmek için... Bu özel temizliğin nasıl bir şey olduğunu anlıyor musunuz bayım? Anlıyor musunuz? Ama ben, öz babası, kafayı çekmek için onun son otuz köpeğine el koyuyorum! Ve işte içiyorum! İçtim bile! Peki ama, benim gibi birine acınır mı? Acınır mı, ha? Siz, örneğin bayım, acıyor musunuz bana? Söyleyin bayım, acıyor musunuz, acımıyor musunuz? Heh,heh,he!"
Bardağını doldurmak istedi, ama şişesi artık boşalmıştı.
Yeniden yanlarında beliren meyhaneci:
"Sana kim acır be?" diye bağırdı.
Birden bir kahkaha, hatta sövgü sağanağı kapladı ortalığı. Meyhanecinin sözlerini duyanlar da, duymayanlar da, eski memurun yüzüne bakıp, gülüyorlar, sövüyorlardı.
Marmeladov coşkunun doruğuna ulaşmak için sanki bu sözleri bekliyormuşçasına, bir elini ileri uzatarak yerinden doğruldu ve:
"Acımak!" diye bağırdı. "Bana ne diye acınsın! Diyorsun ki: Sana ne diye acısınlar? Evet!..' Bana acımak için bir neden yok! Acımak ne, çarmıha germek gerek beni!.. Çarmıha ger onu ey büyük yargıç, çarmıha ger ve sonra acı! O zaman çarmıha gerilmek için kendi ayaklarımla gelirim sana, çünkü ben sevinçlere değil, aşağılanmalara ve gözyaşlarına susamış bir insanım!... Ve sen, içki satıcısı, senin şu şişen bana zevk mi veriyor sanıyorsun? Ben bu şişenin dibinde aşağılanmayı aradım, aşağılanmayı ve gözyaşını.. Buldum da aradığımı, buldum ve tattım... Acımak!..
41
Bize ancak, herkese acıyan acıyabilir, herkesi ve her şeyi anlayan; O tektir ve en büyük yargıçtır. O büyük gün geldiğinde soracaktır: 'Veremli ve kötü yürekli analığına yardım eden, bir başkasının çocuklarını bağrına basıp özünden bilen o kız nerde? Canavarlıklarından korkmadan o iğrenç sarhoşa, babasına acıyan o kız nerede?" Ve diyecektir: "Gel! Seni zaten bağışlamıştım... Daha önce... Şimdi de, çok sevildiğin için günahların bir kez daha bağışlanıyor.."* Ve Sonyamı bağışlayacak. Bağışlayacak, biliyorum. Geçenlerde, ona gittiğimde hissettim, bunu. Herkesi, herkesi yargılayacak ve bağışlayacak, iyileri de, kötüleri de... Bilgeleri de, usluları da... Herkesin işi bitince sıra bize gelecek. Şimdi de siz gelin bakalım! diyecek. Sarhoşlar, zayıf iradeliler, reziller siz gelin! Ve biz utanmadan varıp huzurunda duracağız. Ve O diyecek: 'Domuzlar! İnsan suretindeki hayvanlar, hayvan damgasını taşıyanlar; siz de gelin bakalım!' Tanrım! diyecekler. Tanrım, bunları niçin kabul ediyorsun?' Ve O diyecek: "Onları kabul ediyorum, ey bilgeler, onları kabul ediyorum, ey akıllılar, çünkü onların hiçbiri kendini buna değer görmüyor.." Ve bize kollarını açacak, ve biz önünde yerlere kapanacağız... ağlayacağız... ve her şeyi anlayacağız! O zaman her şeyi anlayacağız!.. Ve herkes anlayacak!.. Katerina İvanovna da... O da anlayacak... Tanrım! Her şeyin, herkesin üzerinde senin o tanrısal düzenin egemen olacak!"
Ve Marmeladov tükenmiş, gücünü yitirmiş bir halde, masanın üzerine yığıldı kaldı. Derin bir düşünceye dalmış gibiydi, kimseye bakmıyordu. Sözleri bir parça etki uyandırmışa benziyordu. Bir dakika kadar tam bir sessizlik oldu, ancak hemen sonra eskisi gibi gülmeler, sövmeler başladı:
"Herkesi yargıladı!'"
"Palavracı!"
"Memura hele!"
Vb. vb.
Marmeladov birden başını kaldırdı ve Raskolnikov'a dönerek.
İncil'de İsa'ya ait sözler. (Çev.)
42
"Gidelim bayım!" dedi, "Götürün beni.. Kazyol'un evi hemen şuracıktaki avluda. Katerina İvanovna'ya gitmenin zamanı geldi..."
Raskolnikov çoktandır gitmek istiyordu, öte yandan Marmeladov'a yardım etmeyi kendisi de düşünmüştü. Marmeladov'un, bacakları çenesi gibi güçlü çıkmamıştı; olanca ağırlığıyla delikanlının üzerine abanmıştı.
Gidecekleri yer iki üç yüz adım uzaktaydı. Eve yaklaştıkça sarhoşun utanç ve korkusu artıyordu.
"Korktuğum Katerina İvanovna değil", diyordu heyecan içinde. "Saçlarımı yolmaya başlayacağından da korkmuyorum. Saç nedir ki! Tukur gitsin içine! Hatta keşke saçlarımı yolsa, şükrederim buna! Benim asıl korktuğum... Gözleri... Gözlerinden korkuyorum... Yanaklarındaki kırmızı lekelerden de korkuyorum... bir de... solumasından korkuyorum... Bu tür hastaların heyecanlandıklarında nasıl soluduklarını gördün mü sen hiç? Çocukların ağlamalarından da korkuyorum... Çünkü, eğer Sonya karınlarını doyurmadıysa... o zaman... bilemem artık, o zaman neler olur! Dayaktan hiç korktuğum yok... Bil ki bayım, dayağın böylesi bana acı değil, zevk verir... Çünkü ben kendim duramam dayak yemeden. İyidir dayak. Varsın dövsün, ruhum rahatlar hiç değilse... Dayaktan iyisi yoktur! Işte geldik. Kazyol'un evi. Zengin bir Alman... Çilingirlik yapar... Yukarı çıkar beni!" . Avludan girip dördüncü kata doğru çıkmaya başladılar. Merdiven yükseldikçe karanlıklaşıyordu. Saat aşağı yukarı on birdi. Gerçi Petersburg'da bu mevsimde gerçek gece karanlığı yoktur ama, yine de üst kat merdivenleri çok karanlıktı.
En üst katta, merdivenlerin sonunda kapı açıktı. Küçük bir mum parçası on adım boyundaki sefil bir odayı aydınlatıyordu. Merdiven sahanlığından bütün odanın içi görünüyordu. Başta çocuk bezleri olmak üzere her şey darmadağın, oraya buraya , atılmış durumdaydı. Dip köşeye yırtık bir çarşaf gerilmişti. Besbelli arkasında bir karyola vardı. Zaten tüm odada ola ola iki sandalye, muşamba kaplı çok eski bir divan ve bunun önünde de boyasız, örtüsüz bir mutfak masası vardı. Masanın bir ucunda, demir samdan içinde, içyağından yapılmış küçük bir mum
43
parçası yanıyordu. Görünüşe göre Marmeladov bu odada bir köşede değil, ayrı bir odada kalıyordu. Ama onun odası da öteki odalara geçmeye yarayan antre gibi bir yerdi. Amalya Lippevehzel'in evinin öteki daire ya da bölmelerine açılan kapı aralıktı. İçerden gürültüler, bağrışmalar geliyordu. Kimileri de kahkaha atıyordu. Anlaşılan kâğıt oynuyor, çay içiyorlardı. Arada bir açık saçık sözler duyuluyordu.
Raskolnikov, Katerina İvanovna'yı hemen tanıdı. Korkunç denecek zayıflıkta, ince, oldukça uzun boylu, endamlı bir kadındı; koyu kumral saçları hâlâ çok güzeldi ve yanaklarındaki kırmızılıklar gerçekten de birer lekeyi andırıyordu. Ellerini göğsüne bastırmış, dudakları kupkuru, düzensiz, kesik kesik soluyarak küçücük odasında bir aşağı bir yukarı dolaşıyordu. Gözleri bir humma nöbeti geçiriyormuşçasına ışıldıyordu, ama bakışları sert ve hareketsizdi. Tükenmekte olan mumun son ışınlarının oynaştığı bu veremli ve heyecanlı yüz, insanın üzerinde korkunç bir etki bırakıyordu. Otuz yaşlarında kadar görünmüştü kadın Raskolnikov'a, gerçekten de Marmeladov'un dengi olamazdı...
İçeri girenleri duymamıştı; ne görüyor, ne duyuyordu sanki, kendinden geçmiş gibiydi. Oda boğucu sıcak olmasına rağmen pencereyi açmamıştı; merdivenlerden pis bir koku geliyordu, ama oraya açılan kapıyı da kapatmamıştı. Evin iç bölmelerine açılan kapıdan yoğun bir sigara dumanı geliyor, kadın öksürüyor, ama kapıyı kapamıyordu. Altı yaşında kadar görünen en küçük kız iki büklüm oturduğu yerden başını divana dayamış, uyuyordu. Kızdan bir yaş büyük bir oğlan köşede titriyor ve ağlıyordu. Az önce dayak yediği belliydi. Dokuz yaşındaki büyük kız ise çöp gibi kollarıyla, ağlayan kardeşinin boynuna sarılmıştı. Uzunca boylu ve kibrit gibi incecik bir kızdı bu. Sırtında lime lime olmuş bir entari vardı, çıplak omuzlarını da, dizkapaklarını bile açıkta bıraktığına bakılacak olursa kendisine en az iki yıl önce dikilmiş eski bir pelerinle örtmüştü. Kız galiba kardeşini avutuyor, kulağına bir şeyler fısıldayıp yeniden ağlamaya başlaması için elinden geleni yapıyordu. Bir yandan da korku dolu kocaman, kara gözleriyle annesini izliyordu; zayıf ve
44
korkmuş yüzünde gözleri olduğundan da iri ve kara görünüyordu. Marmeladov oda kapısının eşiğinde diz çöküp Raskolnikov'u hafifçe ileri doğru itti. Kadın karşısında tanımadığı birini görünce şaşkınlıkla durdu; dalgınlığından silkinmişti; bu yabancının odalarına niçin girdiğini anlamak ister gibiydi. Fakat hemen, odalarının bir geçit yeri olması yüzünden bu adamın da bir başka odaya gitmekte olabileceğini düşündü ve artık Raskolnikov'a daha fazla önem vermeyerek kapamak için merdivenlere açılan kapıya doğru yürüdü. Tam kapının önünde diz çökmüş kocasını görünce bir çığlık attı.
"Yaa..." diye haykırdı büyük bir öfkeyle. "Döndün demek!.. Alçak, canavar herif... Paralar nerde? Boşalt ceplerini, bakayım! Elbisesini de değiştirmiş! Nerde elbisen? Paralar nerde? Konuşsana!.."
Aramak için üzerine atıldı. Marmeladov arama işini kolaylaştırmak için uysal, uslu kollarını iki yana açtı. Ancak tek köpek bile çıkmadı üzerinden.
"Ne yaptın paraları?" diye bağırdı kadın. "Aman Tanrım, yoksa hepsini içkiye mi yatırdın! Tam on iki ruble vardı sandıkta."
Birden kudurmuşa döndü, kocasının saçlarından yakaladığı gibi odanın içinde sürüklemeye başladı. Marmeladov ise kendiliğinden dizüstü sürünerek onun işini kolaylaştırıyordu.
"Hoşuma gidiyor bu benim!" diye bağırıyordu bir yandan da; sarsıla sarsıla sürükleniyordu, hatta bir ara
alnı döşemeye de çarpmıştı. "Hiç acı duymuyorum! Tam tersine, hoşuma gidiyor!.. Sa-yın ba-yım, ho-şu-ma.-."
Yerde uyuyan çocuk uyanmış, ağlamaya başlamıştı. Köşede ağlamakta olan çocuk da kendini tutamadı, bir çığlık atarak ablasına doğru atıldı, durumu korkunçtu, şok geçiriyormuşçasına tir tir titriyordu. Büyük kız da kendinden geçmiş gibiydi, o da titriyordu.
Zavallı kadın umutsuzluk içinde, olanca soluğuyla haykırıyordu:
"Içtin ha! Hepsine içtin! Elbiselerini bile içkiye yatırdın!.. (Ellerini oğuşturarak çocukları gösterdi) Oysa bunlar burada aç!
45
Aç, anlıyor musun! Ah tanrım, bu nasıl hayat böyle!.. (Birden Raskolnikov'un üzerine atıldı) Ya siz? Utanmıyor musunuz? Birlikteydiniz meyhanede, değil mi? Sen de onunla içtin, değil mi? Sen de... Defol!"
Delikanlı hiçbir şey söylemedi ve hemen çıkmaya davrandı. Bu sırada iç kapı ardına kadar açıldı, meraklı bir kaç kişi başlarını uzatıp içeri bakmaya başladı. Sigaralı, pipolu, başları bereli, arsız arsız gülüşen insanlardı bunlar. Ellerinde oyun kâğıtlarıyla önleri açık robdöşambırlı kişiler, uygunsuz denecek kadar açık seçik giyinmiş birtakım gölgeler göründü. Özellikle Marmeladov'un yerde sürüklenirken söylediği "Ben bundan zevk alıyorum" sözleri onları neşelendirmiş, güldürmüstü. Hatta kimileri yavaş yavaş odaya bile girmeye başlamışlardı. Sonunda iç karartıcı bir çığlık duyuldu: bu, kendi anlayışına göre düzeni sağlamak, sövüp sayarak verdiği emirlerle belki yüzüncü kezdir, hemen yarın odayı boşaltması için mutsuz kadıncağızı korkutmak amacıyla ileriye doğru kendisine yol açan ev sahibesi Amalya Lippevehzel'den başkası değildi. Raskolnikov odadan çıkarken bir ara elini cebine sokup meyhanede bozdurduğu rubleden arta kalan bakır paralardan eline ne kadar geçtiyse avuçlayarak kimseye göstermeden pencerenin önüne bıraktı. Ama daha merdivenlerdeyken aklı başına geldi ve geri dönüp parayı almak istedi.
"Saçmalık benim bu yaptığım", diye düşündü, ."onların Sonya'ları var, oysa para asıl bana gerekli!" Ancak geri dönüp bıraktığı yerderi parayı almak olanağı kalmadığını, olsa bile kendisinin bunu yapmayacağını düşünerek elini salladı ve evinin yolunu tuttu.
Sokakta yürürken acı acı gülümseyerek, "Sonya'ya krem gerekli", diye düşündü, "bu temizlik de paraya bağlı! Hımm!.. Hem belki Sonya iflas da edebilir günün birinde; çünkü kaplan avcılığında ya da altın arayıcılığında söz konusu olan risk bu iste de var... O bir kaç kuruşu bırakmasaydım yarını belki hepsi aç geçirecekti... Hey gidi Sonyacık! Esaslı define bulmuşlar doğrusu kendilerine! Yararlanıyorlar da... Hem de iyi yararlanıyorlar!...
Alışmışlar da buna... Ağlaya sızlaya da olsa alışmışlar. İnsanoğlu denen aşağılık yaratığın alışamayacağı hiçbir şey yok galiba!"
Dalıp gitmişti.
"Iyi ama, ya ben yanılıyorsam?.." diye haykırdı birden. "Insanoğlu aşağılık bir yaratık değilse ya?.. Yani genel olarak tüm insanlık, tüm insan soyu... O zaman geri kalan her şey bir boş inançtan, kuruntuya dayanan bir korkudan başka bir şey değil... O zaman... hiçbir engel yok.. Zaten olmaması da gerekir!..
III
Tedirgin bir uykudan sonra ertesi gün oldukça geç uyandı. Ama dinlendirmemisti bu uyku onu. Hırçın, sinirli, öfkeli kalkmış, tiksintiyle odasına bakmıştı. Altı adım uzunluğunda bir kafesi andırıyordu odası. Sararmış, toz içindeki duvar kâğıtları tümden kabarmıştı ve bu durum odaya pek acıklı bir görünüş veriyordu. Tavanı öylesine alçaktı ki, biraz uzun boylu bir adam burada durmaktan korkardı; insana sürekli olarak kafasını çarpacağı sanısını yeriyordu. Eşyalar da odanın kendisine uygundu: doğru dürüst onarılmamış üç eski sandalye, köşede, üzerinde bir kaç kitap ve defter bulunan boyalı bir masa. Üzerini kaplayan kalın toz tabakası,,bunlara nicedir bir insan eli değmediğini gösteriyor. Ve son olarak uzunlamasına hemen hemen bütün duvarı, genişlemesine ise odanın neredeyse yarısını kaplayan, bir zamanlar basma kaplı olduğu anlaşılan ve Raskolnikov'a yatak ödevi gören hantal, yırtık pırtık bir divan. Delikanlı çoğunlukla kendini olduğu gibi atardı bu yatağa; çarşafı yoktu, üzerine eski, partal öğrenci paltosunu örter, küçücük yastığının altına da biraz daha yüksek olsun diye temiz kirli ne kadar çamaşırı varsa tıkıstırırdı. Divanın önünde küçücük bir masa vardı.
Bir insanın kendini bundan daha fazla salıverebileceği düşünülemezdi. Ama bugünlerde içinde bulunduğu ruhsal durum koşullarında Raskolnikov'un bütün bunlar hoşuna bile gidiyordu. Kabuğuna çekilmiş bir kaplumbağa gibi yaşıyordu; herkesle her tür ilişkisini kesmişti. Hatta kendisine hizmetle görevli
46
47
hizmetçi kız bile arada bir kapıdan başını uzattı mı dehşetli bir öfke ve tiksinti duyuyordu. Tüm varlığıyla bir tek noktaya yoğunlaşmış kimi "monoman'larda görülen bir durumdur bu. Iki hafta vardı ki ev sahibi
kadın ona yemek vermeyi kesmişti; aç oturduğu halde gidip kadınla konuşmayı aklından bile geçirmemişti. Ev sahibi kadının aşçısı ve tek hizmetçisi olan Nastasya kiracının bu halinden memnundu. Delikanlının odasını hemen hiç süpürmez olmuştu. Haftada bir kez, o da yarım yamalak süpürdüğü oluyordu bazen.
Şimdi onu uyandıran da bu kızdı. Tepesine dikilmiş:
"Hey, kalksana! Ne uyuyup duruyorsun!" diyordu. "On oldu saat. Çay getirdim sana. ister misin çay? Çok zayıflamışsın, hasta mısın yoksa?"
Kiracı gözlerini açtı, titredi. Nastasya'yı tanımıştı. Tıpkı bir hasta gibi yatağın üzerinde ağır ağır doğruldu ve:
"Ev sahibi mi gönderdi çayı?" dedi.
"Onu da nerden çıkardın?"
Nastasya, içinde birazı içilmiş çay bulunan kendi çatlak çaydanlığıyla sararmış iki parça şeker koydu delikanlının önüne.
Delikanlı ceplerini karıştırmaya başladı (yine elbiseleriyle yatmıştı) ve çıkardığı bir avuç bakır parayı uzatarak:
"Nastasya, al şunları", dedi, "al ve lütfen bana bir francala ve bir de, sucukçuya uğra, ucuz cinsinden biraz sucuk alıver."
"Francalayı hemen alıp geleyim. Ama sucuk yerine lahana çorbası istemez miydin? Çok güzel bir çorba, dün pişirmiştim. Dün akşam sana da ayırmıştım, ama çok geç geldin. Çok güzel bir çorba."
Çorba gelir gelmez delikanlı içmeye koyuldu. Nastasya da divana onun yanına oturdu. Geveze bir köylü kadınıydı Nastasya.
"Praskovya Pavlovna seni polise şikayet edecekmiş."
Raskolnikov yüzünü buruşturdu:
"Polise mi? Niye? Ne istiyormuş?"
"Ne kira veriyor, ne de odayı boşaltıyorsun. Isteği açık."
Delikanlı dişlerini gıcırdatarak:
"Bir bu eksikti!" diye homurdandı. "Hayır,,şu sırada bu... hiç
48
işime gelmez." Sonra yüksek sesle ekledi. "Aptal karı! Bugün gider konuşurum kendisiyle."
"Aptal kadındır. Tıpkı benim gibi. İyi ama, biz aptalız da sen sanki akıllı mısın? Bütün gün çuval gibi yatıp duruyorsun. Eskiden çocuklara ders vermeye gittiğini söylerdin, şimdi neden hiçbir şey yapmıyorsun?"
Raskolnikov sert bir sesle ve isteksizce:
"Yapıyorum..." dedi.
"Ne yapıyorsun?"
"Iş..."
"Ne işi?"
Delikanlı bir süre sustuktan sonra ciddi bir sesle:
"Düşünüyorum", dedi.
Nastasya az kalsın gülmekten katılacaktı. Zaten gülmeyi seven kadınlardandı. Güldürüldüğü zaman öyle böyle değil, katıla katıla, bütün vücuduyla sarsıla sarsıla güler ve bu gülüşü ta içi bulanıncaya kadar sürerdi.
Sonunda güçlükle konuşabildi:
"Bari dolu dolu para düşüneydin!"
"Ayağında bir ayakkabın bile yokken çocuklara ders mi verilir hiç! Tüküreyim böyle işin içine!"
"Suyunu içeceğin kuyuya tükürme."
"Ders için çok az para veriyorlar." Sonra kendi içindeki düşüncelere karşılık veriyormuş gibi ekledi. "Nasıl yasayabilir insan birkaç köpekle?"
"Sense bir anda büyük bir para istiyorsun? "
Raskolnikov şaşkınlıkla baktı hizmetçiye. Bir süre sustuktan sonra kesinlik okunan bir sesle:
"Evet, büyük bir para", dedi.
"Büyük laflar ediyorsun sen, korkutuyorsun beni. Söyle bakalım şimdi; gidip sana francala alayım mı, almayayım mı?"
"Sen bilirsin."
"Şimdi aklıma geldi: dün sen yokken bir mektup geldi sana."
"Mektup? Bana mı? Kimden?"
"Bilmiyorum kimden. Yalnız postacıya üç köpek verdim. Verirsin paramı, değil mi?"
49
Raskolnikov tümden heyecan kesilmişti: "Getir şunu, tanrı aşkına getir! Aman yarabbi!" Bir dakika geçmeden Nastasya mektup elinde göründü. Tahmin ettiği gibi annesinden. "R" ilinden geliyordu mektup. Mektubu alırken yüzü kireç gibi olmuştu Raskolnikov'un. Ne zamandır mektup aldığı yoktu: ama su anda bir başka şey yüreğini sıkıştırıyordu.
"Nastasya, tanrı aşkına çık, çık git, al işte üç köpeğin!" Mektup elinde titriyordu; Nastasya'nın yanında açmak istemiyordu onu; bu mektupla başbaşa kalmak istiyordu. Nastasya çıkar çıkmaz mektubu hızla dudaklarına götürdü, öptü. Sonra uzun uzun adresi, bir zamanlar kendisine okuma yazma öğreten anneciğinin bildik, sevimli, çarpık, incecik yazısını inceledi. Mektubu açmakta acele etmiyordu; bir şeylerden korkar gibiydi hatta. Sonunda açtı: kalın, ağır bir mektuptu bu, hemen hemen yirmi beş gram ağırlığında vardı; iki büyük mektup kâğıdı incecik bir yazıyla doldurulmuştu:
"Sevgili Rodya'm, iki ayı aşkın bir süredir seninle mektup söyleşisinde bulunamadım. Bu durum beni öylesine üzdü ki, kimi geceler düşünmekten uyuyamadım. Elimde olmayan nedenlerin yarattığı bu suskunluğumdan dolayı umarım beni suçlamazsın. Seni ne çok sevdiğimi bilirsin; sen bizim biriciğimizsin, benim ve Dunya'nın; bizim bütün umudumuz, bütün güvencimiz sensin. Parasızlık nedeniyle birkaç aydır üniversiteyi bıraktığını, verdiğin derslerin ve öteki geçim araçlarının kesildiğini öğrendiğimde ne hale geldiğimi bilemezsin! Yılda elime geçen yüz yirmi rublelik emekli aylığımla sana nasıl yardım edebilirim? Dört ay önce gönderdiğim on beş rubleyi de, senin de bildiğin gibi, buralı tüccarlardan Afanisiy İvanovic Varruşin'den bu emekli maaşımı karşılık göstererek borç almıştım. Kendisi iyi bir adamdır, zaten babanın da dostlarındandı. Ama kendi yerime aylığımı almak hakkını ona verdiğim için borç ödenene kadar beklemek zorundaydım, bu süre de daha yeni doldu. Böylece bütün bu süre içinde sana hiçbir şey gönderemedim. Ama artık, tanrıya şükürler olsun, sana biraz bir şeyler gönderebileceğimi umuyorum. Hem biz artık açılmaya başlayan
50
talihimizle övünebiliriz. Bunu sana hemen bildirmek için sabırsızlanıyorum. İlkin şunu söyliyeyim: Sevgili Rodya'cığım, kızkardeşinin birbuçuk aydır benimle oturmakta olduğu ve bir daha da birbirimizden ayrılmayacağımız aklına gelir miydi hiç? Tanrıya şükürler olsun, çektiği acılar sona erdi artık. Ama her şeyin nasıl olup bittiğini ve bugüne kadar senden gizlediklerimizi öğrenebilmen için şimdi sana her şeyi sırasıyla anlatacağım. Iki ay önce bana yazdığın mektupta, Dunya'ya Svidrigaylov beyefendinin evinde kaba davranıldığını duyduğunu, bu durumun seni çok üzdüğünü yazmış ve benden ayrıntılı açıklama istemiştin. Ama o zaman nasıl cevap verebilirdim sana? Eğer sana bütün gerçeği olduğu gibi yazsaydım, herhalde her şeyi yüzüstü bırakır ve yaya bile olsa hemen yanımıza koşardın; senin yapını, huyunu iyi bilirim ben, kızkardeşinin aşağılanmasına katlanacak bir insan değilsin sen. Ben de çok üzülüyordum duruma, ama elimden ne gelebilirdi ki? Aslında ne olup bittiğini o sıralar ben de tam anlamıyla bilmiyordum. Meğer asıl sorun yaratan şey şuymuş: Dunyacık geçen yıl Svidrigaylovlar'ın yanına çocuk bakıcısı olarak girerken her ay aylığından kesilmek üzere tam yüz ruble öndelik almış. Bu durumda borcunu ödemeden onlardan ayrılması olanaksızdı. Bu parayı almasının nedeni daha çok (sana artık her şeyi açıklayabilirim, benim eşsiz Rodya'm!) o sıralar çok gereksinimin olan altmış rubleyi sana gönderebilmek içindi. Hani gecen yıl aldığın para... O zaman sana yalan söylemiş, bu paranın Dunecka'nın eskiden beri biriktirmekte olduğu para olduğunu yazmıştık. Şimdiyse sana gerçeği olduğu gibi söylüyorum. Çünkü artık Tanrının yardımıyla her şey birdenbire düzeldi. Dunya'nın seni ne çok sevdiğini ve onun ne güzel bir insan olduğunu da bilesin istiyorum. Gerçekten de bay Svidrigaylov başlangıçta Dunya'ya karsı kaba davranıyor, yemekte onunla alay ediyor, saygısızlık yapıyordu... Ama artık gerilerde kalmış bu tatsız olayların ayrıntılarını anlatarak senin canını sıkmak istemiyorum. Kısacası, bay Svidrigaylov'un sayın eşi Marfa Petrovna'nın ve öteki ev halkının sevgi dolu, soylu davranışlarına rağmen, Dunecka, özellikle de bay Svidrigaylov'un, eski asker alışkanlıklarıyla şarap tanrısı Baküs'ün
51
etkisi altında kaldığı sıralar pek güç durumlara düşüyordu. Ama sonunda ne oldu biliyor musun? Meğer bu kaçık adam Dunya'ya karsı ne zamandan beri bazı duygular besliyor ve bunları kabalık, aşağılama perdesi altında gizliyormuş! Belki de yaşını basını almış, çoluk çocuk sahibi bir adam olduğu aklına geldikçe, böylesine uçarı ve hafif davranışları kendisine yakıştıramıyor, kendinden utanıyor ve bu nedenle de Dunya'ya elinde olmayarak kaba davranıyordu. Ya da kaba davranışları ve alaylarıyla gerçeği başkalarından gizlemeye çalışıyordu. Ama işte dayanamamış ve sonunda Dunya'ya binbir şey vadederek her şeyi yüzüstü bırakıp birlikte bir başka köye ya da galiba bir yabancı ülkeye gitmelerini önererek iğrenç düşüncesini açıkça söylemek cesaretini göstermiş. Dünya'nın çektiği acıları gözünün önüne getir artık! Evden ayrılması, yalnızca borç aldığı para nedeniyle değil, Marfa Petrovna'ya acıması yüzünden de olanaksızdı; çünkü kadın kuşkulanabilir ve evde kocasıyla aralarında bir tatsızlık çıkabilirdi. Öte yandan
Dunyacık için de büyük bir skandal olurdu bu; yani şimdi olduğu gibi her şey bir çözüme kavuşmuş olmazdı. Aslında, Dünya'nın altı haftadan önce bu korkunç evden ayrılmayı düşlemesini bile engelleyecek daha pek çok neden vardı. Sen kuşkusuz Dunya'yı iyi tanırsın, onun nasıl akıllı, sağlam karakterli bir kız olduğunu bilirsin. Dunyacık pek çok şeye katlanabilen, en kötü durumlarda bile direncini yitirmeyen soylu bir kızdır. Kendisiyle sık sık haberleşmemize rağmen, üzmemek için bana bile her şeyi yazmadı. Olay beklenmedik bir biçimde çözüldü: Marfa Petrovna bir rastlantıyla kocasını bahçede bizim Dunya'ya yalvarırken görmüş, ancak her şeyi ters anlayarak tüm olup bitenlerden dolayı Dunya'yı suçlamış. Hemen oracıkta, bahçede korkunç bir curcunadır kopmuş: Marfa Petrovna hatta Dunya'ya bir de tokat atmış, kızcağızı dinlemek bile istememiş, bir saat kadar ağlayıp sızladıktan sonra, kızcağızı hemen kente, bana göndermelerini emretmiş, kendisini basit bir köylü arabasına bindirip, eşyalarını, çamaşırlarını, giysilerini öylece, olduğu gibi arabaya atıp yola çıkarmışlar. Tam o sırada bardaktan boşanırcasına bir de yağmur başlamamış mı! Horlanmış
52
aşağılanmış Dunyacık da onyedi verstlik yolu üstü açık bir arabada, bir mujiğin yanında almak zorunda kalmış.
Şimdi bir düşün: bana iki ay önce yazdığın mektuba ben ne yanıt verebilir, ne yazabilirdim sana? Zaten perişan bir haydeydim; aslında, doğru, yazmaya cesaret edemedim, çünkü sen de kızacak, öfkelenecek, mutsuz olacaktın. Ve elinden ne gelebilirdi ki? Kendini yiyip bitirmekten başka?.. Öte yandan Duneçka da sana yazmamı yasaklamıştı. Yüreğimde böyle bir acı varken de mektubumu boş laflarla, anlamsız birtakım ıvır zıvırla dolduramazdım. Tam bir ay bütün kasaba bizim bu olayın dedikodusuyla çalkandı durdu; hatta işler oraya vardı ki, aşağılayıcı bakışlardan, fısıltılardan, bunlar da bir yana, bizim yanımızda yapılan aşağılayıcı konuşmalardan dolayı Dunya'yla ben kiliseye bile gidemez olduk. Bütün tanıdıklarımız bizden yüz çevirmişler, dostlarımız selamı sabahı kesmişlerdi; öte yandan kasabadaki kimi tezgâhtarla büro kâtiplerinin evimizin kapısına katran sürerek bizi lekelemek istediklerini öğrenmiştim. Öyle ki ev sahibimiz bile sonunda evini boşaltmamızı istemeye başladı. Bütün bunlara neden de, kapı kapı dolaşarak Dunya'yı suçlayıcı, lekeleyici konuşmalar yapan Marfa Petrovna'dan başkası değildi. Kendisi burada hemen herkesi tanır. Bu ay içinde hemen her gün kente indi ve zaten geveze birisi olduğu ve hiç de hoş bir şey olmamasına rağmen ailesinden ve kocasından yakınmayı sevdiği için, kısa sürede olay yalnızca kasabada değil, tüm çevre köylerde duyuldu. Ben hastalandım. Duneçka benden daha dayanıklı çıktı. Her şeye nasıl katlandığını, nasıl beni avutmaya ve yüreklendirmeye çalıştığını bir görmeliydin! Melek yavrum benim! Ama Tanrıya şükürler olsun, çilemiz bu kadarla sona erdi. Yaptıklarından pişman olan ve herhalde Dunya'ya da acıyan bay Svidrigaylov fikrini değiştirerek, Duneçka'ran suçsuzluğunu kanıtlayan her şeyi bir bir Marfa Petrovna'ya açıkladı. Bu kanıtların en güçlüsü de, Marfa Petrovna'nın onları bahçede yakalamasından önce, Svid.rigaylov'un yaptığı gizli görüşme önerilerini geri çevirmek amacıyla Dunya'nın yazdığı ve evden ayrıldığı sırada Svidrigaylov'da kalan mektuptu. Dünya bu mektubunda öfkeli, coşkulu bir dille Svidrigaylov'u karısı Marfa
53
Petrovna'ya karsı dürüst olmayan davranışından dolayı kınıyor, evli, çoluk çocuk sahibi bir kişi olduğunu hatırlatarak, zaten mutsuz ve korunmasız olan bir genç kıza acı çektirdiği için ayıplıyordu. Kısacası sevgili Rodyacığım, bu öylesine soylu bir dille yazılmış, öylesine dokunaklı bir mektuptu ki, okurken ben de gözyaşlarımı tutamadım; bugün bile gözlerim yaşarmadan okuyamam. Bundan başka Svidrigaylov'un sandığından daha fazla şeyler bilen ve gören hizmetçiler -bu zaten hep böyle değil midir?- Dunya'yı temize çıkaracak yönde tanıklık yaptılar. Marfa Petrovna tümden yıkıldı ve kendi deyimiyle "ikinci bir darbe daha" yedi. Ama öte yandan da Dünyamızın suçsuzluğuna tümden inandı ve hemen, ertesi gün "pazardı" doğruca kiliseye koşarak kutsal Meryem Anamızın önünde diz çöküp gözyaşları içinde uğradığı bu yeni yıkıma katlanmasını ve ödevini yapabilmesini sağlaması için tanrıya yakardı. Sonra hiçbir yere uğramadan kiliseden doğruca bize geldi, olup bitenleri bir bir anlattı, acı acı ağladı ve Dunya'yı kucaklayarak pişman olduğunu söyleyip kendisini bağışlaması için yalvardı. Bizden ayrılır ayrılmaz, hiç zaman yitirmeksizin hemen o sabah kentte ne kadar tanıdığı varsa bir bir dolaşıp Dunya'nın suçsuzluğunu, onun duygu ve davranışlarının ne denli soylu olduğunu gözyaşları içinde ve asın övgü dolu sözlerle anlattı. Bununla da yetinmeyerek Duneçka'nın Svidrigaylov'a yazdığı mektubun aslını önüne gelene gösterip okudu. Hatta mektubun bir kopyesini çıkarmalarına bile izin verdi -ki bence bu kadarı da fazla artık- Böylece birkaç gün boyunca kentteki bütün tanıdıklarını üstüste dolaştı; hatta artık öyle oldu ki, tanıdıklarından bazıları, başkaları onlara tercih edildi diye gücendikleri için sıra usulü kondu. Sıra usulü konunca da her ev onu önceden beklemeye başladı: artık herkes Marfa Petrovna'nın falan gün falanca yerde bu mektubu okuyacağını önceden biliyordu. Kimileri de hem kendi evlerinde, hem de tanıdıklarının evlerinde mektubu birkaç kez dinledikleri halde, birkaç kez daha dinlemek için mektubun yeni okunacağı yere gidiyorlardı. Marfa Petrovna'nın bu davranışında, bana kalırsa, çok, hem de pek çok aşırılıklar vardı; ama huyu böyleydi onun. Öte yandan bu davranışıyla Dunya'ya sürülen.
54
lekeyi tümüyle temizledi. Bu işin tüm iğrençliği de, baş suçlu olarak ve silinmez bir leke halinde kocasına yıkılıverdi. Öylesine ki, adama acıdığımı bile söyleyebilirim. Biraz fazla sert davranıldı bu kaçık herife karşı. Bu gelişmeler üzerine Dunya'ya kimi evlerden ders verme önerileri geldi, ama o bunları geri çevirdi. Herkes birdenbire ona özel bir saygı göstermeye başladı. Şu anda yazgımızı değiştirmekte olduğunu söyleyebileceğim o beklenmedik olaya da, başlıca bu gelişmeler katkıda bulundu. Sevgili Rodya'ın, sana bildirmek için sabırsızlandığım bir şey var: Dunya'nın kısmeti çıktı, o da kabul etti. Gerçi bu is sana danışmadan oldu, ama durumu öğrenince, senden bir yanıt alana değin beklememizin ve işi ertelememizin olanaksız olduğunu anlayacağını ve bu nedenle de ne bana, ne de kızkardeşine gücenmeyeceğini umarım. Zaten senin de, tanımadığın, adını, sözünü başkalarından duyduğun bir kişi hakkında vereceğin karar sağlıklı ve tam doğru olamazdı.
Olay şu: Pyotr Petroviç Lujin yedinci dereceden bir devlet memuru ve bu işte pek çok yardımları olan Marfa Petrovna'nın uzaktan akrabası. Marfa Petrovna aracılığıyla bizimle tanışmak dileğini ileterek işe başladı; kendisini gerektiği gibi ağırladık, kahve içtik. Ertesi gün bir mektup yollamış, mektubunda pek nazik bir dille Dunya'yla evlenmek istediğini bildiriyor ve ivedilikle kesin bir yanıt vermemizi rica ediyordu. Iş adamı ve başını kaşıyacak zamanı yok; hemen Peterburg'a gitmesi gerekiyormuş, bu nedenle de bir dakika bile yitirmek istemiyor. Bütün bunlar son derece hızlı ve pek beklenmedik bir biçimde olduğu için tabii biz başlangıçta oldukça şaşırdık. O gün, bütün gün, birlikte meseleyi enine boyuna düşündük, ölçüp biçtik. Güvenilir bir adam, hali vakti yerinde, iki yerde iş sahibi ve kendi sermayesi var. Evet, gerçi kırk beş yaşına filan gelmiş, ama oldukça yakışıklı ve hâlâ kadınların beğenebileceği bir tip; sonra son derece ciddi ve efendi bir adanı; yalnız biraz asık suratlı ve burnu büyük gibi. Ama belki de bu bize ilk bakışta böyle gelmiştir. Pek yakın bir zamanda onunla Petersburg'da görüşeceksin Rodya'çığım; seni şimdiden uyarmak isterim: ilk bakışta onda bazı eksik yanlar görsen bile, hemen ateşlenip sert yargılarda bulunma, çünkü bu senin huyundur. Bunu her ihtimale karşı söylüyorum, çünkü onun sende olumlu bir izlenim bırakacağından eminim. Kaldı ki, daha sonra düzeltilmesi olanaksız birtakım yanlışlara düşmemek için, bir insanı değerlendirirken hiç acele etmemek ve ona karşı son derece dikkatli, temkinli davranmak gerek. Öte yandan Pyotr Petroviç'in hiç değilse saygıdeğer bir insan olduğunu gösteren pek çok belirti var. Daha ilk ziyaretinde, kendisinin aslında olumlu bir insan olduğunu, ancak pek çok konuda -kendi deyimiyle- "yeni kuşakların görüşlerini" paylaştığını ve her türlü kör inanca düşman olduğunu söyledi. Biraz kibirli, kendisini beğenmiş bir adam ve sözlerini dinlesinler istiyor, bu nedenle daha pek çok şeyler anlattı, ama herhalde bu da bir kusur sayılmaz. Ben tabii pek bir şey anlamadım, ama, Dunya'nın bana açıkladığına göre, Pyotr Petroviç öyle fazlaca bir öğrenimi olmamasına karşın akıllı ve galiba da iyi bir insanmış. Kız kardeşini bilirsin Rodya: benim tanıdığımcası, ateşli bir yüreği olmasına karşın, sebatlı, aklı başında, sabırlı, gönlüyüce bir kızdır. Hiç kuşkusuz burada ne biri, ne öbürü yönünden aşk söz konusu değil, ama Dünya akıllı olmasından başka, melek gibi soylu bir yaratık olduğu için kocasını mutlu etmeyi kendisi için bir görev bilecektir. Buna karşılık kocası da herhalde onun mutlu olması için çaba gösterecektir. Evet, doğrusu işler biraz fazla aceleye geldi, ama bundan kuşku duymamız için şimdilik önemli birtakım nedenler yok ortada. Öte yandan Pyotr Petroviç hesabını bilir, ihtiyatlı bir adam: koca olarak kendi öz mutluluğunun, Dünya mutlu olduğu ölçüde artacağını kendisi de görecektir. Huy uyuşmazlığı, eski birtakım alışkanlıklar ve hatta bazı konularda görüş ayrılığı (kî en mutlu evliliklerde bile kaçınılması olanaksızdır) gibi sorunlara, gelince, Duneçka bu konuda umutlu olduğunu ve kendine güvendiğini, merak edilecek bir şey olmadığını, aralarındaki ilişkinin dürüstlükle ve namusluca sürmesi koşuluyla pek çok şeye katlanabileceğini söyledi. Örneğin Pyotr Petroviç önceleri bana da biraz sert görünmüştü, ama bu belki de onun açık yürekli bir insan olmasından kaynaklanıyordu, evet evet kesinkes bu nedenleydi sert görünmesi bana. Yine örneğin ikinci ziyaretinde, önerisini Dunya'nın kabul ettiğini
56
öğrendikten sonra, ama daha Dunya'yı tanımadan, söz arasında, namuslu ama çeyizsiz ve ille de yoksulluk çekmiş bir kız almayı düşündüğünü, çünkü -onun söyleyişiyle- kocanın hiçbir zaman karısının minneti altında kalmaması gerektiğini, karının kocasını velinimet saymasının çok daha, iyi olacağını söyledi. Şunu hemen eklemeliyim ki, o, bu sözleri benim sana yazdığımdan daha yumuşak ve daha ince bir dille söylemişti. Ben onun kullandığı sözcükleri unuttum, yalnızca ana düşüncesi aklımda kaldı. Öte yandan o, bu sözleri bir şeyler amaçlayarak söylememişti, besbelli söz arasında öylesine söyleyivermişti. Nitekim daha sonra bunları düzeltmeye ve yumuşatmaya çalıştı, ama bana yine de bunlar biraz sert
göründü. Sonra bu düşüncemi Dunya'ya söylediğimde kızcağız biraz da canı sıkılarak, "Söz, eylem demek değildir", dedi ve hiç kuşkusuz dediği çok doğruydu. Karar vermezden önce Dünya bütün gece gözünü kırpmadı ve benim uyumuş olduğumu sanarak yatağından kalkıp sabaha kadar odanın içinde bir aşağı bir yukarı dolaştı durdu. Sonunda tasvir önünde diz çöküp coşkuyla, uzun uzun dua etti; sabahleyin de bana evlenmeye karar verdiğini söyledi.
Pyotr Petroviç'in hemen Petersburg'a gideceğinden yukarıda söz etmiştim. Önemli işleri varmış orada, bir avukatlık bürosu açmak istiyormuş. Uzunca bir zamandır çeşitli dava takipleriyle uğraşıyormuş zaten, bugünlerde de önemli bir dava kazanmış. Petersburg'a da Yargıtay'da önemli bir işi olduğu için gidiyormuş. Böylece Sevgili Rodya'm, onun orada sana çok yararı olabilir, her konuda yardım edebilir sana; hatta biz Dünya ile senin gelecekteki mesleğine bugünden başlayabileceğini, geleceğinin şimdiden güvence altına alınmış sayılabileceğini kabul ediyoruz. Ah, bir gerçekleşebilse bu! Tanrının bize doğrudan doğruya gösterdiği bir lütuf olarak nitelendirilebilecek -ancak böyle nitelendirilebilecek- bir yararlı iş olurdu bu. Dunya'cığım da tüm düşleri bununla ilgili. Hatta bu konuda tehlikeyi göze alıp Pyotr Petroviç'e bir iki kelime bir şeyler çıtlatma cesaretini bile gösterdik. Sıkıntılı bir yanıt verdi: Nasıl olsa bir kâtip tutması gerektiğine göre, yabancı birindense akrabaya para vermenin elbette daha doğru olacağını, ancak akrabanın da işe karşı yetenekli
57
olması gerektiğini (daha neler! Yok bir de sen yetenekli olmayacaktın!), bunun yanı sıra üniversitedeki derslerinin yazıhanede çalışmana zaman bırakacağından kuşkulu olduğunu söyledi. Bu seferlik is bu kadarla kapandı, ama Dunyacığımın aklı fikri hep bu iste. Birkaç gündür sanki bir humma nöbeti içinde, neler tasarlıyor, neler kuruyor... Pyotr Petroviç'in önce yardımcısı, sonra ortağı oluyormuşsun, zaten hukuk fakültesinde okuyormussun!.. Ben de, Rodyacığım, bu planların tümünü gerçekleşebilir şeyler olarak gördüğüm için Dunya'yla aynı fikirdeyim ve onun umutlarını paylaşıyorum; ve Pyotr Petroviç'in şu anki çekingenliğine rağmen (bu tümüyle anlaşılabilir bir şey, çünkü seni henüz tanımıyor). Dünya, gelecekteki kocası üzerinde olumlu etkiler yapacağından ve tasarılarının gerçekleşeceğinden emin. Tabii biz geleceğe ilişkin düşlerimizi, hele onun ortağı olabileceğini ağzımızdan kaçırmaktan sakındık. Pyotr Petroviç olumlu bir insan: Bütün bunlar ona yalnızca bir düş gibi gelebileceğinden, başlangıçta soğuk karşılayabilirdi sözlerimizi. Yine aynı nedenle, ne ben, ne de Dünya, üniversitede okurken sana para göndermemize yardım edeceğine olan kesin .inancımızdan da tek kelimeyle olsun söz etmedik; söz etmedik, çünkü, bu, birincisi, zamanla kendiliğinden olabilecek bir iştir ve herhalde kendisi gereksiz hiçbir söze yer bırakmadan bunu kendiliğinden önerecektir (yok bir de böyle bir konuda Dunya'yı kıracaktı!), öte yandan, sen, yazıhane işlerinde onun sağ kolu haline gelebilir ve bu yardımı bir hayır olarak değil, hakettiğin bir aylık olarak alabilirsin. Duneçka işleri böyle yoluna koymak istiyor, onunla aynı görüşteyim. Ona tasarımızdan söz etmeyişimizin ikinci nedeni de, benim, onunla yakında yer alacak görüşmenizde eşit koşullar altında bulunmanı özellikle istememdir. Dünya heyecanla senden söz ettiğinde, Pyotr Petroviç, bir insan hakkında yargıda bulunabilmek için onu yakından tanımak gerektiğini, sana ilişkin bir fikir edinmeyi de, seninle tanıştıktan sonraya bıraktığını söyledi. Biliyor musun canım Rodya'cığım, bir de ne var; bazı nedenlerle (ama Pyotr Petroviç'le hiçbir ilgisi bulunmayan, tümüyle kişisel, özel, hatta yaşlılık huysuzluğu diyebileceğimiz nedenlerle) onlar evlendikten sonra da, simdi olduğu gibi ayrı
oturmam daha iyi olur gibime geliyor. Aslında onun beni kendiliğinden davet edecek ve kızımdan ayrı oturmamamı önerecek kadar kibar ve soylu davranacağından eminim. Eğer bunu şimdiye kadar söylememisse, bu söylenmeden de böyle olacağı kabul edildiği içindir. Ama ben kabul etmeyeceğim. Damatların kaynanalarını pek de öyle bağırlarına basmadıklarına hayatta pek çok kez tanık oldum. Öte yandan ben de, yalnızca hiç kimseye yük olmak istemediğimden değil, ama yiyecek bir lokma ekmeğim ve seninle Dünya gibi çocuklarım olduğu sürece kendimi tümüyle özgür duymak isterim. Eğer olanak bulabilirsem, ikinize yakın bir yere yerleşeceğim, çünkü Rodya, aziz dostum, şimdi mektubun sonuna bıraktığım en iyi habere geliyorum. Üç yıla varan bir ayrılıktan sonra, çok yakında biraraya gelecek, birbirimize kavuşacağız! Dunya'yla benim Petersburg'a gitmemiz kesinlik kazandı. Tam olarak ne zaman, bilmiyorum, ama yine de çok, hem de çok yakında, hatta belki de bir haftaya kadar... Her şey Pyotr Petroviç'e bağlı, Petersburg'da durumu kolaçan ettikten sonra sonucu bize bildirecek. Bazı nedenlerle evlenme töreninin bir an önce yapılmasını istiyor, hatta eğer olanaklıysa hemen bu ay içinde, olmazsa hemen yortudan* sonra olsun istiyor. Ah, seni ne büyük bir mutlulukla bağrıma basacağım! Dünya da tümden seni görme sevinci, heyecanı içinde. Hatta bir keresinde şaka olarak, yalnızca bu nedenle bile Pyotr Petroviç'le evlenmeye değer olduğunu söyledi. Melek yavrum benim! Kendisi 'bu kez benim mektubuma bir şey eklemiyor, yalnız şunu yazmamı istedi benden: Seninle konuşacağı o kadar çok şey varmış, o kadar çok şey varmış ki, birkaç satırla bir şey söyleyemeyeceği için eline kalem bile almak
istemiyormuş, bos yere sinirlenmekten başka bir işe yaramazmış bu. Sana sımsıkı sarıldığını ve binlerce öpücük gönderdiğini söylüyor. Çok yakında bir araya gelecek olmamıza rağmen, ben yine de sana elimden gelebildiğince çok para göndereceğim. Duneçka'nın
Sözü edilen yortu, 15 Ağustos'ta tarladan buğdayların kaldırılması nedeniyle kutlanan bir tür hasat bayramıdır. Bayramdan önce iki hafta oruç tutulurdu. (Çev.)
59
Pyotr Petroviç'le evleneceği duyulalı beri, benim de kredim birdenbire yükseldi. Bu nedenle Afanasiy İvanoviç'in emekli aylığıma karşılık, hatta yetmiş beş rubleye kadar kredi açacağından eminim; böylece de sana yirmi beş, hatta belki de otuz ruble gönderebileceğim. Daha fazla göndermek isterdim, ancak yol giderlerimiz beni korkutuyor. Gerçi Pyotr Petroviç sağolsun, başkente kadar 'yol giderlerimizin bir bölümünü üzerine aldı, tanıdıkları mı ne varmış, onlar aracılığıyla yükümüzü ve büyük sandığı göndermeyi .o üstlendi, ama yine de Petersburg'a gidişimizi hesaba katmamız gerek, özellikle de orada ilk günlerde parasız kalmak gibi bir duruma düşmemeliyiz. Duneçka'yla her şeyi inceden inceye hesapladık, yol için pek bir şey gitmeyecek. Buradan istasyona kadar olan yol topu topu doksan verst ve biz her ihtimale karşı tanıdığımız bir köylü arabacıyla anlaştık. Trende de pekâlâ üçüncü mevkide gelebiliriz. Böylece de sana yirmi beş değil, herhalde otuz ruble gönderebileceğim. Eh, artık yeter! Arkalı önlü iki yaprak doldurdum ve artık yazacak yerim kalma'dı. Işte sana koca bir hikâye, bizim hikâyemiz! Meğer ne çok olay birikmiş yazacak! Yakında görüşme dileğiyle, sevgili Rodya'm, sımsıkı kucaklar, anne dualarımı iletirim. Kız kardeşini, Dunya'yı sev, Rodya! Onun seni sevdiği kadar sev ve bil ki onun sana karşı sevgisi sınırsızdır; seni sonsuz bir sevgiyle kendinden bile çok seven bir kızkardeşin var! O bir melek! Sense, Rodya, bizim her şeyimiz, tüm umudumuzsun! Tek ki sen mutlu ol, biz de oluruz! Eskiden olduğu gibi dua ediyor, Tanrının yaratıcılığına ve bağışlayıcılığına inanıyor musun Rodya? Dinsizlik modasının senin ruhunda da yer etmiş olmasından korkuyorum. Eğer böyleyse senin için de ben dua ederim. Çocukluğunda baban da daha sağken, nasıl dizlerime oturup dualar mırıldandığını ve o zamanlar nasıl mutlu olduğumuzu unutma canım! Hoşçakal, ya da daha doğrusu, görüşmemize kadarl Sımsıkı kucaklar, binlerce kez öperim.
Ölünceye kadar senin Pulheriya Raskolnikova "
60
Mektubu okumaya başladığından beri Raskolnikov'un yüzü gözyaşlarıyla ıslaktı; mektubu bitirdiğindeyse, yüzü sararmış, kasılmış, çarpılmıştı; dudakları acı, öfkeli bir gülümsemeyle kıvrılmıstı. Başım kirli, kullanılmaktan incelmiş yastığına koyup düşünmeye başladı, uzun uzun düşündü. Yüreği hızla çarpıyor, düşünceler kafasında hızla uçuşuyordu. Sonunda bir dolabı ya da sandığı andıran bu sarı odada boğulacak gibi oldu; gözleri ve beyni genişlik arıyordu, şapkasını kaptığı gibi dışarı fırladı; merdivenlerde birilerine rastlamaktan da çekinmiyordu bu kez, unutup gitmişti bu konuyu. "V" bulvarı boyunca Vasilyev adasına doğru bir yol tutturdu. Sanki acele bir işi varmış gibi çevresini ayrımsamadan hızla yürüyor, her zaman olduğu gibi de kendi kendine mırıldanıyor, gelip geçenleri şaşırtacak kadar yüksek sesle konuşuyordu. Görenlerin çoğu sarhoş sanıyordu kendisini.
IV
Annesinin mektubu yüreğini parçalamıştı. Ama mektuptaki ana düşünce konusunda, hatta mektubu okurken bile bir an için olsun kuşkuya kapılmamıştı. Sorunun özünü çoktan çözümlemişti, hem de kesinlikle: "Ben sağ oldukça, bu evlilik olmayacak. Senin de, Bay Lujin, canın cehenneme!"
"Çünkü her şey apaçık ortada" diye mırıldandı; verdiği kararın başarısını önceden kutlar gibi haince gülümsüyordu. "Hayır anneciğim, hayır Dünya, beni aldatamazsınız!.. Bana danışmadan karar verdikleri için bir de özür diliyorlar!.. Daha neler! Ve artık kararlarından caymanın olanaksız olduğunu düşünüyorlar -görürüz olanaklı mı, değil mi?- Öne sürdükleri bahane de ne önemli ya: 'Pyotr Petroviç'in işleri öyle çok öyle çok ki, posta arabasından ya da trenden başka bir yerde evlenemez!' Hayır, Dunya'cığım, ben her şeyi görüyor ve benimle o çok, çok konuşmak istediğin şeylerin neler olduğunu biliyorum: Odanın içinde dört dönerek bütün gece neler düşündüğünü, annemin odasındaki Kazan Meryem'i önünde ne için dua ettiğini de biliyorum.
61
Ama Gulgulta'ya* tırmanmak kolay değildir. Hımm... Demek kesin olarak karar verildi, demek siz Avdotya Romanovna, kendi sermayesi olan (böylesi daha tumturaklı, daha görkemli oluyor: kendi sermayesi olan), iki yerde birden çalışan ve (annemin yazdığına göre) yeni kuşağın, gençlerin görüşlerini paylaşan, galiba iyi bir insan olan (bunu da Duneçka belirtiyor: galiba...) aklı başında bir işadamıyla evlenmek niyetindesiniz! En güzeli de bu galiba Ve Dünya bu galiba için evleniyor! Bravo doğrusu, bravo!"
"Çok ilginç: acaba annem niçin 'yeni kuşaklardan, gençlerden' sözetmiş mektubunda? Yalnızca bir insanın karakterini açıklamak için mi, yoksa daha çapraşık bir amacı mı var: Lujin'i bana sevdirmek gibi..? Ah,
kurnazlar! Sonra şu da çok ilginç: acaba o gün, o gece ve tüm ondan sonraki günlerde birbirlerine karşı ne dereceye kadar içtendiler? Sonra, aralarında geçen bütün sözler apaçık söylenildi mi, yoksa, karşılıklı olarak her ikisi de birbirlerinin kafasından ve yüreğinden aynı şeylerin geçtiğini bildikleri için her şeyi yüksek sesle konuşmamaya ve ağzından laf kaçırmamaya mı çalıştı? Bu besbelli böyle olmuş, zaten mektuptan da anlaşılıyor: adam anneme, biraz sert görünmüş, o da saflığından gidip bu izlenimini Dunya'ya aktarmış. Dünya da buna içerlemiş ve 'canı sıkılarak' karşılık vermiş. Ya ne olacaktı! Iş safça sorular sormaya gerek kalmayacak biçimde çoktan bitirilmiş, konuşacak bir şey kalmamış ortada, içerlemez de ne yapar insan? Ya suna ne demeli: 'Dunya'yı sev. Rodya, o seni kendinden de çok seviyor Kızını oğluna kurban etmeye razı olmanın içten içe çektirdiği bir vicdan azabı olmasın bu 'Sen bizim her şeyimiz, tüm umudumuzsun!' Oh, anne!.."
İçi kabarıyor, yüreğindeki hınç gitgide büyüyordu, eğer şu anda Lujin karşısına çıksa öldürebilirdi onu.
Beyninin içindeki düşünce burgacını izlemeyi sürdürerek, "Evet" dedi, "bu doğru: Bir insanı tam tanıyabilmek için 'hiç acele
Gulgulta: Kudüs yakınlarında, idamların yapıldığı bir tepeye verilen ad, İncil'de yeralan bir söylenceye göre İsa da burada çarmıha gerilmiştir. Mezacen acı çekilen yer, acı kaynağı anlamında kullanılır. (Çev.)
62
etmemek ve son derece dikkatli, temkinli yaklaşmak gerek'; ama Lujin apaçık ortada bir adam. Bir kez "işadamı, sonra, galiba da iyi bir adam, şaka mı, bagajın taşınmasını üzerine almış, büyük sandığın parasını o ödeyecekmiş!.. Nasıl iyi denmez böyle bir adama? Onlarsa, yani gelin hanımla annesi, bir köylüyle birlikte üzeri tente örtülü bir arabayla gelecekler. (Bilirim o arabaları, ben de yolculuk etmiştim) Ama ne önemi var canım! Hepsi hepsi doksan verst! Ondan sonra da 'trenle, pekâlâ üçüncü mevkide gelebiliriz', bu da hiçbir şey değil, bin verstlik bir yol! Son derece mantıklıca! Ayağım yorganına göre uzat, demişler. Hey, bay Lujin, bu senin gelinin be... Annemin bu yolculuk için emekli aylığını kırdırdığını bilmiyor olamazsın! Ama doğru, ticari bir isletme bu öyle değil mi? Madem ki çıkarlar karşılıklı ve kazançlar eşit, öyleyse harcamalar da yarı yarıya olmalı... Atasözündeki gibi yani: tuz ekmek beraber, tütün herkesin kendi kesesinden. Ama bizim işadamı, işadamlığını gösterip hafif tertip bir kazık atmış burada: bagajın parası onların yol parasından daha az tutar, hatta belki de bedavayadır. Görmüyor mu peki bunu bizimkiler, yoksa, görmek mi istemiyorlar? Üstüne üstlük bir de hoşnutlar durumdan, hoşnut! Oysa daha çiçekleri bunlar bu işin, meyvalar arkadan gelecek! Ve burada önemli olan adamın cimriliği, eli sıkılığı değil, olup bitenlerin oluş biçimi. Evlendikten sonra adamın karakterinin ne olacağını belirleyecek olan şey işte bu biçimdir... Annem ne demeye bu harcamaları yapıyor? Petersburg'a neyle gelecek? Üç rubleyle mi? Geldi diyelim, Petersburg'da neyle geçinecek? Kaldı ki, birtakım nedenlerle, nikahtan sonra, hatta ilk günlerde bile, Dünya ile birlikte oturmasının olanaksız olduğunu sezdiğini yazmıyor muydu? Kendisi her ne kadar, 'böyle bir öneriyi ben kendim geri çeviririm' diyorsa da, saygıdeğer bayımızın bu konuda ağzından bir şeyler kaçırdığını, bunu böylece sezinlettiği kesin. Peki nedir, kime güveniyor annem? Afanasiy İvanoviç'e olan borcunun da kesileceği yüz yirmi ruble emekli aylığına mı? Kışlık boyun atkısı ve eldiven örmekten yorgun gözlerini kör edecek. Ama bu boyun atkılarından gelecek olan para, annemin emekli aylığına ancak yirmi rublelik bir katkıda bulunabilecek, bunu biliyorum. Demek ki, önünde
63
sonunda yine bay Lujin'in cömertlik duygularında umutları 'Sözde kendisi önerecek yardımda bulunmayı', avcunuzu yalarsınız siz! Schiller'in temiz yürekli, iyi insanları da böyledir: son dakikaya dek. insanı hep tavus tüyleriyle süslerler, kötülüğü akıllarına bile getirmezler; madalyonun öbür yüzünü önceden sezinleseler bile, söylemeleri gereken gerçek sözleri önceden hiçbir şekilde ağızlarından kaçırmak istemezler bunu düşünmek bile onları incitir; tavus tüyleriyle süsledikleri kişi gelip de kendilerini burunlarından yakalayana dek, elleriyle yüzlerini örtüp gerçeği görmek istemezler. Bay Lujin'in de nişanı var mı acaba? Yakasında SaintaAnne nişanı bulunduğuna bahse girerim, resmi çağrılara ya da tüccar yemeklerine giderken takıyordur. Kendi düğününde de takar artık! Neyse, Allah belasını versin!"
"...Hadi annemi anlıyorum, oldum olası böyledir o, ama Dunya'ya ne oluyor? Dunya'cığım, canım, ben sizi iyi tanırım! Son kez görüştüğümüzde yirmisine basmıştınız, huyunuzu iyice anlamıştım. Annem mektubunda 'Dunyacık pek çok şeye katlanabilir' diyor. Biliyorum. Ikibuçuk yıldır biliyorum bunu, ve ikibuçuk yıldır, hep bunu düşünür dururum: 'Duneçka pek çok şeye katlanabilir'. Doğrusu da bu, bir bay Svidrigaylov'a katlanabildiğine göre, hem de bütün sonuçlarıyla katlanabildiğine göre, Dunya'cık gerçekten pek çok şeye katlanabilir. Şimdi de, annesiyle birlikte, yoksul bir aileden gelen ve kocasına minnet duyan bir kızın üstünlüğü üzerine, üstelik de daha ilk tanışmalarında, kuramlar geliştiren bay Lujin'e katlanabileceğini düşlüyor... Aklı başında bir adam olmasına karşın, diyelim bunu istemeden 'ağzından kaçırıverdi' (kaldı ki bunu bilerek, isteyerek de söylemiş olabilir: gerçek düşüncesini açıklamak için). Ama
ya Dünya? Ne olduğu apaçık belli bir adamla yaşamaya nasıl razı olabiliyor? O Dünya ki, yavan ekmek yer, ama ruhunu pazara çıkarmaz; rahatlık uğruna manevi özgürlüklerinden vazgeçmez! Hem Lujin ne, Sciezvvig-Golstein* için bile yapmaz böyle bir şeyi!
* Sciezwig-Golstein: Prusya'nın, Sciezvvig-Golstein dukalığını Danimarka'dan ilhak etmesi, Prusya-Danimarka (1864) ve Prusya-Avusturya (1866) savaşlarının nedeni olmuştu. Bu savaşlar o dönem Rusyası'nda gazete ve dergilerde ilgiyle izleniyordu. Dostoyevski'nin yayımladığı "Vremya" dergisi de olaylara geniş ölçüde yer veriyordu.
64
Hayır, benim bildiğim Dünya değişmiş olamaz. Svidrigaylov'lardaki koşulların ağır olduğu su götürmez! Yılda ikiyüz rubleye kent kent dolaşıp mürebbiyelik etmek de zordur. Ama ben yine de biliyorum ki, kızkardeşim zenci olarak bir çiftlik sahibine* ya da Litvanyalı Baltık Almanları'na**, satılmayı yeğler de, hiçbir zaman saygı duymayacağı bir adamla yalnızca kişisel çıkarlarını gözeterek evlenip ruhunu ve manevi varlığını alçaltmaz. Hatta şu Lujin denilen adam som altından, tertemiz bir pırlantadan bile olsa, kızkardeşim onun yasal kapatması olmayı kabul etmez! Öyleyse niçin razı oluyor? Nedeni ne bunun? Nasıl bir bilmece bu böyle? Aslında durum apaçık ortada: Dünya kendisi için, rahat bir yaşam için, (hatta kendini ölümden kurtarmak bile söz konusu olsa) kendini satmaz, ama bir başkası için satar! Sevdiği, taptığı bir insan için, satar!
IŞte bilmecenin çözümü bu: Dünya, kardeşi ve annesi için kendini satıyor! Her şeyi satabilir bu iki insan için o! O, biz burada gerektiği zaman tüm ahlaki duygularımızı bastırır, özgürlüğümüzü, huzurumuzu, hatta vicdanımızı, her şeyimizi, her şeyimizi bitpazarında satışa çıkarırız! Tek ki sevdiğimiz varlık mutlu olsun. Bütün bunlar yetmezmiş gibi cizvitlerden öğrendiğimiz birtakım perendebazl'ıklar yapar, yaptığımızın doğruluğuna, yüce amaca ulaşmak için gerçekten böyle yapılması gerektiğine kendimizi bir süre için inandırırız. Biz böyleyiz işte, her şey gün gibi ortada! Burada ilk planda söz konusu olan kişinin de Radion Romanoviç Raskolnikov olduğu besbelli. Başka türlü nasıl mutlu edilebilir o, üniversite öğrenimini sürdürmesi nasıl sağlanabilir? Hem böylece Lujin'in iş ortağı olması da sağlanır, tüm geleceği güvence altına alınır: Dahası, bir gün saygıdeğer, varsıl bir insan olabilir, ve kim bilir belki de ünlü bir kişi olarak bitirir yaşamını!..
* Amerika'daki Kuzey Güney Savaşı (1861-65) ve zencilerin özgürlük savaşımları 60'lı yıllar Rusya'sında ilgiyle izleniyor. Rus köylüsüyle Amerikalı zenciler arasında benzerlikler kuruluyordu. Dostoyevski'nin "Vremya" dergisi de zenci hareketiyle geniş ölçüde ilgileniyordu.
** Alman baronlarının acımasız sömürüleri nedeniyle Litvanyalı köylülerin Baltık kıyılarından yığınsal kaçışları, 60'lı yıllarda Rus gazete ve dergilerince ilgiyle izlenen bir olaydı.
65
Peki ya annem? Sevgili Rodya'dan, biricik, ilk gözağrısı Rodya'dan başka kimsenin sözü edilmiyor ki! Böylesine değerli bir ilk gözağrısı için Dünya gibi de olsa bir kız kurban edilmez mi! Ah sevgili ve adaletsiz yürekler! Soneçka'nın alınyazısına benzer bir yazgıya boyun eğen yürekler!.. Soneçka, Soneçka Marmeladova! Dünya durdukça varolacak olan Soneçka! Sonya ve Dünya: Nasıl bir özveride bulunduğunuzu iyi düşündünüz mü? Gücünüz yetecek mi? Çıkarlarınıza uygun mu? Akıllıca mı? Dünya'çığım, bay Lujin'le birlikteliği kabul ettiğinde yazgın Soneçka'nınkinden de kötü olmayacak mı? 'Hiç kuşkusuz burada aşk sözkonusu değil', diyor annem. Ya ne var peki? Aşk yoksa ne olabilir ki? Ya saygı da olmazsa, tersine nefret, aşağılama olursa ne olacak? O zaman kala kala 'temizliğe dikkat etmek' kalıyor. Öyle değil mi? Bir temizliğin ne demek olduğunu anlıyor musunuz siz? Anlıyor musunuz, anlıyor musunuz? Lujin için sözkonusu olan temizliğin, Soneçka temizliğinden hiçbir ayrımı olmadığını, hatta belki de ondan daha aşağılık, daha bayağı bir temizlik olduğunu anlıyor musunuz? Çünkü Dunyacığım bu sizin için biraz daha rahat yaşama sorunuyken, öbür taraf için yalnızca açlıktan ölmeme sorunudur. 'Bu tür temizlikler, Duneçka, çok, çok pahalıya malolur!' Ya daha sonra bu yükü gücünüzün üstünde bulur da çekemezseniz? Ne büyük bir aşağılanma olacak bu; ne acılar çekeceksiniz, nasıl ileneceksiniz, ne çok gözyaşı dökeceksiniz herkesten gizleyerek, çünkü siz bir Marfa Petrovna değilsiniz Dunya'cığım. Ve anneniz ne yapacak o zaman? Şimdiden bunca üzüntü duyuyor, bunca acı çekiyor: her şey apaçık ortaya çıktığı zaman ne olacak? Sonra, ben ne olurum?.. Ne sanıyorsunuz siz beni? Sizden böyle bir özveri istemiyorum Duneçka, istemiyorum, sizden de anne, anlıyor musunuz? İstemiyorum! Ben yaşadıkça, sizin bu tasarladıklarınız olmayacak, anlıyor musunuz, olmayacak, ben kabul etmiyorum!
Birden kendine geldi, durdu.
"Olmayacak mı? Ne yapabileceksin de olmayacak? Yasak mı edeceksin? Var mı böyle bir şeye hakkın? Böyle bir hakkının olabilmesi için, onlara ne verebileceğini söyleyebilirsin? Okulun
bitip de kendine bir iş bulabildiğin zaman bütün geleceğini, . yazgını onlara adamayı mı? Çok çiğnenmiş
sözler bunlar, üstelik de geleceğe ilişkin; simdi ne yapabilirsin? Hemen simdi bir şeyler yapmak gerek, anlıyor musun? Oysa sen ne yapıyorsun? Soyuyorsun onları. Onlar bu parayı yüz ruble aylıklarından, Svidrigaylovlar'dan, rehinlerden sağlıyorlar. Ey onların yazgılarını elinde tutan Zeus, ey geleceğin milyoneri, Svidrigaylovlar'a, Afanasiy İvanoviç Vahruşinler'e karşı nasıl koruyacaksın onları? Ve ne zaman? On yıl sonra mı? Bu on yıl içinde atkı örmekten ve ağlamaktan annenin gözleri kör, oruç tutmaktan vücudu bir deri bir kemik kalmayacak mı? Ya kız kardeşin? Bir düşün bakalım bu on yıl kızkardeşini ne hale getirecek? Düşünebildin mi?"
Bu ve benzeri sorularla kendisine öyle acı çektiriyordu ki, bu isten tad alıyor gibiydi sanki. Oysa bunlar yeni, ansızın gündeme gelivermiş sorular değildi. Hepsi bildik, eski sorulardı. Nicedir yüreğini buran, içini ezen sorulardı. Şu anki sıkıntıları çok eskiden doğmuştu içinde, doğmuş, büyümüş, birikmiş, son zamanlarda ise olgunlaşıp yoğunlaşarak, yüreğine ve beynine acı veren, çözümünü bekleyen, korkunç, yabanıl, doğaüstü bir niteliğe bürünmüştü. Şimdiyse annesinin mektubu bir gökgürültüsü gibi patlamıştı içinde. Artık apaçık bir şey vardı: Bu sorunlar çözümsüzdür diyerek hiçbir şey yapmadan oturup kalmanın, salt düşünmenin ve acı çekmenin zamanı değildi. Hemen, su anda, çabucak bir şeyler yapması gerekirdi. Ya bunları yapacaktı, ya
da...
"Ya da yaşamaktan büsbütün vazgeçeceksin!" diye birden öfkeyle bağırdı." Uysallıkla yazgına boyun eğecek, onu olduğu gibi kabul edeceksin ve her türlü yaşama, sevme, çalışma haklarından vazgeçip, içinde ne varsa boğacaksın!"
Sonra birden Marmeladov'un dünkü sorusunu anımsadı.
"Anlıyor musunuz, anlıyor musunuz sayın bayım, bir insanın artık gidebileceği hiçbir yerinin olmaması ne demektir, anlıyor musunuz? Çünkü her insanın gidebileceği hiç değilse bir yerin olması gerekmez mi?.."
Birden ürperdi, yine dün düşündüğü şeyler gelmişti aklına. Ama ürpermesi bundan değildi. Çünkü o bunların kafasında
67
"canlanacağını" biliyor, "önceden seziyordu"; hatta bekliyordu bunu: Ama bu kez kafasında canlanan şeyler dünkü düşünceleri değildi. Aradaki ayrım şuydu: Bir ay önce, hatta dün bile, bu yalnızca bir düştü, şimdiyse... yeni, korkutucu, tanımadığı bir biçimde karşısındaydı; birdenbire anlamıştı Raskolnikov bunu. Kan beynine saldırdı, gözleri karardı.
Çabucak çevresine göz gezdirip bir sıra arandı, oturmak istiyordu, K... bulvarındaydı. Yüz adım kadar ötede bir sıra gördü, hızla yürümeye başladı. Ama yolda bir an bütün ilgisini üzerine çeken küçük bir olaya tanık oldu.
Çevresine bakınıp sıra aranırken, yirmi adım kadar ilerisinde yürümekte olan bir kadın gördü. Yanından gelip geçen herkese olduğu gibi bu kadına da dikkat etmemişti önce. Kimileyin öyle olurdu ki, eve döndüğü yolu anımsayamazdı, alışkanlığı olmuştu böyle yürümek. Ama şu önünden giden kadının öyle garip bir hali vardı ki, daha ilk bakışta dikkati çekiyordu. Raskölnikov önce isteksizce, rastgele bir merakla, sonra artan bir ilgiyle kadına dikkat vermeye başladı. Kadındaki garipliğin özellikle ne olduğunu anlamak istiyordu. İlkin, bu herhalde bir kızdı, hem de çok genç bir kız; bu sıcakta başı açık, şemsiyesiz, eldivensiz sokağa çıkmıştı; yürürken de kollarını gülünç bir biçimde sallıyordu. Üstünde adi cins bir ipekli elbise vardı. Ama elbisenin kızın üzerinde duruşu da bir tuhaftı: Bir kez güçlükle iliklendiği anlaşılıyordu, sonra, arkada, tam bel üzerinde eteği aşağı doğru yırtılmıştı/buradan kocaman bir kumaş parçası sarkmış, sallanıyordu. Çıplak boynunda küçük bir eşarp vardı, ama bu da eğreti bağlanmıştı ve yandan sarkıyordu. Bütün bunlar yetmezmiş gibi, kızın yürüyüşü de bir tuhaftı, güçlükle ayakta duruyor, sendeliyor, hatta iki tarafa yalpalayarak yürüyordu. Raskolnikov'un dikkati artık tümüyle kızın üzerine toplanmıştı. Tam sıranın yanına vardıklarında kıza yetişti. Ama kız kendini sıranın üzerine bırakıvermişti, bitkin bir halde basını sıranın arkalığına atmış, gözlerini de yummuştu. Kıza dikkatle bakınca Raskölnikov onun körkütük sarhoş olduğunu anladı. Görünüşü son derece tuhaf ve çirkindi kızın. Raskölnikov bir an yanılıyor olabileceğini bile düşündü. Gencecik bir kızdı bu, onaltı, hatta belki de
68
onbeş yaşında ancak vardı. Küçücük yüzü beyaz ve sevimliydi. Ama alev alev yanan bu yüz, biraz şişkince duruyordu. Pek bir şeyin farkında değil gibiydi kız; bacak bacak üstüne atmıştı, ama bacaklarından birini biraz fazla kaldırmıştı. Bütün bunlardan, kızın, sokakta bulunduğunun bilincinde olmadığı anlaşılıyordu.
Raskölnikov ne oturuyor, ne de gitmek istiyordu, şaşkın şaşkın, öylece kızın önünde dikiliyordu. Kimselerin pek gelip geçmediği bu bulvar, şu anda, bu öğle sıcağında tümden ıssız gibiydi. Yalnız onbeş adım kadar ötede, caddenin kenarında, her halinden kızın yanına gelmeyi çok istediği belli olan bir adam duruyordu.
Besbelli kızı yolda görmüş, buraya dek izlemişti. Ama işte Raskölnikov engel olmuştu kendisine. Sezdirmemeye çalışarak, öfkeli öfkeli Raskolnikov'u izliyor, bu serseri kılıklı, can sıkıcı delikanlının çekilip, sıranın kendisine gelmesini bekliyordu. Her şey apaçık anlaşılıyordu. Otuz yaşlarında, tıknaz, kanlı canlı, pembe yüzlü, bıyıklı, çok şık giyinmiş bir adamdı bu. Raskölnikov çileden çıkmıştı; birden bu şişman züppeyi aşağılamak için önüne geçilmez bir istek duydu içinde. Bir an için kızın yanından ayrılıp, adama yaklaştı:
"Hey, sizi Svidrigaylov! Ne arıyorsunuz burada?.." diye bağırdı. Yumrukları sıkılmış, dudakları öfkeden köpürmeye başlamıştı.
Adam kaşlarını çattı, kibirli bir şaşkınlıkla ve sert sert: "Bu da ne demek oluyor?" dedi.
"Buradan çekip gidin, demek ölüyor!.."
"Sen kim oluyorsun ki benimle böyle konuşabiliyorsun, serseri!.."
Adam bunları söylerken kırbacını bir iki kez salladı. Raskölnikov bu sıkı yapılı adamın kendisi gibi iki kişiyi rahatlıkla altedebileceğine aldırmaksızın, yumruklarını sıkıp, üzerine atıldı. Ama tam bu sırada, biri onu arkasından kıskıvrak yakaladı; bir polis aralarına girmişti.
"Tamam, beyler, böyle sokak ortasında dövüşmeyin!" dedi. Sonra Raskolnikov'un hırpani kılığını ayrımsayınca, sert bir tavırla ona döndü: "Kimsiniz siz? Ne istiyorsunuz?"
69
Raskolnikov polisi dikkatle süzdü. Bıyıkları ve şakakları kırlaşmış, zeki bakışlı, yiğit bir asker yüzüyle karşılaştı.
"Benim de tam size ihtiyacım vardı" dedi polisin elinden tutup kızın bulunduğu yere doğru çekerek. "Adım Raskolnikov, eski üniversite öğrencisi..."
Sonra, yolun kenarında, olduğu yerde duran adama dönerek:
"Bunu siz de öğrenebilirsiniz" dedi. Yeniden polise, döndü: "Gelin memur bey, size bir şey göstereceğim..."
Polisin elinden tutarak, kızın bulunduğu sıraya doğru sürükledi.
"Görüyor musunuz nasıl sarhoş! Az önce şurdan geliyordu: kim bilir kim ama meslekten birine benzemiyor. Besbelli, aldatıp bir yere götürmüşler ve iyice içirmişler... Ilk akla gelen bu. Anlıyor musunuz? Sonra da sokak ortasına birakıvermişler... Bakın, elbisesi nasıl yırtılmış ve nasıl giydirilmiş? Besbelli kendi giymemiş elbisesini, ona giydirmişler. Üstelik de beceriksiz bir el, erkek eli... giydirmiş. Açıkça anlaşılıyor bu. Şimdi de şu adama, kendisiyle az önce dövüşmek üzere olduğum şu züppeye bakın. Onu ilk kez görüyorum, kendisini hiç tanımam. Sanırım o da yolda gördü kızı, baktı ki sarhoş, kendinde değil, izlemeye başladı. Onun bu durumundan yararlanıp, ele geçirmek, bir yerlere götürmek istediği besbelli... Bunun böyle olduğundan eminim. İnanın bana, yanılmıyorum. Kızı nasıl gözlediğini, nasıl izlediğini kendi gözlerimle gördüm. Ama iste ben çıktım karşısına, engel oldum ona. Şimdi gitmemi bekliyor. Bakın şu anda biraz uzaklaştı, sözde sigara sarıyor... Hele bir düşünün bakalım, nasıl engel olabiliriz ona? Ve nasıl gönderebiliriz bu kızı evine?"
Polis her şeyi apaçık anlamıştı. Şişman adamın kıza askıntı olduğu besbelliydi. Iyi ama kızı ne yapacaklardı? Kızın üzerine eğilip daha dikkatlice baktı. Kıza içtenlikle acıdığı belli oluyordu. Başını sallayarak:
"Ah, yavrucak!" dedi. "Çocuk daha... Aldatmışlar... Hiç kuşku yok. Hey!.. Küçük hanım, nerede oturuyorsunuz?"
70
Kız yorgun gözlerini açıp kendine soru soranlara hiçbir şey anlamazcasına baktı, sonra onları yanından uzaklaştırmak ister gibi ellerini salladı.
"Bakın", dedi Raskolnikov, ceplerini karıştırarak bulabildiği yirmi köpeği uzatırken, "bir araba çağırın ve kızı adresine götürmesini söyleyin. Ama adresini nasıl öğreneceğiz..?"
Parayı alan polis yeniden kıza seslenmeye başladı:
"Küçük hanım, küçük hanım! Şimdi bir araba'çağıracağım ve sizi kendim götüreceğim. Ama nerde oturduğunuzu bilmiyorum ki... Söyler misiniz, nerde oturuyorsunuz?"
Kız yeniden ellerini sallayarak:
"Defolun be!.." diye söylendi.
"Ah, ne kadar ayıp, ne kadar ayıp, küçük hanım!" Utanma, acıma, hoşnutsuzluk doluydu polisin sesi. Bir yandan da başını sallıyordu. Sonra Raskolnikov'a dönerek: "Al sana bir sorun!" dedi. Gözucuyla da delikanlıyı tepeden tırnağa süzüyordu. Besbelli o da tuhaf görünmüştü gözüne: hem paçavralar içindeydi, hem de çıkarıp yirmi köpek veriyordu!..
"İlk nerde gördünüz onu? Burdan epey uzakta mı..?"
"Söyledim ya size, burada, şu caddede, önümden, sallana sallana gidiyordu. Tam sıranın yanına gelince, yığılıp kalakaldı."
"Aman yarabbi!.. Utanmazlık almış yürümüş dünyada meğerse!.. Şuncacık kız... Ama nasıl da sarhoş! Besbelli şey yapmışlar onu... Baksanıza, entarisi nasıl yırtılmış! Çirkeflik aldı yürüdü..! Düşmüş iyi bir aile kızı belki de... Bugünlerde pek çoğaldı böyleleri. Görünüşüne bakarsan nazlı büyütülmüş bir kız, tam bir küçük hanım.".."
Ve polis yeniden kızın üzerine eğildi. Belki onun da böyle "nazlı ve tam bir küçük hanım" izlenimi bırakan ve davranışlarında iyi terbiye almış olmanın ve çeşitli modaların izlerini taşıyan kızları, vardı...
Raskolnikov'sa, adamdan yana telaşlıydı:
"En önemlisi, su alçağı saf dışı bırakmak! Her an bir kötülük edebilir kıza! Niyetinin ne olduğu apaçık ortada. Baksanıza buradan bir türlü ayrılmak bilmiyor!"
71
Raskolnikov bağıra bağıra konuşuyor ve eliyle doğruca adamı gösteriyordu. Raskolnikov'un sözlerini duyan adam yeniden kavga edecek gibi oldu, ama sonra vazgeçti. Raskolnikov'a aşağılayıcı bir bakış fırlatarak, on adım kadar ilerleyip yeniden durdu.
"O adamı halletmek kolay" dedi polis düşünceli düşünceli. "Ama bu, kendisini nereye götüreceğimizi söylemiyor ki... Yoksa..." Yeniden kızın üzerine eğildi. "Küçük hanım, küçük hanım!..."
Kız birden gözlerini açtı, ne olup bittiğini anlıyormuş gibi dikkatle çevresine bakındı, sonra sıradan kalkıp geldiği yöne doğru yürümeye başladı. Yine elini genişçe sallayarak:
"Tuh, utanmazlar!" diye söylendi. "Nasıl da asılıyorlar!.." Hızlı ama yine yalpalayarak yürüyordu. Şık giyimli adam da, gözlerini ondan ayırmaksızın yolun karşı tarafından onu izlemeye başladı.
Polis kesin bir tavırla:
"Hiç üzülmeyin, izin vermeyiz ona" dedi ve onların ardı sıra yürümeye başladı. Sonra içini çekerek ekledi. "Utanmazlık almış yürümüş meğerse..!"
Bu anda Raskolnikov'u birdenbire değiştiren bir şey oldu; sanki bir iğne batmış, ya da birşey ısırmıştı delikanlıyı. "Hey, baksanıza!" diye bağırdı polisin arkasından. Polis dönüp baktı.
"Bırakın! Size ne? Bırakın gitsin! (Eliyle şık adamı gösterdi) Bırakın o da neşesini bulsun! Size ne ki karışıyorsunuz?"
Polis hiçbir şey anlamamıştı, gözlerini ayırmış Raskolnikov'a bakıyordu. Raskolnikov ise gülmeye başlamıştı.
"Tövbe, tövbe!" diye söylenen polis elini salladı ve kızla şık adamın peşi sıra yürümeye devam etti. Raskolnikov'u bir kaçık ya da bundan da kötü bir şey sanmıştı besbelli.
"Yirmi köpeğimi de götürdü", diye söylendi Raskolnikov öfkeyle; orada bir başına kalmıştı. Ötekinden de alsın oldu olacak bir miktar para ve kızı da kendine teslim etsin; böylece is burada biter hiç değilse... Ne demeye yardıma kalkıştım ki? Bana mı kalmış yardım etmek! Hem yardıma hakkım var mı? Varsın çiğ
72
çiğ yesinler birbirlerini, bana ne! Ve hangi cesaretle verdim yirmi köpeğimi? Benimmiş gibi bu para sanki?"
Böyle söylenmesine karşın yine de içinde bir ağırlık duydu. Boş kalan sıraya oturdu. Kafası karmakarışıktı. Şu anda, değil bu konu, başka herhangi bir şey de düşünebilecek durumda değildi. Kendinden geçmek, her şeyi unutmak, sonra uyanıp yeni bir yaşama başlamak istiyordu.
Sırada kızın az önce oturmakta olduğu köşeye bakarak:
"Zavallı kız!" diye söylendi. Kendine gelecek, ağlayacak, sonra annesi öğrenecek işi... Önce bir güzel dövecektir, sonra aşağılayacak, acımasızca kırbaçlayacak, belki de evden kovacaktır... Kovmasa bile, nasıl olsa onun kokusunu alacak Darya Frantsovna'lar çıkacak ve kızcağızı bildikleri yola sokacaklardır... Sonra, çok geçmeden hastaneye (annelerinin yanında namuslu görünüp gizliden gizliye bu işi yapanlarda hep olduğu gibi), sonra... yine hastaneye, derken şarap... meyhane... ve yine hastane... Iki üç yıla kalmadan da kötürüm olup çıkacak; onsekiz, bilemedin ondokuz yaşında sönüp gidecek hayatı... Görmedim mi ben böylelerini? Gördüm. Nasıl düşmüşlerdi onlar bu duruma? Hep aynı şekilde... Tuh! Ama boş ver! Demek ki böyle olması gerekiyor... Demiyorlar mı zaten, her yıl belli bir yüzde harcanmalıymış ki, geri kalanlara engel olunmasın, rahat edebilsinler... Yüzde , ha!.. Yüzde!.. Doğrusu, görkemli bir sözcük! Hem yatıştırıcı, hem bilimsel! "Yüzde" deyiverdin miydi, akan sular durur; korkacak bir şey yok demektir artık... "Yüzde" yerine başka bir sözcük kullanılıyor olsaydı, böylesine tedirginlikten uzak olunmazdı herhalde... İyi ama, ya Duneçka da, buna değilse bile, bir başka yüzdenin içine giriverirse?..
. Raskolnikov birden durdu. "Hay Allah, ben nereye gidiyordum?" diye düşündü. "Besbelli, bir şey için çıktım-ben dışarı... Evet/mektubu okur okumaz kendimi dışarı atmıştım... Vasilyev adasına gidecektim. Razumihin'e... Şimdi anımsıyorum. İyi ama, neden? Razumihin'e gitme de nerde çıktı simdi? Çok tuhaf
doğrusu!"
Kendine şaşıyordu. Razumihin eski üniversite arkadaşlarından biriydi. Gerçekten şaşılacak şeydi. Raskolnikov'un üniversitedeyken
73
hemen hiç arkadaşı olmamıştı. Kimseyle görüşmez, herkesten uzak dururdu. Bu böyle olunca da kısa sürede herkes kendisinden yüz çevirmişti. Ne toplantılara, ne konuşmalara, ne eğlencelere katılırdı, hiçbir birliktelikte yer almazdı. Kendine acımaz, korkunç ders çalışırdı. Bu nedenle onu sayarlar, ama sevmezlerdi. Çok yoksuldu ve çok gururluydu. Hep içinde bir şeyler gizler gibiydi, kimseyle paylaşmazdı düşünce ve duygularını. Kimi arkadaşları onun, kendilerini hor gördüğünü düşünürlerdi; sanki çocuklarmış gibi hepsine yüksekten baktığını, bilgi, kavrayış, inanç yönünden hepsini geride bırakmışçasına, onları küçük gördüğünü, inançlarını, çıkarlarını horladığını düşünürlerdi.
Ama işte Razumihin'le dost olmuştu, daha doğrusu dostluk değil de, dostça bir ilişkiydi bu. Onunla açık konuşur, düşünce ve duygularını paylaşırdı. Zaten Razumihin'le başka tür bir ilişki kurulamazdı. Son derece neşeli, herkesle kolayca kaynaşan, saf denecek denli temiz bir delikanlıydı. Ama bu saflığın altında bir derinlik, bir erdemlilik gizliydi. Yakın arkadaşları da bunu bilirler, onu özellikle bu nedenle severlerdi. Gerçekten de kimilerine aptal denilecek denli saf görünmesine karşın, hiç de aptal değildi. Dış görünüşü de dikkat çekiciydi: uzun boylu, zayıf, kapkara saçlı, kötü traşlıydı. Arada bir kavga gürültü çıkarır, böyle durumlarda pehlivan olur çıkardı. Bir gece arkadaşlarıyla dolaşırken çam yarması bir polisi bir yumrukta yere oturtmuştu. Sonsuz derecede içki içebilir, ama hiç içmeden de durabilirdi; bazen aşırı denilebilecek yaramazlıklar yapar, ama son derece uslu da olabilirdi. Razumihin'in .olağanüstü bir yanı da başarısızlıklar karşısında öfkeye kapılmaması, en güç koşullar altında bile yılıp gerilememesiydi. Bir dam üzerini ev olarak kullanıp burada yatıp kalkabilirdi; açlığın, soğuğun en dayanılmazına katlanabilirdi. Çok yoksuldu, kimseden yardım görmez, bulduğu birtakım işlerde çalışıp kazandığı parayla geçinirdi. Bir yıl bütün kışı odasını ısıtmadan geçirmiş ve bunun hiç de fena bir şey olmadığını, soğukta daha iyi uyunduğunu ileri sürmüştü. Şu sıralarda da parasızdı ve kısa bir süre için üniversiteden ayrılıp, öğrenimini sürdürebilmesini sağlayacak parayı kazanmanın
74
peşine düşmüştü. Raskolnikov dört aydır uğramıyordu ona, Razurmhin ise onun evini bilmiyordu. Iki ay kadar önce bir gün yolda karşılaşmışlar, ama Raskolnikov başını çevirmiş, dahası görünmemek için yolun karşı yanına geçmişti. Razumihin'se onu görmüş, ama dostunu rahatsız etmemek için görmezden gelmişti.
Uzun uzun düşünen Raskolnikov sonunda anımsamıştı: "Gerçekten de geçenlerde Razumihin'den ders vereceğim bir öğrenci ya da başkaca herhangi bir iş bulmasını istemeyi düşünmüştüm... Ama nasıl yardım edecek ki bana? Diyelim ders buldu, diyelim, eğer varsa, elindeki parayı son köpeğine dek benimle paylaştı ve ben derslere gidebilecek bir kılık uydurdum bu parayla, çizme falan satın aldım, peki ama ya sonra? Üç beş köpekle ne yapabilir insan? Bu mu şimdi bana gerekli olan? Razumihin'e gitmeye kalkışmam gülünç bir şey..."
Şu anda Razumihin'e gitmekte olması sorunu, birdenbire bu sorunun boyutlarını aşmış ve onu çok korkutmaya başlamıştı. Son derece doğal görülebilecek bu davranışında Raskolnikov, büyük bir tedirginlikle, kendisi için uğursuz birtakım anlamlar bulmaya çalışıyordu.
Şaşkınlık içinde, "Ne yani," diye soruyordu kendi kendine, "içinde bulunduğum çıkmazdan Razumihin'e gitmekle mi kurtulacağım? Razumihin mi kurtaracak beni?"
Düşünüyor, alnını buruşturuyordu, ama işte uzun düşüncelerden sonra birdenbire, sanki kendiliğinden, çok tuhaf bir düşünce geldi aklına:
"Hımm... Razumihin'e... -sanki kafasındaki kargaşa son bulmuştu, öyle sakindi.- Evet. Razumihin'e gideceğim, buna hiç kuşku yok... Ama şimdi değil... Razumihin'e, o iş bittikten sonra gideceğim, hemen ertesi günü... O iş bitip de her şeyin yepyeni bir yola girmesinden sonra..."
Birden ayıldı.
75
"O iş mi?" diye haykırdı oturduğu sıradan hoşlanarak. "Olacak mı o iş? Olabilir mi?"
Sıradan fırlayıp kalktı ve koşarcasına yürümeye başladı. Niyeti geri dönüp eve gitmekti, ama eve dönmeyi birden çok iğrenç buldu: ev... orada, o korkunç dolapta olgunlaşmamış mıydı bu düşünce kafasında? Bir aydır..? Rastgele yürümeye başladı.
Sinirli titreyişi yerini sıtma titreyişine bıraktı, dahası, bütün vücudu titremeye başladı, bu sıcakta üşüdüğünü duydu.
Bir iç zorlamayla, ama bilinçsizce, rastladığı her şeyi incelemeye başladı, böylece kendini oyalamak istiyor
gibiydi. Ama başaramıyordu, oyalanması bir an sürüyor, yine eski düşüncelerine gömülüyordu. Titreyerek başını kaldırıp çevresine bakındığında, ne o anda ne düşünmekte olduğunu, ne de o sırada nereden geçmekte olduğunu ayrımsayabiliyordu. Bütün Vasilyev Adasını, Küçük Neva'yı, köprüyü böyle geçti. Ada yoluna saptı. Şehrin tozuna toprağına, birbirine girmiş, sıkışık, kocaman evlerine alışmış yorgun gözlerine, şu an içine girdiği yeşillik ve serinlik önce hoş göründü. Burada ne boğucu hava, ne pis kokular, ne de meyhaneler vardı. Ama bu yeni ve hoş duygular çok kısa sürdü, bir anda yeniden sinirli, tedirgin buldu kendini. Arada bir yeşillikler içine gömülmüş bir daçanın önünde duruyor, çitler arasından uzakta, balkonlarda, teraslarda güzel giyimli kadınlarla, bahçede koşuşan çocukları seyrediyordu. Çiçekler özellikle ilgisini çekiyordu, her şeyden çok çiçeklere bakıyordu. Lüks arabalara, ata binmiş kadınlara, erkeklere rastlıyordu, bunları meraklı gözlerle izliyor, ama daha gözden yitmeden hepsini unutuveriyordu. Bir ara durdu ve paralarını saydı, otuz köpeğe yakın parası vardı. "Yirmi polise, üç de mektup için Nastasya'ya, demek ki dün Marmeladov için kırk yedi, ya da elli köpek harcamışım. Paralarını saymasının herhalde bir nedeni vardı, ama o, paralarını cebinden niçin çıkardığını da, niçin saydığını da çabucak unutmuştu. Bir aşçı dükkânının önünden geçerken anımsadı paralarını niçin saydığını, acıkmıştı. İçeri girdi, bir kadeh votka içti, bir börek yedi. Böreğini dışarda bitirdi. Epeydir votka içmemiş olduğu için, içtiği bir küçük kadeh çabucak etkilemişti onu. Ayakları ağırlaştı, güçlü bir uyku isteği
76
duydu. Dönüp evine doğru yürümeye başladı, Petrovskiy Adası'na vardığında iyice bitkinlestiğini duydu, yoldan sapıp çalılar arasına daldı, çimenler üzerine uzandı ve derin bir uykuya daldı.
Hastalıklı durumlarda görülen düşlerin, belirginlik, açıklık, canlılık ve gerçeğe çok uygun oluş gibi özellikleri vardır. Bazan son derece korkunçtur tablo, ama ortam ve tüm düşünce tasarım süreci öylesine gerçeğe uygun, sanat yönünden tüm tablo ile uyuşan öylesine ince ve beklenmedik ayrıntılarla doludur ki, düşü gören kişinin, Puskin, Turgenyev gibi bir sanatçı bile olsa, uyanıkken böylesine bir tabloyu uydurabilmesi olanaksızdır. Hastalıklı düşlerdir böylesi düşler, uzun süre unutulmazlar ve düş sahibinin zaten hastalıklı olan yapısı üzerinde derin izler bırakırlar.
Raskolnikov korkunç bir düş gördü. Çocukluğuydu düşünde gördüğü. Raskolnikov yedi yaşında... Bir bayram günü, akşama doğru babasıyla birlikte kent dışında dolaşmaya çıkıyor. Hava kapalı, boğucu bir sıcak var. Görünüm, tam belleğinde kalan görünümdür, hatta şu anda düşünde gördüğü, belleğindekinden daha canlı. Kasaba, ötede çırılçıplak görünüyor, çevrede tek bir ağaç bile yok; çok uzaklarda, yerle göğün birleştiği çizginin oralarda küçük bir orman karartısı görülüyor. Kasabanın son evinden birkaç adım ötede bir meyhane var, büyük bir meyhane, babasıyla yürüyüşe çıktıklarında önünden her geçişinde üzerinde tatsız duygular uyandıran, dahası onu korkutan bir meyhane bu. Her zaman kalabalık, her zaman bağırıp çağıran, kahkahalarla gülen, söven, kısık sesle açık saçık şarkılar söyleyen, sık sık dövüşen insanlarla dolu, korkunç suratlı sarhoş birtakım insanlar dolaşır çevresinde... Dolaşırken bunlara rastladılar mı, Raskolnikov babasına sımsıkı sarılır, bütün vücudu titrer. Meyhanenin önünden geçen uyduruk yol hep tozludur ve nedense siyahça bir tozdur bu- Yol, kıvrılarak uzanır ve üç yüz adım kadar ilerde, sağa, kasabanın mezarlığına döner. Mezarlığın ortasında, yeşil kubbeli, tastan bir kilise vardır. Raskolnikov anne ve babasıyla birlikte yılda birkaç kez buraya gelir ve yüzünü bile görmediği büyük annesi için yapılan ayine katılırdı.
77
Kiliseye gelişlerinde beyaz bir peçeteye sarılı bir tabak içinde bir de kek getirirlerdi. Pirinç ve şekerden yapılan bu kekin üzerinde kuru üzümlerden yapılmış bir haç olurdu. Raskolnikov bu kiliseyi, buradaki eski, kutsal resimleri ve titrek başlı yaşlı papazı severdi. Üzerine bir taş dikili olan büyük annenin mezarı yanında bir de küçük mezar vardı. Raskolnikov'un daha altı aylıkken ölen küçük kardeşinin mezarıydı bu. Anımsamıyordu Raskolnikov kardeşini. Ama ona küçük bir kardeşi olduğunu söylediklerinden beri, mezarlığı her ziyaretlerinde, kardeşinin mezarı basında eğilir, yattığı yeri öper ve saygıyla haç çıkarırdı. Gördüğü düş şuydu:
babasıyla mezarlık yolunda yürüyorlar. Meyhanenin önünden geçerken korkuyla babasının elinden tutuyor ve meyhaneden yana bakıyor. Bir tuhaflık çekiyor dikkatini: bu kez içerde sanki büyük bir eğlenti var. Cicili bicili giyinmiş tüccar karıları, köylü karıları, bunların kocaları ve aşağı tabakadan daha bir sürü insan doldurmuş meyhaneyi. Hepsi sarhoş, hepsi şarkı söylüyor. Meyhanenin kapısı önünde bir de araba var. Ama tuhaf bir araba bu. İri kadanaların kosulduğu, ağır yük ve şarap fıçıları taşımaya yarayan arabalardan. Raskolnikov bu uzun yeleli, kalın bacaklı güçlü atları seyretmeye bayılırdı: ölçülü adımlarla sakin sakin yürürler ve yüklüyken, yüksüz olduklarından daha rahatlarmış gibi arabaya yığılmış olan dağ gibi yükü hiç zorlanmadan çekerlerdi. Ama şimdi tuhaf şey, bu koca arabaya çelimsiz, açması bir köylü beygiri koşulmuştu; demirkırı bir lagar. Büyücek bir odun ya da saman yükü altında , güçsüz güçsüz
ilerlemeye çalıştıklarını çok görmüştü Raskolnikov bu atların. Hele araba çamura ya da araba tekerlerinin derinleştirdikleri izlere düştüğü zaman iyice güçten düşerler, bu nedenle de mujiklerin acımasız kamçıları şaklardı üzerlerinde. Bazan iyiden acımasız olurdu mujikler, kamçıyı hayvanın yüzüne, hatta gözlerine vururlardı. Çok sevdiği, çok acıdığı hayvanların bu durumu Raskolnikov'u öylesine üzerdi ki, ağlayacak gibi olur, annesi de onu hemen pencereden uzaklaştırırdı. Birden meyhanede bir gürültü koptu; kırmızılı mavili gömlekler giymiş, ceketleri omuzlarında, iri yarı birtakım mujikler, iyice sarhoş, naralar atarak, şarkılar söyleyerek balalayka çalarak meyhaneden
78
dışarı fırladılar. Havuç gibi kırmızı suratlı kalın enseli, gençten bir mujik:
"Hadi herkes binsin!" diye bağırdı. "Herkes binsin, hepinizi götüreceğim!"
Bir anda herkes gülmeye, bağrışmaya başladı:
"Bu lagar mı çekecek bizi?"
"Mikolka, aklını mı kaçırdın aslanım sen? Bu dangalak kısrak bu arabaya koşulur mu hiç?"
"Kardeşler, bu demirkın hiç yoksa bir yirmi yaşında var!"
Herkesten önce arabasına atlayan Mikolka:
"Binin!" diye bağırdı. "Hepinizi götürecek!"
Dizginleri eline almış, olanca heybeliyle öne dikilmişti.
"Doruyu Matvey aldı. Bu namussuza gelince, canıma tak ettirdi artık! Boşuna arpa tüketip duruyor, gebertmek en iyisi. Binin diyorum size! Dörtnala koşturacağım! Koşacak, hem öyle bir koşacak ki!"
Kısrağı hevesle dövmek için kamçısını kaldırdı. Kalabalıktan yine kahkahalar yükseldi.
"Binin millet, ne duruyorsunuz! Baksanıza dörtnala koşturacağım diyor!"
"Ne dörtnalası yahu? Bu hayvanın en aşağı on yıldır tırısa bile kalktığı yoktur!" "Koşacakmıs ya!"
"Acımayın kardeşler, herkes eline bir kamçı alıp hazırlansın!"
"Vurun anasını satayım!"
Güle şakalaşa arabaya doluştular. Altı kişi binmişti, ama arabada daha yer vardı. Aralarına şişman, al yanaklı, sırtında koyu bir sarafan, başında kenarı işlemeli bir başlık, ayaklarında da kaba kunduralar bulunan bir de kadın almışlardı. Kadın ağzında fındık çıtlatıyor, arasıra da gülüyordu. Aslında herkes gülüyordu. Doğrusu, gülünmeyecek gibi de değildi durum: derisi kemiğine geçmiş su acınası beygir, arabayı dolduran bunca insanı dörtnala götürecekti! Iki delikanlı da Mikolka'ya yardım etmek için ellerine birer kırbaç almışlardı. Derken, "Deh!" diye bir ses duyuldu. Lâğarcık bütün gücüyle asıldı, ama dörtnal şurada
79
dursun, adî yürüyüşe bile kalkamadı. Ayak değiştirir gibi küçük, kısa adımlarla olduğu yerde sayıyor, sırtında ardı ardına saklayan kırbaçlar altında inliyor, bacakları bükülüyordu. Arabadakilerin de, dışardan durumu seyredenlerin de gülüşleri bir kat daha artmıştı. Mikolka iyice kızmıştı, kısrağının dörtnala koşacağına gerçekten de inanıyormuş gibi büyük bir öfkeyle ardarda indiriyordu kamçısını.
Kalabalık arasından bir delikanlı da arabadakilere imrenmişti:
"Bırakın, ben de bineyim kardeşler!" diye bağırıyordu.
Atını habire kamçılayan ve artık neyle döveceğini bilemeyecek hale gelen Mikolka da bağırıyordu:
"Binin! Herkes binsin! Hepinizi çekecek! Geberteceğim onu!"
."Babacığım, babacığım, ne yapıyor bunlar!" diye bağırdı Raskolnikov: "Nasıl da dövüyorlar zavallı atı!.."
"Gidelim, hadi gidelim buradan dedi babası. Sarhoş bunlar. Eğleniyorlar akıllarınca. Bakma o yana. Gidelim buradan!"
Ve uzaklaştırmak istedi Raskolnikov'u oradan. Ama o babasının elinden kurtulduğu gibi, kendinden geçmişçesine ata doğru koşmaya başladı. Zavallı beygircik perişan durumdaydı. Soluğunu tutup bir an duraklıyor, sonra yine asılıyordu arabaya. Ama her seferinde yere kapaklanacak gibi oluyordu.
"Gebertin!" diye bağırıyordu Mikolka. "Artık yeter! Geberteceğim!"
Kalabalık arasından yaşlı bir adam da Mikolka'ya bağırdı.
"Sen Hıristiyan değil misin, mendebur!"
"Böyle bir atcağızın, böyle bir yükü çektiği nerde görülmüş?" diye ekledi bir başkası.
Bir üçüncüsü: "Öldüreceksin ulan!" diye bağırdı.
"Sana ne! Mal benim!.. Ne istersem yaparım. Daha binin, herkes binsin! Ne pahasına olursa olsun dörtnala kalkmasını istiyorum!.."
Birden müthiş bir kahkaha tufanı koptu ve bütün gürültüleri bastırdı. Üzerinde ardarda şaklayan kırbaçlara dayanamayan zavallı kısrak, o perişan haliyle çifte atmaya başlamıştı.Mikolka'ya bağıran yaşlı adam bile kendini tutamayıp güldü. Nasıl gülmezsin: ayakta zor duran bir beygir sağa sola çifte atıyor!
Derken kalabalık arasından iki genç koptu ve ellerinde birer kırbaç her biri atın bir yanına geçip böğürlerine vurmaya başladılar.
Mikolka bağırıyordu:
"Suratına vurun! Gözlerine gözlerine şöyle!.."
"Haydi bir şarkı söyleyelim kardeşler!" dedi arabadakilerden biri ve hep birlikte aşağılık bir şarkı tutturdular. Kimi ıslıkla eşlik ediyordu şarkıya. Bu arada bir de tef sesi duyulmaya başlamıştı. Köylü karı habire fındık kırıyor, gülüyordu.
Raskolniköv atın yanına koştu, öne geçti. Hayvanın gözüne nasıl vurduklarını gördü. Ağlamaya başladı. Yüreği kabarıyor, gözlerinden yaslar bosanıyordu. Bu arada kamçılardan biri yüzüne çarptı; ama o hiçbir şey duymamıştı, ellerini uğuşturuyor, bağırıyordu. Başını sallayıp bütün bunları kınayan aksaçlı, ak-sakallı yaşlı adama doğru koştu. Kalabalıktan bir köylü kadın elinden tutup onu uzaklaştırmak istedi, ama o, kadının elinden kurtulup yeniden atın yanına koştu. Hayvan son gücünü harcamaktaydı artık, ama birden yeniden çifte atmaya başladı.
Öfkeden çılgına dönen Mikolka:
"Geberteceğim seni mendebur hayvan!" diye bağırdı. Kamçısını atıp eğildi ve arabanın dibine uzatılmış olan ağır, uzun yedek araba okuna sarıldı; iki eliyle tuttuğu oku güçlükle demirkırı kısrağın başı üzerinde kaldırdı.
Çevreden bağrışıyorlardı:
"Boynunu kıracak!"
"Öldürecek!"
Mikolka da bağırıyordu:
"Mal benim değil mi? İster öldürürüm, ister..."
Ve oku olanca gücüyle hayvanın üzerine indirdi. Boğuk bir ses duyuldu.
Kalabalık arasından sesler yükseliyordu.
"Ne duruyorsunuz millet! Kamçılasanızal."
Mikolka ise koca araba okunu zavallı lagarın üzerinde yemden kaldırmış ve yeniden olanca gücüyle indirmişti. Bu vuruşla
81
hayvan olduğu gibi art ayakları üzerine çöküverdi. Ama birden doğruldu ve gösterebileceği son çabayla sağa sola saldırmaya başladı. Ama dört yanındaki tam altı kırbaç göz açtırmadı hayvana. Öte yandan Mikolka da araba okunu yeniden havaya kaldırmıştı, üçüncü, derken dördüncü kez olanca ağırlığıyla indi ok beygirin sırtına. Mikolka bu işi bir vuruşta bitiremediği için kudurmuş gibiydi.
"Amma çıkmaz canı varmış ha!.." diye bağırıyorlardı çevreden.
Meraklının biri de: .
"Öyle ama, bu kez yüzde yüz yıkılacak dedi." Sonu geldi artık, kardeşler! Bir başka meraklı:
"Baltayla bir vuruşta bitirilir bunun isi!" dedi.
Mikolka öfkeyle:
"Şimdi hapı yuttun iste! Açılın hele!" dîye bağırdı, sonra araba okunu elinden fırlatıp yeniden arabanın içine eğildi ve bu kez bir demir küskü çıkardı.
"Değmesin millet" diye bağırıp kuşkuyu var gücüyle hayvanın sırtına indirdi.
Boğuk bir çatırtı çıktı. Zavallı lagar şöyle bir sallandı, sonra arka ayakları üstüne yığıldı. Arabayı çekmek için son bir çaba göstermek istediği sırada demir küskü yemden, olanca şiddetiyle sırtına indi. Zavallı beygir, dört ayağını birden kesmişler gibi olduğu yere yığılıverdi.
"Iyice bitirelim şunun işini!" diye bağıran Mikolka kendinden geçmişçesine arabadan atladı.
Içkiden suratları kıpkırmızı birkaç sarhoş delikanlı daha ellerine geçen kamçı, sopa, araba oku gibi şeylerle can çekişmekte olan beygire vurmaya başladılar. Mikolka yanda duruyor ve elindeki demir kuşkuyu boş yere hayvanın sırtına indiriyordu. Lagar başını uzatmış, güçlükle soluyordu, az sonra da son nefesini verdi.
Kalabalık arasından sesler duyuluyordu:
"Öldürdü işte!"
"Hani dörtnala koşacaktı?"
82
Mikolka ise, elinde küskü, gözleri kan çanağına dönmüş, öylece duruyor ve:
"Malbenimdi!" diye söyleniyordu.
Çevresinde öldürebileceği başka bir şey kalmamış olmasına üzülüyor gibiydi.
Kalabalıktan sesler:
"Sen gerçekten de Hıristiyan değilmişsin!" diye bağırdılar Mikolka'ya. Bu kez bağıranlar daha çoktu.
Bu arada zavallı çocuk kendini yitirmiş gibiydi. Bir çığlık atıp, kalabalığı yararak beygire doğru koştu, onun kan içindeki başına sarılıp, gözlerinden, dudaklarından öpmeye başladı. Sonra birden öfkeyle yerinden fırladı, küçücük yumrukları sıkılı, Mikolka'nın üzerine atıldı. Epeydir oğlunun ardından koşup duran babası onu tam bu sırada yakaladı ve çekip kalabalıktan çıkardı.
"Gidelim artık oğlum, evimize gidelim!"
"Babacığım! Zavallı... Hayvanı... niçin... öldürdüler?"
Soluğu tutuluyor, göğsü daralıyor, sözcükler daralmış göğsünden hıçkırık olarak çıkıyordu.
"Sarhoş bunlar oğlum" dedi babası. "Eğleniyorlar işte... Bizi ilgilendirmez. Gidelim hadi!"
Küçücük kollarıyla babasını kucakladı, ama birden göğsü sıkıştı, soluk almak, bağırmak istedi ve uyandı.
Raskolnikov terden sırsıklam uyandı. Soluk soluğaydı. Yattığı yerden korkuyla doğruldu. Bir ağacın altına oturup derin derin soluyarak:
"Tanrıya şükür, yalnızca bir düşmüş! diye söylendi. Iyi ama anlamı ne bunun? Sakın bir nöbet başlangıcı olmasın? Tanrım, ne korkunç bir düştü!.."
Dövülmüş gibi ezik, yorgun duyumsuyordu kendini. Kafası karmakarışıktı, bir karamsarlık çökmüştü içine. Dirseklerini dizlerine dayayıp başını ellerinin arasına aldı.
"Olacak şey mi bu? diye söyleniyordu bir yandan da. Tanrım! Yapabilir miyim ben böyle bir şeyi? Baltayla kadının kafasını parçalamak, ılık, yapışkan kanlar içinde yüzerek, kilitler kırmak, hırsızlık etmek, tirtir titremek, elimde balta, kanlara bulanmış
83
olarak gizlenmek... Tanrım! Yapabilir miyim hiç ben böyle bir şeyi?"
Bunları söylerken tirtir titriyordu. Sonra doğruldu. Şaşkınlık içindeydi.
"Neler söylüyorum ben! Bütün bunlara katlanamayacağımı zaten bilmiyor muydum? Ne diye üzüp duruyorum böyle kendimi? Daha dün, deneme için gittiğimde kesinlikle anlamamış mıydım dayanamayacağımı? Öyleyse su anda ne oluyor bana? Ne diye kuşkulandım bugüne değin kendimden? Daha dün merdivenlerden inerken, bunun son derece aşağılık, iğrenç, alçakça, alçakça... bir şey olduğunu söylemiyor muydum? Düşüncesi bile tiksindirmiyor muydu, dehşete düşürmüyor muydu beni?.. Hayır, yapamam, dayanamam böyle bir şeye! Şu bir aydır yaptığım bütün hesaplar en küçük ayrıntısına dek doğru olsa bile, hiçbir şeyi unutmamış bile olsam, hayır... yapamam. Tanrım! Yapamam diyorum ama, neden hâlâ kararsızım? Yapamam, dayanamam diyorum ama neden hâlâ..."
Ayağa kalktı, nasıl olup da burada bulunduğuna şaşmış gibi çevresine bakındı ve "T..." köprüsüne doğru yürümeye başladı. Yüzü kireç gibi olmuştu, gözleri yanıyordu, her yeri sızlıyordu. Ama yine de daha rahat solumaya başlamıştı. Uzun süredir altında ezildiği korkunç bir yükten kurtulmuş gibiydi, içinde bir hafiflik, bir rahatlama duydu. "Tanrım!" diye yalvardı. " Sen bana yolunu göster! Ben o lanet olasıca hayalden vazgeçiyorum!"
Köprüyü geçerken sessiz, dingin Neva'yi, güneşin kızıl ışıklar içinde batısını seyretti. Bitkindi, ama yorgunluk duymuyordu. Yüreği bir aydır içinde ezildiği bir bukağıdan kurtulmuştu sanki. Özgürlük! Özgürlük!.. Artık büyülerden, büyücülerden, cinlerden, zebanilerden kurtulmuştu!
Sonraları Raskoinikov bu günleri, bu günlerde başına gelenleri dakikası dakikasına, noktası noktasına anımsadığı zaman, son derece sıradan bir olayı neredeyse bir kör inanç şeklinde, alınyazısını belirleyen şey olarak nitelendirmişti. Bu olay şuydu: Böylesine yorgun, bitkin olduğu halde, evine en kestirme yoldan değil de, Samanpazarı'ndan dolaşarak gitmişti. Niçin bu yolu seçtiğini bir türlü anlayamıyor, açıklayamıyordu. Gerçi iki yol
84
arasında öyle fazlaca bir fark yoktu, ama yine de gerekmediği halde, şurada kestirme yol dururken kendisi uzun olan yolu seçmişti. Aslında evine dönerken geçtiği yolları çoğu kez anımsamazdı. Ama şimdi soruyordu: Geçmesi için hiçbir gerekliliğin, hiçbir zorunluluğun bulunmadığı Samanpazarı'ndaki bu tümüyle rastlantısal karşılaşma, neden bir başka zaman değil de şimdi, yaşamının böyle bir anında, alınyazısı üzerinde en güçlü, en belirleyici etkinin ancak böylece oluşabileceği bir ruhsal durumdayken gerçekleşmişti? Sanki bile bileydi her şey!
Samanpazarı'ndan geçtiğinde saat dokuza geliyordu.
Dükkânlardaki, barakalardaki, kayıklardaki satıcılar, ayaküstü tezgâh kurmuş olanlar, hepsi, tıpkı müşterileri gibi evlerine gitmeye hazırlanıyorlar, mallarını toparlayıp, dükkânlarını kapatıyorlardı. Bodrum katlarındaki aşçı dükkânları çevresinde, Samapazarı'nın o pislik içindeki dayanılmaz kokulu avluları
dolaylarında, en çok da meyhanelerin çevresinde her türden esnaf,
. sanatkâr, tüccar, serseri dolaşıyordu. Raskoinikov sokağa çıkıp amaçsız dolaştığı günlerde, buralardaki ara sokakları çok severdi. Buralarda hiç kimse onun o dökülen kılığına küçümseyerek bakmazdı, kimsenin dikkatini çekmeden, kimsenin ayıplamasından korkmadan dilediğin gibi dolaşabilirdin buralarda. Alanı tam "K..." sokağına bağlayan yerde, köşede, bir karı-koca iki ayrı tezgâh üzerinde iplik, kurdelâ, mendil, basma gibi şeyler satarlardı. Onlar da evlerine gitmek üzereydiler, ama o sırada yanlarına gelen tanış bir kadınla konuşmaya dalmışlardı. Bu kadın Lizaveta İvanovna idi, ya da herkesin kısaca çağırdığı gibi, Lizaveta: Raskolnikov'un saatini rehine koymak ve deneme yapmak için dün ziyaretine gittiği çok küçük dereceden bir memurun dul karısı tefeci Alyona İvanovna'nın kızkardeşi Lizaveta İvanovna... Raskolnikov ne zamandır Lizaveta hakkında hemen her şeyi biliyordu. Hatta kadın da onu az çok tanırdı. Uzun boylu, hantal, ürkek, uysal, biraz aptal, otuz beş yaşlarında geçkince bir kızdı. Ablasının kölesi gibiydi; gece gündüz onun için çalışır, ondan çok korkar, hatta arada bir dayak atmasına bile boyun eğerdi. Elinde bir bohça, karı-koca satıcının önünde duruyor ve sessizce onları dinliyordu. Ateşli ateşli bir şeyler anlatıyordu
85
karı-koca kendisine. Bu karşılaşmada şaşılacak bir yan olmamasına rağmen, Raskolnikov kadını görünce, aşırı şaşkınlığa benzer bir duyguya kapıldı.
"Lizaveta İvanovna" diyordu satıcı adam bağıra bağıra, "kendiniz karar verin bu işe siz!.. Yarın yedi gibi gelin. Onlar da bizde olurlar..."
Liza kararsız, düşünceli:
"Yarın mı?" dedi uzata uzata.
Satıcının karısı yaman bir kadındı. Bir çırpıda:
"Alyona İvanovna da sizi iyi korkutmuş hani!" dedi. "Bakıyorum, çocuk gibisiniz. Üstelik öz ablanız bile değil kendisi. Ama sizi dileğince yönetiyor."
"Bu kez Alyona İvanovna'ya hiçbir şey söylemeyin" diye satıcı kadının kocası söze girdi. "Benim size vereceğim öğüt bu. Ona haber vermeden, ondan izin istemeden gelin bize. Sizin çıkarınıza olacak bir iş bu. Daha sonra ablanız da bunun böyle olduğunu anlayacak."
"Gelsem mi acaba?"
"Yarın... Saat yedi gibi... Onlar da bizde olacaklar. Kendiniz karar verin artık bu işe!"
"Semaveri de yaktık mıydı..." diye ekledi satıcının karısı.
"Olur, gelirim" dedi Lizaveta. Hâlâ düşünceli, kararsızdı. Sonra yürümeye başladı.
Raskolnikov bu sırada yanlarından geçmiş bulunuyordu ve konuşmanın gerisini duyamamıştı. Konuşmalarının bir kelimesini bile kaçırmamaya çaba göstererek, belli etmeden, ağır ağır geçmişti önlerinden. İlk şaşkınlığı yerini korkuya bırakmıştı. Hiç beklemediği bir anda, birdenbire ve tümüyle rastlantısal olarak, yarın aksam saat tam yedide, kocakarının kızkardeşi, biricik can yoldaşı Lizavefa'nın evde olmayacağını, böylece de kocakarının büyük olasılıkla evde tek basına olacağını öğrenmiş oldu.
Bulunduğu yerden evine birkaç adımlık bir yol kalmıştı. Ölüme yargı giymiş biri gibi girdi odasına. Hiçbir şey düşünmüyordu, düşünecek durumda da değildi. Ama artık ne yargılama, ne irade özgürlüğüne sahip olduğunu, her şeye bütünüyle
86
karar verilmiş bulunduğunu birdenbire ve bütün varlığıyla duydu.
Hiç kuşku yok ki, tasarısını uygulamak için yıllarca elverişli bir fırsat kollamış olsaydı bile, aklından geçenleri başarıyla sonuçlandırmak bakımından, şu anda birdenbire karşısına çıkandan daha güvenilir bir fırsat çıkması olanaksızdı. Öldürülmesi tasarlanan falanca kişinin, yarın filan saatte evinde yalnız olacağını, kuşku uyandırabilecek herhangi bir soruşturmayı gerektirmeden, büyük bir kesinlikle ve doğru olarak öğrenebilmek, doğrusu az şey değildi.
VI
Birkaç gün sonra satıcıyla karısının Lizaveta'yı evlerine neden çağırdıklarını da öğrendi. Hiçbir olağanüstü yanı bulunmayan, son derece sıradan bir durum vardı ortada. Dışardan gelme, yoksul düşmüş bir aile, bazı kadın eşyalarını satıyordu. Pazarda satmak hesaplı olmadığı için, bunları satabilecek bir kadın arıyorlardı. Lizaveta da bu işlerle uğraşıyordu: sattıklarından komisyon alırdı. Oldukça deneyimliydi bu alanda. Çok dürüsttü, her zaman son fiyatı söyler ve mal onun söylediği fiyattan satılırdı. Demin de dediğimiz gibi az konuşurdu, sessiz, ürkek bir kadındı...
Ama Raskolnikov son zamanlarda körinançlı biri olup çıkmıştı. Bunun izleri sonraları da silinmeden öylece kaldı kendisinde. Bütün bu olup bitenlerde hep gizemli birtakım etkiler, şaşılası rastlantılar görmeye eğinik oldu. Daha kışın, Pokoryev adında, tanıdığı bir öğrenci, Harkov'a giderken, söz arasında, eğer rehine bir şeyler bırakmak isterse, Alyona İvanovna adında bir rehinci kocakarı olduğunu söyleyerek, adresine
vermişti. Raskolnikov derslerden aldığı parayla iyi kötü idare edip gittiği için uzun süre kadına başvurmak gereğini duymamıştı. Bir buçuk ay kadar önce Pokoryev'in verdiği adres aklına geldi; rehine bırakılabilecek bir iki şey vardı elinde; bunlar, babasından kalma gümüş bir saatle, evden ayrılırken kızkardesinin anı olarak kendisine armağan ettiği, üzerinde üç küçük kırmızı tas bulunan
87
altın bir yüzüktü. Önce yüzüğü götürmeye karar verdi ve verilen adrese gidip kocakarıyı buldu. Rehinci kadın üzerine doğru dürüst hiçbir ilgisi olmamasına karşın, daha ilk görüşünde kadına karsı önlenemez bir tiksindi duydu içinde. Yüzüğe karşılık kadından "iki kağıt" almış, dönerken berbat bir meyhaneye uğramıştı. Bir çay söyleyip oturmuş ve düşünmeye dalmıştı. Tıpkı bir civcivin yumurtadan baş uzatması gibi, onu fazlasıyla meşgul eden bir düşünce belirmeye başlamıştı kafasında.
Hemen yanıbaşındaki bir başka masada hiç tanımadığı, sonradan da anımsayacağı bir öğrenci ile genç bir subay oturuyordu. Birlikte bilardo oynamışlar, şimdi de çay içiyorlardı. Raskolnikov birden öğrencinin tefeci Alyona İvanovna'dan sözettiğini ve subaya kadının adresini verdiğini duydu. Bu kadarı bile Raskolnikov'a şaşılacak bir şey gibi göründü: kendisi şu anda oradan geliyordu ve şu işe bakın burada da tefeci kadından sözediliyordu. Kuşkusuz bu bir rastlantıydı, ama o kendini şu anda son derece olağanüstü bir etkilenim içinde duyarken, bir başkası sanki önün üzerine üzerine varıyordu: öğrenci birdenbire arkadaşına Alyona İvanovna üzerine ayrıntılı bilgiler vermeye başlamıştı:
"Iyi kadındır, kendisinden her zaman para alınabilir. Müthiş zengindir, bir çırpıda beş bin ruble verebilir, ama bir rublelik bir rehini de geri çevirmez. Bizim çocuklardan pek çoğu kendisine rehin bırakmışlardır. Yalnız korkunç bir kadındır..."
Ve öğrenci, tefeci kadının nasıl kötü, çekilmez bir kadın olduğunu, borcunu ödemekte azıcık geciksen bile rehine bıraktığın eşyaya nasıl el koyacağını anlatmaya başladı. Rehin karşılığı olarak eşyanın gerçek değerinin dörtte birini verir, buna karşılık ayda yüzde beş, hatta yüzde yedi faiz alırdı, vb. Öğrencinin çenesi açılmıştı: kocakarının bir de kızkardeşi olduğunu, ancak bücür cadalozun 1.80 boyundaki Lizaveta'yı sürekli dövdüğünü, bir çocuk gibi baskı altında tuttuğunu anlattı. Sonunda: "Doğrusu şaşılacak şey!" diye bağırdı ve bir kahkaha attı. Lizaveta'dan konuşmaya başladılar. Öğrenci sanki özel bir hoşnutlukla sözediyordu Lizaveta'dan ve sürekli gülüyordu, subaysa öğrenciyi büyük bir dikkatle dinliyordu. Sonunda
88
çamaşırlarını yıkaması için kadını kendisine göndermesini rica etti. Raskolnikov konuşmanın bir kelimesini bile kaçırmamış ve bir anda her şeyi öğrenmişti: Lizaveta tefeci karının küçüğüydü ve üvey kardeşiydi (anneleri ayrıydı); otuz' beş yaslarında bir kadındı. Gece gündüz ablası için çalışır, evin bütün yemek, çamaşır işlerini o yapardı. Ayrıca parayla dikiş diker, temizliğe gider ve bvtün kazancını ablasına verirdi. Kocakarı izin vermedi mi hiç kimseden ne bir sipariş, ne herhangi bir iş alabilirdi. Tefeci karı vasiyetnamesini hazırlamıştı ve Lizaveta sandalye vb. gibi ev eşyaları dışında kendisine beş para bırakılmadığını, ablasının bütün parasını, ruhunun sonsuz dinginliği uğruna N... ilinde bir manastıra bıraktığını biliyordu. Lizaveta köken olarak memur değil, esnaf bir aileden geliyordu, boyu çok uzun, vücudu biçimsizdir, kocaman ayaklı, çarpık bacaklıydı. Ayağında hep keçi derisinden eski ayakkabılar bulunurdu, ama temiz, düzenli bir kızdı. Öğrenciyi en çok şaşırtan, güldüren şeyse, Lizaveta'nın durmadan gebe kalmasıydı...
"Hani çirkindi kendisi?" dedi subay.
"Öyle, O kadar esmer ki, kadın kılığına girmiş bir asker sanki. Ama umacı gibi de değil. Yüzünden, gözlerinden iyilik akar. Hem öylesine ki... Kendisini pek çok insanın beğenmesi de bunu kanıtlamaz mı...? Sessiz, uysal, hiç karşı koymaz, her şeye boyun eğer. Hele gülümseyişi.. Basbayağı güzel.."
"Yoksa onu beğeniyor musun?" diye sordu subay gülerek.
"Tuhaflığını..." dedi öğrenci. Sonra ateşli ateşli ekledi. "Hayır, bak sana asıl ne diyeceğim: şu lanet kocakarı yok mu, en küçük bir vicdan acısı duymadan öldürür ve soyabilirim kendisini."
Subay yeniden güldü. Raskolnikov'sa titredi. Şaşılacak şey doğrusu!
Öğrenci yine ateşli:
"Sana ciddi bir soru" dedi: "Deminki sözlerim kuşkusuz sakaydı. Ama bak: bir yanda anlamsız, aptal, kötü, hiç değerinde, hastalıklı, kimseye beş paralık yararı olmayan, tam tersine zararlı, niçin yaşadığını kendisi de bilmeyen, yarın nasıl olsa kendiliğinden ölecek bir kocakarı var. Anlıyor musun? Anlıyor musun?"
89
İl
"Anlıyorum" dedi subay, bakışlarını heyecanlanan arkadaşının üzerine dikmişti.
"Dinle: öte yanda da destek göremediklerinden yok olup giden, binlerce genç, diri güç var. Kocakarının
manastıra bağışladığı parayla binlerce güzel girişimin temelleri atılabilir! Yüzlerce, binlerce insanın yaşamı düze çıkarılır; onlarca aile yoksulluktan, ahlaksal çöküşten, yokoluştan, cinsel hastalıklar hastanelerine düşmekten kurtarılabilir... Bütün bu işlerin hepsi kocakarının parasıyla yapılabilir. Kendisini öldürüp parasını alacaksın, sonra da bu parayı tüm insanlığın yararına, hayırlı işlere harcayacaksın... Ne dersin: bir küçük cinayet, binlerce güzel işe değmez mi? Bir hayata karşılık kurtarılmış binlerce hayat... Bir ölüm ve yüzlerce hayat... Matematik bir işlem burada söz konusu olan! Kaldı ki toplumsal denge içinde bu veremli, aptal, kötü yürekli kocakarının ne gibi bir yeri ve anlamı olabilir ki? Bir bitin ya da hamamböceğinin hayatından daha değerli olmasa gerek bu kadının hayatı. Onlar kadar bile değildir, çünkü kocakarı zararlı. Başkalarının hayatını tüketiyor. Geçenlerde öfkelenip Lizaveta'nın parmağını ısırmış, az kalsın parmağından oluyormuş kadıncağız!"
"Yaşamaya değer biri olmadığı besbelli" dedi subay, "ama elden ne gelir, doğa söz konusu burada."
"Evet, ama kardeş, doğa düzeltilir, doğaya bir yön verilir. Öyle olmasaydı insanoğlu körinançlar bataklığında yokolur giderdi. Bir tek büyük adam yetişmezdi. 'Görev, vicdan' gibi birtakım sözler ediliyor, bunlara karsı bir diyeceğim yok, ama bu kavramları nasıl anlamalıyız biz? Dur, dinle, sana bir soru daha sorayım!"
"Hayır, sen dur, dinle, ben sana bir soru sorayım." "Evet?"
"Oturmuş burada bana söylev veriyorsun, ama söyle bakalım: kendin bu kocakarıyı öldürebilir misin?"
"Elbette ki, hayır! Eşitlik konusunu vurgulamaktı benim amacım... Yoksa benim kişiliğimi ilgilendiren bir durum sözkonusu değil burada..."
90
"Bence sen daha bu konuda kesin bir karar verebilmiş değilsin... Üstelik bu işin eşitlikle falan da bir ilgisi yok. Haydi bir parti daha oynayalım!"
Raskolnikov heyecandan ölecek gibiydi! Hiç kuşkusuz bütün bunlar, gençlerin kendi aralarında pek sık olarak konuştukları ve Raskolnikov'un başka biçimlerde ve başka konular arasında pek sık olarak duyduğu son derece sıradan konuşmalardı. Ama neden özellikle simdi şu anda, kendi kafasından da tıpkısı tıpkısına benzer düşünceler geçtiği bir sırada böylesi bir konuşmaya tanık olmuştu? Neden özellikle şu anda kafasında kocakarı ile ilgili düşüncelerin oluşmaya başladığı bir sırada, onunla ilgili bir konuşmanın üzerine gelmişti?.. Bu rastlantı Raskolnikov'a hep şaşılası bir şey gibi görünmüştür. Bu konuşmada gerçekten de yazgısal bir buyruk, önceden belirleyicilik varmışçasına, bu önemsiz meyhane konuşmasının, olayların sonraki gelişimi bakımından Raskolnikov üzerindeki etkisi büyük olmuştur...
Evine döner dönmez kendini divanın üzerine attı ve bir saat hiç kımıldamaksızın öylece oturdu. Hava kararmaya başlamıştı. Ne mumu vardı, ne de mum yakmak aklına geldi. Bu bir saat içinde herhangi bir şey düşünüp düşünmediğini hiçbir zaman anımsayamadı. Sonunda bir süre önceki nöbete yakalanmak üzere olduğunu duydu. Birden, büyük bir sevinçle, divana yatabileceğini akıl etti; az sonra da kurşun gibi ağır bir uykuya gömüldü.
Son derece uzun, düşsüz bir uyku oldu bu. Ertesi sabah onda Nastasya girdi odasına ve güçlükle, dürterek uyandırabildi kendisini. Çayla ekmek getirmişti, Nastasya. Çay yine artıktı, ve yine Nastasya'nın çaydanlığındaydı.
"Uyuyor, habire uyuyor!" diye bağırdı Nastasya öfkeyle.
Yerinden zorlukla doğrulabildi. Başı ağrıyordu; ayağa kalkıp bir iki adım attı, sonra yine divanın üzerine yıkıldı.
"Yine mi. uyuyacaksın?" diye bağırdı Nastasya. "Hasta mısın yoksa?"
Karşılık vermedi. .
"Çay ister misin?"
91
"Sonra..." diye fısıldadı güçlükle, gözlerini yeniden kapayıp, duvardan yana döndü, Nastasya başı ucunda dikiliyordu.
"Belki de gerçekten hasta" dedi sonunda ve çıkıp gitti.
Öğleden sonra saat ikide, bu kez elinde çorba kâsesi, yeniden geldi. Beriki öylece yatmaya devam ediyordu. Çaya dokunulmamıştı. Nastasya öfkeyle sarsmaya başladı onu. Bakışlarında tiksinti vardı:
"Ne uyuyup duruyorsun be!"
Delikanlı doğrulup oturdu, ancak hiçbir şey söylemedi. Gözlerini yere dikmişti.
"Hasta mısın, değil misin?" diye sordu Nastasya yeniden. Ama yine hiçbir karşılık alamadı. Biraz sustuktan sonra: .
"Bari dışarı çıkıp biraz temiz hava al!" dedi. "Hiçbir şey yemeyecek misin?" diye ekledi sonra.
"Sonra..." dedi delikanlı duyulur duyulmaz bir sesle. "Sen git..."
Bunu söylerken elini sallamıştı.
Nastasya biraz daha durdu, bakışlarında acıma vardı, sonra çıkıp gitti.
Birkaç dakika sonra delikanlı bakışlarını yerden kaldırdı, uzun uzun çaya, çorbaya baktı. Sonra ekmeğe ve kaşığa uzandı ve çorbadan içmeye başladı.
Üç dört kaşık aldıktan sonra durdu. Iştahı yoktu. Çok az yemişti. Yemek yediğinin farkında bile değildi. Başağrısı biraz hafiflemişti. Yeniden divana uzandı, ama artık uyayamadı, yüzükoyun, başı yastığa gömülü, kımıldamadan yattı. Sürekli olarak birtakım düşler görüyordu, tuhaf, şaşılası düşlerdi bunlar: en çok da Afrika'da, Mısır çöllerinde bir vahada görüyordu kendini. Bir kervan mola vermiş dinleniyor: develer sessizce oldukları yere çökmüşler: dört yanda çepeçevre palmiyeler var, herkes yemek yiyor. O ise durmadan su içiyor, hem de hemen yanıbaşından şırıldayarak akan bir ırmaktan... Renk renk çakılların, altın gibi ışıldayan kumların üzerinden akan buz gibi, masmavi bir su bu...
Birden bir saatin vurduğunu duydu. Titredi, şaşkınlığından sıyrıldı, başını kaldırıp pencereden bakarak saatin kaç olduğunu
92
kestirmeye çalıştı, sonra sanki birileri kendisini divandan koparıyormusçasına fırlayıp kalktı. Artık iyice kendine gelmişti. Parmaklarının ucuna basarak kapıya yaklaştı, sessizce aralayıp, aşağıyı, merdivenleri dinledi. Yüreği korkunç biçimde çarpıyordu. Ama merdivenler tümüyle sessizdi, herkes uyuyordu sanki. Hiçbir hazırlık yapmadan dünden beri böyle kendinden geçmiş uyuyabilmesi, ona hem tuhaf, hem korkunç göründü... Belki de saat demin altıyı vurmuştu... Uykululuğun da, uyuşukluğun da yerini, birdenbire sıtmalı, nerdeyse şaşkınca bir telaş almıştı. Aslında yapılacak fazla bir şey yoktu. Kafasını toplamak için bütün gücünü harcıyor, hiçbir şey unutmamaya çalışıyordu. Yüreği, soluk alıp vermesini zorlaştıracak bir hızla çarpıyordu. Önce bir ilmik yapıp paltosuna dikmesi gerekiyordu: bir dakikalık bir işti bu. Elini yastığın altına sokup, oraya tıkıştırılmış çamaşırlar arasından, lime lime olmuş, eski, kirli bir gömlek çekti. Beş santim genişliğinde, otuz beş santim uzunluğunda bir parça kopardı. Kopardığı bu parçayı ikiye katladı. Sağlam, kalın, pamuklu bir kumaştan yapılmış geniş paltosunu (biricik paltosunu) çıkardı ve kopardığı parçayı iki ucundan birleştirerek sol koltuk altına paltonun içinden dikmeye başladı. Dikerken elleri titriyordu, ama sonuçta öyle güzel bir iş çıkardı ki, paltosunu yeniden giydiğinde dışardan hiçbir şey belli olmuyordu. İğneyle ipliği tâ ne zaman hazırlamıştı, bunlar bir kâğıda sarılı olarak masanın gözünde duruyordu. İlmik konusuna gelince, bu, kendisinin son derece ustalıklı bir buluşuydu: baltayı asmaya yarayacaktı ilmik. Sokaklarda elinde baltayla yürüyemezdi. Baltayı paltosunun içine gizlese bile, yine eliyle tutması gerekecekti ki bu da hemen göze çarpardı. Şimdiyse sapını ilmiğe geçirdi mi, yol boyunca koltuk altında tehlikesizce durabilirdi balta. Elini yan cebine sokarak, sallanmasın diye baltanın sapını da tutabilirdi. Paltosu çuval gibi geniş olduğu için, cebinden içerde bir şeyleri tuttuğu hiç belli olmazdı. Balta sorununu ilmikle çözümlemeyi iki hafta kadar önce akıl etmişti.
Ilmik işini bitirdikten sonra, elini "Türk işi" küçük sedirle döşeme arasına sokup sol köşeyi araştırdı ve epey önce hazırlayıp buraya gizlediği rehini çıkardı. Gerçekte bu bir rehin falan
93
değil, boyutları gümüş bir tabakayı andıran, düzgünce yontulmuş bir tahta parçasıydı. Gezintiye çıktığı bir gün bir atölyenin avlusunda rastlantıyla bulmuştu bu tahtayı. Daha sonra, yine yolda bulduğu düzgün ve ince bir demir levhayı ekledi tahtaya. Tahtayla demir levhayı üstüste koyup (demir, tahtadan biraz küçüktü) iplikle çaprazlama olarak sımsıkı birbirine bağladı. Sonra bunu temiz, beyaz bir kâğıda özenle sardı, paket yaptı, paketi de çözülmesi son derece ustalık isteyen bir biçimde bağlayıp düğümledi. Amacı, kadın paketi açabilmek için düğümle uğraşırken zaman kazanmaktı. Madeni plakayı, kocakarının bu "sey"in tahta olduğunu hiç değilse ilk bakışta anlamaması için eklemişti. Bütün bunlar ne zamandan beri sedirin altında gizli duruyordu. Tam rehini eline almıştı ki, dışardan birinin bağırdığını duydu:
"Saat altıyı geçiyor!" "Geçiyor mu! Aman Tanrım!"
Hemen kapıya atıldı, kulak kesilip çevreyi dinledi, sonra şapkasını kaptığı gibi bir kedi sessizliğiyle on üç basamaklık merdivenden inmeye başladı. Yapılacak en önemli iş vardı şuanda önünde: mutfaktan baltayı çalacaktı. Işini baltayla görmeye uzun zaman önce karar vermişti. Bir de sustalı bahçıvan bıçağı vardı, ama bıçağa, bıçaktan da çok kendi gücüne güvenemiyordu; bu nedenle kesinlikle balta üzerinde durmuştu. Yeri gelmişken, aldığı kesin kararlarla ilgili bir özelliği belirtelim; tuhaf bir özelliği vardı bu kararların: verdiği her karar kesinleştikçe gözüne çirkin ve anlamsız görünüyordu. Bütün o dayanılmaz iç çekişmelerine karşın, düşüncesinin gerçekleştirilebilir bir şey olduğuna bir an bile inanmamıştı.
Eğer her şeyi son ayrıntısına dek gözden geçirip, hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak bir kesin karara varabilmiş olsaydı, böyle bir durumda, tasarladığı şeyi gerçekleştirilmesi olanaksız, iğrenç bir şey olarak nitelendirir ve herhalde yapmaktan vazgeçerdi. Ama daha çözümlenmemiş, belirsiz bir sürü şey vardı.
Baltayı nereden bulabileceği sorunu onu hiç düşündürmemisti, kolayca çözümlenebilecek bir küçük ayrıntıydı bu. Nastasya, özellikle de aksamları, evde pek bulunmazdı, ya komşu gezmesine
94
çıkar, ya bakkala giderdi; mutfak kapısını da her zaman ardına kadar açık bırakırdı. Pansiyon sahibi kadınla sürekli kavgalarının nedeni de buydu zaten. Işte böyle bir anda sessizce mutfağa girip baltayı almak, bir saat kadar sonra da (her şey bittikten sonra yani) getirip baltayı aldığı yere koymak işten bile değildi. Ama bazı kuşkulu durumlar da yok değildi: bir saat sonra baltayı yerine koymak için geldiğinde ya Nastasya mutfakta olursa? O zaman, Nastasya'nın çıkmasını beklemek için geçip gitmesi gerekecekti. Peki ya Nastasya bu arada baltayı arar ve bulamayınca da bağırıp çağırmaya baslarsa? Al sana kuşkulu bir durum, ya da en azından kuşkuya yol açabilecek bir olay!
Ama bu, üzerinde düşünmeye bile gerek görmediği bir ayrıntıydı, kaldı ki böyle bir şeyi düşünmeye zamanı da yoktu. Ana sorunu düşünüyordu o, böylesi ayrıntıları ise her şeye aklının yatmasından sonraya bırakıyordu. Ama her şeye aklının yatması olanaksız gibi bir şeydi. En azından ona böyle geliyordu. Birgün, artık düşünmeye son verip, doğruca oraya gidebileceğini hayalinden bile geçiremiyordu. Dahası, geçenlerde yaptığı deneme bile (yani yeri son bir kez daha gözden geçirmek için gidisi), "ne diye hayal kurup duruyorum, gidip kendi gözlerimle görmeyi bir deneyeyim!" türünden, gerçeklikten uzak, yalnızca bir deneme olmaya yönelik bir girişimdi, ama buna bile dayanamamış ve vazgeçip öfkeyle kaçmıştı. Öte yandan hiç değilse sorunun ahlaksal çözümlemesini bitirmiş, her yönden kendine inancı bilenmiş ve artık kendine bilinçli olarak karşı koyabileceği bir nokta kalmamış sanılabilirdi. Ama işte şu anda kendine hiç de inandığı yoktu. Sanki kendi istemiyor da birileri buna onu zor-luyormuş gibi, yan çizecek, kaytaracak boşluklar arıyordu. Her şeye bir anda karar vermesine yol açan rastlantının yer aldığı şu son gün, üzerinde mekanik bir etki yapmış gibiydi: sanki biri elinden tutmuş ve karşı konulmaz bir güçle ve hiçbir karşı koymaya yer bırakmayacak bir biçimde çekip sürüklemişti kendisini. Sanki elbisesinin eteğini bir makinanın çarklarına kaptırmış, makina da onu kendine çekmeye başlamıştı.
Başlangıçta -epey önceleri ama- onu şu sorun düşündürüyordu: hemen bütün suçlar nasıl oluyor da böylesine kolaycacık
95
ortaya çıkıyor ve hemen bütün suçluların izleri böylesine çabucak bulunabiliyor? Düşündükçe ilginç birtakım sonuçlara vardı: ona göre bunun başlıca nedeni, suçun gizlenmesindeki maddi olanaksızlıktan çok, suçlunun kendisinde aranmalıydı; hemen her suçlu, suçu işlediği sırada; yani aklın, iradenin, dikkatin en yoğun olması gerektiği anda, akıl ve irade yönünden güçsüzlüğe düşüyordu; akıl tutulması ve iradeyi kaybetme tıpkı bir hastalık gibi geliyordu insana, gelişip yayılıyordu ve suçun işlenmesinden az önce en yüksek düzeyine ulaşıyordu, suçun işlendiği sırada ve ondan sonra -kişiliklere bağlı olarak- bu düzeyini sürdürüyor, sonra da her hastalık gibi etkisini yavaş yavaş yitirip yokoluyordu. Bu noktada ortaya çıkan soru şuydu: hastalık mı suçu doğuruyordu, yoksa suç mu kendi yapısına uygun, hastalığa benzer bir şeyleri geliştiriyordu? Şimdilik bu soruyu çözümleyebilecek güçte bulmuyordu kendisini Raskolnikov.
Bu sonuçlara varınca, onun işinde böylesi hastalıklı dönüşümler olmayacağına, tasarladığı işi gerçekleştirirken, -yaptığı şey "suç olmadığı için"- akıl ve iradesini hiçbir zaman yitirmeyeceğine karar verdi. Onu bu sonuca vardıran düşünce sürecini burada ele almayacağız, bu konuda zaten oldukça ileri gitmiş bulunuyoruz... Yalnız şu kadarını ekleyelim ki, uygulamanın getireceği sorunlar, maddi güçlükler, ona göre ikincil derecede olan şeylerdi. "Bu güçlükler karşısında bütün irade ve aklımı koruyayım yeter," diyordu o, "zamanı gelip de, işi en ufak ayrıntılarına dek öğrendiğimde bu güçlüklerin hepsinin üstesinden gelirim..." Ama iş bir türlü başlamıyordu. Kararlarının kesinliğine her zamankinden daha az inanıyordu; saati gelince de işler tümüyle rastlantısal, beklenmedik bir niteliğe büründü zaten.
Daha merdivenlerden inmeden, çok küçük bir ayrıntı kendisini çıkmaza soktu. Ev sahibi kadının, kapısı her zaman ardına kadar açık duran mutfağı hizasına gelince, içerde Nastasya yoksa bile ev sahibi kadının olup olmadığını, eğer o da yoksa, baltayı alırken görülebileceği olasılığına karşı oda kapısının iyice kapalı olup olmadığını anlamak için sakınarak mutfağa bir gözattı. Ama büyük bir şaşkınlıkla Nastasya'nın mutfakta olduğunu,
96
üstelik de bir işle uğraştığını gördü; bir sepetten çıkardığı çamaşırları ipe seriyordu Nastasya. Delikanlıyı görünce, çamaşır asmayı bırakıp ona döndü, geçip gidene kadar da arkasından baktı. Raskolnikov gözlerini kaçırdı, hiçbir şey görmemiş gibi geçip gitti. Ama bu iş burada biterdi: baltasız kalmıştı! Müthiş bir öfke duydu içinde.
"Nastasya'nın şu anda özellikle evde bulunmayacağı sonucuna nerden vardım? Bunun kesinlikle böyle olacağını nasıl, nasıl düşünebildim?" Ezik, alçalmış duyuyordu kendini. Karşı konulmaz, hayvansı bir öfke
dalgası kaplamıştı içini; öfkesinden kendi kendisiyle alay edesi geliyordu.
Apartman kapısı önünde kararsızlıkla duraladı. Sırf durumu kurtarmak için sokağa çıkıp dolaşmak son derece iğrenç geliyordu; gerisin geri eve dönmeyi ise daha da iğrenç buluyordu. Kapı önünde amaçsız, kararsız öylece dikilirken "Bu fırsatı sonsuza dek kaçırdım" diye mırıldandı. Sonra birden ir kildi. Karşıda, hemen iki adım ötesinde, apartman kapıcısının, kapısı ardına kadar açık yarı karanlık odası vardı; sağdaki sedirin altında gözüne parlak bir şey ilişmişti... Çevresine bakındı, hiç kimse yoktu. Ayaklarının ucuna basarak, iki basamak merdiveni inip kapıcının odasına vardı, duyulur duyulmaz bir sesle kapıcıya seslendi.
"Tam tahmin ettiğim gibi, evde yok! Ama kapısı açık olduğuna göre avluda ya da buralarda bir yerlerdedir." Hızla baltaya atıldı (baltaydı, gördüğü), sedirin altından, iki tahta arasından çekip çıkardı ve hemen oracıkta paltosunun koltuk altına diktiği ilmiğe geçirip, elleri cebinde, dışarı çıktı: hiç kimseye görünmemişti! Tuhaf tuhaf gülümseyerek. "Akıl işi değil, tam cin işi, şeytan işi oldu bu" diye düşündü. Müthiş yüreklendirmişti bu rastlantı onu.
Kuşkuyu çekmemek için yolda yavaş yavaş ve ağırbaşlılıkla yürüyordu. Gelip geçenlere çok az bakıyor, ya da hiç bakmamaya, dikkat çekmemeye çalışıyordu. Bu sırada birden şapkası geldi aklına: "Aman Tanrım! Önceki gün param olduğu halde yenilemedim şu şapkayı!" Kendine söylenmeye başladı.
Dükkanlardan birine rastgele göz atınca, bir duvar saati gördü: yediyi on geçiyordu. Elini çabuk tutmalıydı, ama aynı
97
zamanda da sapa yoldan gitmek zorundaydı; doğruca gidemezdi, dolaşıp gitmesi daha uygundu...
Eskiden bütün bunları gözünde canlandırdı mı, çok korkacağını sanırdı. Oysa şimdi pek korkmuyordu, hatta hiç korkmuyordu. Şu anda ilgisiz birtakım düşünceler geçiyordu kafasından, yalnız bunların hiçbiri uzun sürmüyordu. Örneğin Yusupov parkının ordan geçerken, buraya yüksek fiskiyeler yapılsa, bütün alanın havası serinlerdi, diye düşündü. Oldukça da ilgilendi bu düşüncesiyle. Sonra, Yazlık Bahçe, Mars Alanına dek uzatılsa, hatta Mihaylovski sarayı bahçesiyle birleştirilse, kent için son derece güzel ve yararlı bir iş yapılmış olurdu, diye düşünmeye başladı. Bu noktada birden aklına bir şey takıldı: hemen bütün büyük kentlerde insanlar neden kentin parksız, çeşmesiz, ağaçsız, çamurlu, toz toprak içindeki pis semtlerinde oturmaya eğiniktirler? Zorunlu olduklarından değil, özel bir eğilim duyarlar buralarda oturmaya?.. Birden kendisinin Samanpazarı'ndaki gezintilerini anımsadı ve kendine geldi: "Saçmalıyorum! En iyisi hiçbir şey düşünmemek!"
Bir an kafasından şimşek gibi bir düşünce geçti: "'Kurşuna dizilmeye götürülen mahkûmların da kafaları herhalde böyle yolda gördükleri her şeye takılıyördür..." Sonra hemen defetti bu düşünceyi kafasından... Artık iyice yaklaşmıştı eve, iste kapı karşısındaydı. Birden, bir yerlerden bir saat vuruşu geldi kulağına: bir kez vurmuştu saat. "Bu ne? Yedi buçuk mu? Olamaz! Besbelli ileri gitmiş bu saat!"
Avlu kapısından geçerken bir kez daha sarisi yaver gitti. Bu yetmezmiş gibi bir de tam kendisi kapıdan içeri girerken, sanki bile bileymiş gibi, ot yüklü kocaman bir araba da yanı sıra kapıdan içeri girmiş, böylece de onun içeri girişini bütün gözlerden gizlemişti. Araba kapıyı geçip avluya girer girmez kendisi kayarcasına sağa sapıvermişti. Arabanın öte yanından birilerinin bağrıştığı, tartıştığı duyuluyordu, ama onu kimse görmemiş, kimseyle de karşılaşmamıştı. Bu kocaman, dört köşe avluya bakan pencerelerin çoğu bu saatte açık olurdu, ama o başını kaldırıp bakmamıştı bile, kendinde bu gücü bulamamıştı. Kocakarının
98
dairesine çıkan merdivenler kapıdan girer girmez hemen sağdaydı.
Ve işte merdivenlere varmıştı bile...
Hızla çarpmakta olan yüreğine eliyle bastırıp biraz soluk aldıktan sonra baltasını şöyle bir yokladı, düzeltti, kulak kesilip çevreyi dinleyerek ağır ağır, dikkatle merdivenleri çıkmaya başladı. Bu saatlerde merdivenlerde inip çıkan kimse yoktu ve bütün kapılar kapalıydı, bu nedenle de hiç kimseyle karşılaşmadı. Gerçi ikinci katta boş bir daire vardı, içinde boyacılar çalışıyorlardı ve kapısı ardına kadar açıktı, ama burada da kendisine dönüp bakan çıkmamıştı. Durup,
"Bunlar da olmasaydı, kuşkusuz çok daha iyi olurdu" diye düşündü, sonra tırmanmaya devam etti: "Nasıl olsa kocakarının dairesi buranın iki kat üzerinde..."
Ve işte dördüncü kat, işte kapı, işte karsıdaki daire. Bu daire de boş. Üçüncü katta, kocakarının bir altındaki daire de bütün belirtilere göre boştu: küçük çivilerle kapıya tutturulmuş olan kartvizit çıkarılmıştı, demek taşınmışlardı!.. Bir an soluğu tutulur gibi oldu, "Vazgeçsem mi acaba?.." diye düşündü, ama sorusuna karşılık bile vermedi: Kocakarının dairesini dinlemeye başladı: tam bir ölü sessizliği vardı içerde. Sonra yeniden ve uzun merdivenleri, aşağıları dinledi... Çevresine son bir kez daha bakındı, toparlandı,
ilmikteki baltayı bir kez daha yokladı. Bir yandan da düşünüyordu: "Yüzüm sarardı mı acaba? Çok mu sarardım?.. Heyecanlı olduğum belli oluyor mu? Işkilli kadındır, kuşkulanabilir... Çarpıntım geçene kadar beklesem mi yoksa?.."
Ama çarpıntısı geçmek bilmiyordu. Tam tersine, sanki bile bileymiş gibi, gitgide hızlanıyordu çarpıntısı... Daha fazla dayanamadı, yavaşça elini uzattı çıngırağın ipini çekti. Yarım dakika kadar bekledi, cevap gelmeyince, yeniden ve daha güçlü olarak çekti ipi.
Cevap yoktu. Zili daha fazla çalmak gereksiz olacaktı, hem bu kendi yönünden de yanlış bir davranış olurdu. Kocakarı besbelli evdeydi, ama kuşkulu bir kadındı, üstelik de yalnızdı. Raskolnikov artık onun huyunu biliyordu... Bir kez daha kulağını kapıya yapıştırıp dinledi: duyguları mı böylesine keskinleşmişti, yoksa gerçekten de sesler mi iyi duyuluyordu, belli değil, ama birden kilidin koluna bir elin dokunuşunu, kapıya sürtünen bir
99
eteğin hışırtısını duyar gibi oldu. Birisi tıpkı kendisinin bu yanda duruşu gibi, sessizce kapının dibinde duruyor ve yine tıpkı onun gibi sakınarak kulağını kapıya dayamış dışarısını dinliyordu...
Olduğu yerde bile bile kımıldadı, yüksek sesle bir şeyler mırıldandı. Sonra üçüncü kez, ama çok sakin, ağırbaşlı, zili yine çaldı. Daha sonra bu ânı anımsadığında, her şeyin olduğu gibi belleğinde yer etmiş olmasına şaştı. Aklının böylesine bulutlandığı, vücudunun duyumsuzluğa gömüldüğü bir sırada nasıl bu kadar kurnaz olabilmişti?...
Bir saniye sonra içerden sürgünün çekildiği duyuldu.
VII
Kapı, tıpkı önceki gelişinde olduğu gibi, incecik bir çizgi gibi aralandı ve yine iki keskin ve kuşkulu göz karanlığın içinden ona dikildi. Raskolnikov birden şaşırdı, ve önemli bir yanlış yaptı. Hem kocakarının kendisiyle yalnız kalmaktan korkabileceğini, hem de kendisinin dış görünüşünün kadına güven vermeyeceğini düşünerek kapıyı tuttu ve kadın huylanır da kapatıverir diye kendine doğru çekti. Kadın bunun üzerine korkuya kapılıp kapıyı gerisin geri kendine doğru çekmedi, ama sürgünün kolunu da tutmaya devam etti. Böylece, delikanlı kapıyı kendine doğru çekmesiyle, kadını az kalsın merdivene sürükleyecekti. Kadının kapının ağzına dikilip girmesine engel olduğunu görünce, delikanlı doğruca, kadının üzerine yürüdü. Kadın korkuyla sıçradı, bir şeyler söylemek istedi sanki, ama hiçbir şey söyleyemedi ve faltası gibi açılmış gözlerle delikanlıya bakmaya başladı.
"Merhaba Alyona İvanovna!" diye başladı delikanlı, olabildiğince senli benli görünmeye çalışarak, ama sesi kendisine boyun eğmemişti, titreyerek sürdürdü: "Şey... size... şey getirmiştim.. Ama şuraya, ışığa doğru gidelim hele..." Ve kadını hafifçe iterek çağrılmadan içeri girdi. Kocakarı arkasından koştu, dili çözülmüştü.
"Tanrım! Ne istiyorsunuz benden? Kimsiniz siz?.."
100
"Insaf, Alyona İvanovna... Nasıl tanımazsınız beni? Raskolnikov'um ben... Size bir rehin getirdim, hani geçenlerde sözünü etmiştim..." Ve kadına rehini uzattı.
Kocakarı rehine bakacak gibi oldu, ama hemen cayıp gözlerini çağrılmadan içeri dalan konuğun üzerine dikti. Bakışları dikkatli, kuşkulu ve öfkeliydi. Aradan bir dakika geçti; delikanlıya kadın her şeyi biliyormuş ve kendisiyle alay ediyormuş gibi geldi. Bir an kendini kaybetmekte olduğunu duydu, dehşet içindeydi, dehşeti öylesine büyüktü ki, kadın öylece, hiçbir şey söylemeden kendisine yarım dakika daha bakacak olsa, kaçıp gidecek gibiydi.
"Tanımamış gibi ne bakıyorsunuz öyle!" dedi; kendisi de öfkelenmişti. "Işinize gelirse alırsınız, almazsanız ben de götürür bir başkasına veririm."
Söylemeyi hiç düşünmediği sözlerdi bunlar, kendi de anlamamıştı nasıl olup da söylediğini.
Kocakarı ayılır gibi oldu, delikanlının kararlı sözleri kadını yüreklendirmişti. Rehine bakarak sordu:
"Birdenbire... öyle şaşırttınız ki beni... nedir bu?" .
"Gümüş tabaka. Geçen gelişimde söylemiştim ya..."
Kadın tabakayı almak için elini uzattı:
"Ne kadar da sararmışsınız? Elleriniz de titriyor! Hasta mısınız yoksa?"
"Sıtma!" dedi delikanlı kesik kesik. "Yiyecek birşeyi olmazsa insan böyle sararır işte!." Bu son sözleri güçlükle söylemiş, yeniden eli ayağı çekilir gibi olmuştu. Ama verdiği cevabı kocakarı mantıklı bulmuştu, uzanıp rehini aldı. Raskolnikov'a bir kez daha dikkatle bakıp rehini elinde şöyle bir tarttıktan sonra:
"Neymiş bu böyle?" diye sordu.
"Şey... Sigara tabakası... Gümüş... Açın da bakın bir."
"Sanki gümüş değil gibi... Nasıl da sarmışsınız böyle!"
Paketin ipini çözebilmek için pencereye, ışığa doğru döndü (bu boğucu sıcağa karsın bütün pencereleri kapalıydı) ve birkaç saniye delikanlıyı olduğu yerde bırakıp ona arkasını döndü. Raskolnikov paltosunun düğmelerini çözdü, baltayı ilmikten çıkardı, ama sağ eliyle paltonun içinde tutmaya devam etti.
101
Kollarını müthiş güçsüz duyumsuyordu; her gecen saniye daha da uyuşup güçsüzleştiklerinin ayrımındaydı. Hatta dayanamayıp baltayı elinden düşürmekten korkuyordu... Birden bası döner gibi oldu.
"Nasıl da sarıp sarmalamışsın!" dedi kocakarı sıkıntıyla ve Raskolnikov'un bulunduğu yana doğru kımıldadı.
Tamamdı artık, bir saniye bile yitiremezdi. Baltayı paltosunun içinden çıkardı, iki eliyle tutup havaya kaldırdı. Yaptığı işin bilincinde olmadan, kendini hemen hiç zorlamadan, bir makine gibi baltayı kadının kafasına indirdi. Sanki tümüyle güçten kesilmiş gibiydi, ama baltayı savurmasıyla eski gücü yerine gelmişti.
Kocakarı her zamanki gibi başı açıktı. Kırlaşmış, seyrek saçlarını yine her zaman olduğu gibi bolca yağlamıştı; sıçan kuyruğu gibi örülmüş bu saçlar ensesinde kırık bir kemik tarakla toplanmıştı. Kadının kısa boylu olması baltanın tam tepesine inmesini sağlamıştı. Çok hafif bir çığlık atarak yere yığılıvermiş, bu arada güçlükle de olsa iki elini birden başına doğru kaldırabilmişti. Bir elinde hâlâ "rehin"i tutmaya devam ediyordu. Delikanlı yine baltanın tersiyle ve yine kadının tepesine iki kez daha olanca gücüyle vurdu. Devrilen bir'bardaktan boşanırcasına kan şırıldadı, kadının vücudu sırtüstü yere yuvarlandı. Delikanlı geriye sıçrayıp bu düşüşe yol verdi, hemen eğilip yüzüne baktı: kadın artık ölmüştü. Gözleri yuvalarından fırlamak istiyorcasına kocaman açılmış, alnı ve bütün yüzü buruşmuş, kasılmıştı.
Baltayı yere, kadının yanına bıraktı ve üzerine kan bulaşmamasına dikkat ederek, geçen gelişinde kadının anahtarları çıkardığını gördüğü sağ cebini yoklamaya başladı. Artık tümüyle kendini toparlamıştı, ne göz kararmasından, ne baş dönmesinden eser kalmamıştı; birtek elleri titremeye devam ediyordu. Daha sonraları o anda çok dikkatli olduğunu, üzerine kan bulaşmamasına özen gösterdiğini anımsadı.
Anahtarları çabucak bulup çıkardı. Geçen gelişinde gördüğü gibi hepsi bir deste halinde çelik bir halkaya takılıydı. Elinde anahtarlar, doğruca yatak odasına koştu. İçinde tasvirler bulunan kocaman bir dolabın yer aldığı küçücük bir odaydı burası.
102
Öteki duvar boyunca, üzerinde parçalı ipek kumaşlardan yapılmış tertemiz pamuklu bir yorgan"bulunan büyük bir yatak uzanıyordu. Üçüncü duvarda ise komodin yer alıyordu. Tuhaf şey: tam anahtarları komodinde denemeye başladığı anda, anahtar şıkırtılarıyla birlikte vücudundan bir ürpertinin geçtiğini duydu. Yeniden, her şeyi yüzüstü bırakıp gitsem mi, diye geçirdi içinden. Ama bir anlık bir düşünceydi bu; gitmek için geçti artık. Hatta bu düşüncesinden dolayı kendisiyle alay eder gibi hafifçe gülümsedi. Derken birdenbire bir başka tedirgin edici düşünce geldi aklına: Ya kocakarı daha sağsa ve her an ayılabilirse?.. Anahtarları, komodini öylece bırakıp, gerisin geri içeriye, kadının yattığı yere koştu, bir kez daha vurmak için baltasını kapıp kaldırdı, ama vurmadı. Kadının öldüğüne kuşku yoktu. Üzerine eğilip yakından bakınca, kafatasının yarıldığını hatta hafifçe yana çarpıldığını gördü. Eliyle de yoklamak istedi, ama vazgeçti, besbelliydi, ölmüştü işte. Bu arada kadının çevresinde bir kan gölü oluşmuştu. Birden kadının boynunda bir kordon olduğunu farketti, çekip almak istedi, ama kordon sağlam olduğu için kopmadı, üstelik kan içindeydi. Koparmadan çıkarmak istedi, bu kez de kordon içerde bir yerlere takılmış, gelmiyordu. Sabırsızlıkla baltasını kaldırdı, kadının üzerinde, baltayla kesecekti kordonu, ama cesaret edemedi. Sonunda iki dakika kadar uğraşıp, ellerini ve baltayı kana bulayarak ve kadının vücuduna hiç dokunmamayı başararak, kordonu kesebildi: yanılmamıştı, kordonun ucunda küçük bir para çantası asılıydı. Bundan başka biri tahtadan, biri bakırdan iki haç ve üzeri mine işli bir ermiş tasviri takılıydı kordonda. Ve son olarak kenarları ve askı halkası madeni, güderiden, küçük, kirli bir para çantası daha vardı. Bu sonuncu çanta tıka basa parayla doluydu. Raskolnikov hiç bakmadan cebine attı bu çantayı, haçları kocakarının üzerine fırlattı ve bu kez baltasını da alarak, yeniden yatak odasına koştu.
Müthiş bir hızla hareket ediyordu. Yeniden anahtarlığı kaparak çabuk çabuk denemeye girişti. Ama nedense bir türlü beceremiyor, uygun anahtarı bulamıyordu. Elleri titrediğinden değil; sürekli yanlış yaptığından. Örneğin, anahtarın komodin.
105
anahtarı olmadığını, deliğe bile girmediğini gördüğü halde, sokmaya çalışıyor, zorlanıp duruyordu. Sonra birden şu küçük anahtarların yanında duran büyük, dişli anahtarın, komodinin değil de (geçen gelişinde de aklına geldiği gibi) bir sandığın anahtarı olabileceğini ve kocakarının da her şeyini bu sandığa gizleyebileceğin! düşündü. Komodini bırakıp hemen karyolanın altına girdi: kocakarıların sandıklarını genellikle karyola altında gizlediklerini biliyordu. Evet, düşündüğü gibiydi: uzunluğu bir arşından fazla
büyükçe bir sandık duruyordu karyolanın altında. Kapağı kubbeli, çelik çivilerle kakmalı, üzeri kırmızı maroken kaplı bir sandıktı bu. Ağzı dişli anahtar sandığa hemen uydu ve kilit açıldı. En üstte, beyaz bir örtünün altında, kenar süsleri kırmızı kumaştan beyaz bir tavsan kürkü vardı. Bunun altında ipekli bir entari, onun da altında bir şal vardı. Sandık baştan sona hep böyle çul çaputla doluya benziyordu. Kana bulanmış ellerini önce kürkün kırmızı kumaştan kenar süslerine silmeyi düşündü. "Kırmızı olduğu için anlaşılmaz" diye düşünmüştü, sonra birden aklı başına geldi: "Aman Tanrım! Çıldırıyor muyum yoksa?"
Çaputları karıştırmaya devam ederken birden kürkün arasından altın bir saat çıkıverdi. Çabuk çabuk bütün eşyayı altüst etmeye başladı. Gerçekten de dürülü giysiler arasına çeşitli altın eşya yerleştirilmişti, bilezik, küpe, yüzük, iğne gibi karşılıkları ödenmiş ya da ödenmemiş rehinlerdi bunlar. Bazıları kutuları içindeydi, bazıları ise adi gazete kâğıdına sarılmıştı, ama bunlar kâğıt iki kat edilerek düzgünce sarılmış ve iple bağlanmıştı. Hiç zaman yitirmeden, kutularıyla, sarıldıkları gazete kâğıtlarıyla olduğu gibi herşeyi ceplerine doldurmaya başladı: ama daha birkaç parça almıştı ki...
Birden içerden, kocakarının bulunduğu yerden bir ses geldi. Raskolnikov durdu, hiç ses çıkartmadan, soluk bile almaya korkarak öylece kalakaldı. Ama hiçbir ses duyulmuyordu, demek ki yanılmıştı. Birden apaçık olarak hafif bir çığlık duydu; ya da biri sanki kesik kesik, sessizce inlemiş ve susmuştu. Sonra yine bir ya da iki dakika kadar ölü sessizliği... Raskolnikov sandığın önünde çömelmiş, güçlükle soluyordu, sonra birden baltasını kaptığı gibi yatak odasından fırladı.
106
Odanın ortasında, elinde büyükçe bir bohça, Lizaveta duruyordu, yüzü bembeyaz, bakışları kızkardeşinin cesedine mıhlanmış gibiydi. Bağıracak kadar bile gücü yoktu. Koşarak içeri giren Raskolnikov'u görünce korkusundan yaprak gibi titremeye başladı. Yüzünden ardarda kasılmalar geçiyordu. Elini kaldırdı, haykırmak için ağzını açtı ama hiç ses çıkaramadı, bakışlarını delikanlının üzerine dikmiş, bağırmak için yeterli hava alamıyormuş, zorlaniyormuş gibi hep öyle ağzı açık, geri geri yürüyerek delikanlıdan uzaklaşmaya başladı. Raskolnikov baltasıyla kadının üzerine atıldı: Lizaveta'nın dudakları, bir şeyden korkan ve bakışlarını korktukları şey üzerine dikip bağırmıya hazırlanan bebeklerin dudakları gibi büzüldü. Acıklı bir haldi bu. Zavallı Lizaveta öylesine saf, öylesine ezilmiş, öylesine korkutulmuş bir kadındı ki, üzerine doğru kaldırılmış bir balta karşısında yapması gereken en doğal hareket elleriyle yüzünü kapaması olduğu halde, bunu bile yapamadı. Yalnız serbest olan sol elini biraz kaldırdı ve elinde baltayla üzerine gelmekte olan adamı uzaklaştırmak ister gibi ileri doğru uzattı. Balta keskin yanıyla tam kadının kafasına indi ve alnın üst bölümünü, hemen hemen tepeye kadar yardı. Kadın yere yıkıldı. Raskolnikov iyice kendini yitirmişti, kadının elinden bohçayı kaptı, sonra fırlatıp attı, derken birden antreye doğru atıldı.
Hiç hesapta olmayan bu ikinci cinayet her şeyin üzerine tuz biber ekmişti, gitgide artmakta olan bir korku bütün varlığını kaplıyordu. Hemen kaçmak istiyordu buradan. Eğer şu anda içinde bulunduğu durumun, güçlüğünü, umutsuzluğunu, çirkinliğini doğru değerlendirebilseydi, buradan kurtulabilmek, evine ulaşabilmek için önünde daha ne güçlükler, belki de daha ne cinayetler olduğunu kestirebilseydi, büyük olasılıkla her şeyi olduğu gibi bırakıp, doğruca polise gidip teslim olurdu; ve bu işi kendi adına duyduğu korkudan dolayı değil, islediği cinayetlerin üzerinde uyandırdığı dehşet ve tiksintiden dolayı yapardı. Ve şu anda bu tiksinti her gecen dakika daha da büyüyor, kabarıyordu. Değil sandığın yanına, yatak odasına bile gidebilmesi olanaksızdı artık.
107
Bir tür dalgınlık, hatta derin düşüncelere gömülmüşlüğe benzer bir hal yavaş yavaş tüm varlığını kaplıyordu; isini, daha doğrusu ana işini unutup, dakikalarca ayrıntılarla uğraşmaya başladı. Mutfağa bir gözatıp da tezgah üzerinde yarısına kadar suyla dolu kovayı görünce, ellerini ve baltayı yıkamayı akıl etti. Elleri kandan yapış yapıştı. Baltanın ağzını suya daldırdı, pencere kenarında.kırık bir tabak içinde bulduğu sabunla doğrudan doğruya kovanın içinde ellerini yıkamaya başladı. Sonra baltanın demir kısmını, sonra sapını, uzun uzun, hatta sabunla ovarak yıkadı; sonra oracıktaki bir ipe kuruması için asılmış bir bezle silip kuruladı: sonra baltayı pencere kenarına götürüp ışıkta dikkatle inceledi. İyi temizlemişti, hiçbir kan izi görünmüyordu, yalnız sapı hâlâ nemliydi. Baltayı paltosunun içindeki ilmiğe özenle geçirdi: sonra loş mutfaktaki ışığın elverdiği ölçüde paltosunu, pantolonunu, ayakkabılarını gözden geçirdi. İlk bakışta bunlarda kan lekesi yok gibiydi; yalnız ayakkabıları biraz lekelenmişti. Islak bir bezle ayakkabılarını temizledi. Yine de tam görememiş olabileceğini, gözünden kaçan lekeler bulunabileceğini biliyordu. Kararsızlık içinde odanın ortasında dikiliyordu. Acı verici, kapkara düşünceler geçiyordu kafasından: çıldırmak üzere olduğunu, şu anda ne doğru yargılama, ne de kendini koruma gücünde olduğunu ve yine şu anda yapmakta olduğu şeylerin hiç de yapmaması gereken şeyler olduğunu düşünüyordu. "Aman Tanrım! Kaçmam gerek!" diye mırıldandı ve antreye doğru atıldı. Ama burada onu ömrünce duymadığı bir korku bekliyordu.
Olduğu yerde çivilenmiş gibi kalakalmıştı: bakıyor ve gözlerine inanamıyordu; dış kapı, kendisinin de az önce çıngırağını çalıp içeri girdiği merdivenlere açılan dış kapı açık, hatta bir karış kadar da aralıktı, bütün bu süre içinde kapının kilidi de, sürgüsü de açıktı! O içeri girdikten sonra kocakarı anlaşılan ne olur ne olmaz deyip kapıyı kapatmamıştı. Aman Tanrım! İyi ama daha sonra Lizaveta'yı içerde görünce niçin anlayamamıştı durumu? Bu kadının elbette bir yerlerden içeri girdiğini nasıl olmuş da, nasıl olmuş da düşünememişti? Duvardan süzülüp geçmemişti ya kadın!
Hemen kapıya atılıp sürgüledi.
"Hayır! Yine yanlış yapıyorum! Gitmem gerek benim, gitmem..."
Sürgüyü çekip kapıyı açtı ve merdivenleri dinlemeye başladı. Uzun uzun dinledi. En aşağılarda,, herhalde sokak kapısının oralarda bir yerlerde, iki kişi cırlak sesle birbirine bağırıyor, sövüyordu. Raskolnikov "Bunlar da kim?" diye düşündü ve sabırla gürültünün dinmesini bekledi. Sonunda bıçakla kesilmiş gibi bütün sesler dindi, kavga edenler gitti. Tam çıkacaktı ki birden alt kattaki dairelerden birinin kapısı gürültüyle açıldı ve birisi bir şarkı mırıldanarak aşağı inmeye başladı. "Ne de çok gürültü ediyorlar!" diye düşündü Raskolnikov. Yeniden kapıyı kapayıp içeri girdi ve beklemeye başladı. Sonunda bütün sesler dindi, ortalıkta hiç kimse kalmadı. Kapıyı açıp tam çıkacaktı ki, merdivenlerde yeniden ayak sesleri duydu.
Sesler çok uzaktan, en aşağı katta merdivenin başlangıcından geliyordu, yine de o, yukarı çıkan kişinin nedense doğruca buraya, dördüncü kata, kocakarıya çıkmakta olduğundan daha ilk sesleri duyduğu anda kuşkulandığını, çok sonraları son derece açık ve net olarak anımsayacaktı. Niçin böyle düşünmüştü? Seslerin bir olağanüstülüğü, bir özelliği mi vardı? Bunlar ağır, düzgün, aceleci olmayan adımlardı. Işte birinci kat geride kaldı bile, yükseliyor, yaklaşıyor ve gitgide daha duyulur oluyor... Ve işte ağır soluk alışları duyuluyor adamın. Üçüncü kata tırmanmaya başladı! Buraya geliyor!.. Birden tıpkı düşlerde olduğu gibi taş kesildiğini sandı. Raskolnikov; sanki biri kendini öldürmek istiyor ve çok yakından kovalıyordu ve o olduğu yere mıhlanıp kalmış, kımıldayamıyordu bile...
Adam dördüncü kata tırmanmaya başlayınca, ancak bundan sonra, Raskolnikov birden canlandı ve çevik bir hareketle yeniden içeri girip, kapıyı arkasından kapadı. Sonra sürgüyü, tuta tuta, hiç ses çıkarmadan yavaşça yuvasına sürdü- İçgüdüsüyle yapıyordu tüm bunları. Sonra sessizce, soluk bile almaktan korkarak kapının ardından dinlemeye başladı. Davetsiz misafir de kapıya gelmişti. Tıpki az önce kocakarıyla kendisi arasındaki
108
109
durum simdi bu adamla yineleniyordu, bir kapının iki yanında, kulak kesilmiş iki kişi.
Adam güçlükle birkaç soluk aldı. "Herhalde şişman, iriyarı bir adam" diye düşündü Raskolnikov, baltasını sımsıkı kavramıştı. Gerçekten de bir düşe benziyordu olup bitenler. Adam çıngırağın ipini hızla çekti.
Çıngırağın madeni sesi duyulur, duyulmaz, Raskolnikov'a içerde, odada biri kımıldamış gibi geldi. Hatta dönüp ciddi ciddi içeriyi dinledi. Bu arada adam bir kez daha çaldı çıngırağı, biraz bekledi, sonra birden sabırsızlanarak kapıyı kolundan tutup olanca gücüyle çekiştirmeye başladı. Raskolnikov dehşet içinde yuvasında zıplamakta olan sürgüye bakıyor, nerdeyse korkuyla kopup çıkmasını bekliyordu. Adam, kapıya öylesine güçlü asılıyordu ki, bu hiç de olmayacak bir şey değildi. Bir an sürgüyü eliyle tutmayı düşündü. Ama adamın anlayacağından korkarak vazgeçti. Yeniden başı dönmeye başlamıştı. "Şimdi düşeceğim!" diye geçirdi içinden, ama tam bu sırada adam konuşmaya başladı, bu da onun bir anda kendine gelmesini sağladı. Adam fıçıdan çıkar gibi bir sesle:
"Ne halt ediyor bunlar be!" diye gürledi. "Yoksa biri gelip ikisini de boğazladı mı? Heeyy, Alyona İvanovna, cadı karı!.. Güzeller güzeli Lizaveta İvanovna! Açsanıza kapıyı! Lanet karılar! Uyuyor musunuz yoksa?"
Adam çileden çıkmış gibiydi, ardarda belki on kez olanca gücüyle çıngırağın ipini çekti. Evdekilerle senli benli olduğu, sözügeçer biri olduğu anlaşılıyordu.
Tam bu sırada merdivenlerde, dördüncü kata yakın bir yerlerden hafif ayak sesleri duyuldu. Biri daha geliyordu! Raskolnikov oldukça geç duymuştu bu ikinci ziyaretçinin ayak seslerini. Yeni gelen, hâlâ çıngırağın ipini çekmekte olan birinciye, neşeli, çınlayan bir sesle:
"Merhaba Koh!" dedi "Yoklar mı evde?"
"Sesine bakılırsa çok genç biri" diye düşündü Raskolnikov. Koh:
"Şeytan bilir!" dedi, "Az kalsın kilidi kıracaktım. İyi ama siz beni nereden tanıyorsunuz?"
110
"Tanıyamadınız mı? Üç gün önce 'Cambrinus'da bilardo oynamıştık ve sizi üst üste üç kez yenmiştim..."
"Haaa..."
"Yoklar mı? Tuhaf şey! Ama bu aptalca, yani korkunç bir şey! Nereye gitmiş olabilir ki kocakarı? Bir isim vardı kendisiyle." "Benim de..." "Dönmekten başka yapacak birşey yok öyleyse?.. Oysa biraz para
alabileceğimi umuyordum."
"Evet, dönmekten başka yapacak bir şey yok. İyi ama ne demeye söz verdi bu kadın? Üstelik bu saati de kendisi saptadı. Burası bana epey sapa düşüyor. Anlamıyorum, hangi cehenneme gitmiş olabilir ki bu cadı? Bütün bir yıl bacaklarım ağrıyor diye evde oturur, ondan sonra, tam bize gerektiği anda çıkacağı tutar.."
"Kapıcıya bir soralım mı?"
"Ne soracağız?"
"Nereye gittiğini ve ne zaman döneceğini?.."
"Evet... Soralım... İyi ama bir yere gidemez ki bu kadın! "Kapının, kolunu bir kez daha çekiştirdi." Kör şeytan!.. Yapacak bir şey yok, gidelim..!"
Genç olanı birden bağırdı:
"Durun bir dakika! Baksanıza/çektiğiniz zaman kapı nasıl
aralanıyor..?"
"N'olmuş aralanıyorsa?"
"Demek ki kapı,kilitli değil, arkadan sürmelenmis. Yani sürgü tutuyor kapıyı. Duyuyor musunuz, sürgü nasıl tıkırdıyor?"
"N'olmuş fıkırdıyorsa?"
"Anlamıyor musunuz, demek ki içerde biri var? İkisi de dışarı çıkmış olsaydı, kapı dışardan kilitlenmiş olurdu, oysa içerden sürgülendiğine göre, evde birisi var demektir. Sizin anlayacağınız, evdeler ama kapıyı açmıyorlar!"
"Vay anasına!.. Öyle ya... Tabii... içerde bunlar! Ve kapıyı iyiden iyiye sarsmaya başladı."
111
"Durun!" diye yeniden bağırdı genç olan. "Çekiştirip durmayın öyle..! Işin içinde iş var... Düşünün; kapıyı çaldınız; çekiştirdiniz, yine de açmadılar; demek ki, ya ikisi de kendilerinden geçmişler, ya da..."
"Yada?"
"Bakın ne yapalım: kapıcıya gidelim, gelip o uyandırsın onları."
"Doğru!
Birlikte aşağı inmeye başladılar.
"Durun!" diye bağırdı yeniden genç adam. Siz burada kalın, kapıcıya ben haber vereyim.
"Burda kalmak da nerden çıktı?"
"Bir de bakmışsınız..."
"Haklısınız."
"Boşuna sorgu yargıçlığında çalışmıyorum ben... Kesinlikle, kessinlikle bir iş var bu işin içinde..!"
Koşarak merdivenlerden inmeye başladı.
Yalnız kalan Koh, çıngırağın ipini bir kez daha çekti ve çıngırak bir kez daha yavaşça çaldı. Sonra, kapıyı yalnızca sürgünün tutuyor olduğuna iyice inanç getirmek istercesine, bir kendine çekerek, bir ileri iterek, dikkatle yoklaya yoklaya kapının kolunu oynatmaya başladı. Sonra güçlükle, soluyarak eğildi ve anahtar deliğinden içeri baktı. Ama kilidin içinde anahtar bulunduğu için, bir şey göremedi.
Raskolnikov, baltasını sımsıkı kavramış, duruyordu. Kendinden geçmiş gibiydi. İçeri girdikleri anda onlarla dövüşmeye bile hazırdı. Az önce kapıyı çalarlarken ve aralarında konuşurlarken, birkaç kez içerden onlara bağırmak ve her şeye bir anda son vermek düşüncesi gelip geçmişti kafasından. Kapı daha açılmamışken, adamlara sövmek, onları kızdırmak isteği de duymuştu. "Bir an önce bitse şu iş artık!" diye düşünmüştü.
Zaman geçiyor, dakikalar birbirini izliyordu, ama ne gelen vardı, ne giden. Koh olduğu yerde kımıldamaya başladı.
"Hay Allah kahretsin!.." diye bağırdı birden.
Sabırsızlanmıştı, nöbetini bırakıp, gürültülü ayak sesleriyle merdivenlerden inmeye başladı. Bir süre sonra ayak sesleri kesildi.
112
"Tanrım, ne yapsam acaba?"
Raskolnikov sürgüyü çekip kapıyı açtı. Kimsecikler görünmüyordu. Artık daha fazla düşünmedi, kapıyı arkasından olabildiğince sıkı kapatıp, merdivenlerden inmeye başladı.
Daha üç basamak ancak inmişti ki, birden aşağıdan kuvvetli gürültüler geldi... Nereye gizlenmeli şimdi? Gizlenecek hiçbir yer yoktu. Geri dönüp yeniden eve girecekti ki...
"Hay Allah belanı versin e mi..! Tutun şunu!.." diye bağıran bir adam alt kattaki dairelerden birinden fırlayıp, yuvarlanırcasına merdivenlerden inmeye başladı. Bir yandan da gırtlağı yırtılırcasına bağırıyordu:
"Mitka! Mitka! Mitka! Mitka! Mitka! • Allah belanı versin e mi!.."
Adamın bağırışı bir çığlıkla sona erdi; son sesler artık avludan gelmiş, sonra her şey susmuştu. Ama aynı anda yüksek sesle, çabuk çabuk konuşan birkaç adam gürültüyle merdivenlerden çıkmaya başladı. Üç ya da dört kişi olmalıydılar. Raskolnikov genç olanın çınlamalı sesini tanıdı. "Onlar!"
Tam bir umutsuzluk içinde doğruca adamların üzerine doğru merdivenlerden inmeye başladı: ne olacaksa olsun varsın! Eğer beni durdururlarsa, mahvoldum demektir; eğer durdurmazlar, geçip giderlerse, yine mahvoldum demektir: yüzümü kesinkes hatırlarlar. Birbirlerine iyice yaklaşmışlardı artık, bir katın merdivenleri kalmıştı aralarında. Ama birden kurtuluş! Bulunduğu yerden birkaç basamak aşağıda, sağda, ardına kadar açık bir kapı vardı; ikinci katta boyacıların çalıştığı dairenin kapısıydı bu; sanki bilerek kapıyı açık bırakıp gitmişti boyacılar. Herhalde onlar da şimdi böyle bağıra çağıra gidiyorlardı. Döşemeler daha yeni boyanmıştı. Odanın ortasında bir teneke ve içi boya dolu bir kapla fırça vardı. Süzülür gibi açık kapıdan içeri kaydı Raskolnikov, bir duvarın ardına gizlendi. Tam zamanıydı: adamlar da artık sahanlığa ulaşmışlardı. Sonra dördüncü kata kıvrılan merdivenlere saptılar ve yine yüksek sesle konuşa konuşa çıkmaya devam ettiler. Geçip gitmişlerdi. Raskolnikov biraz bekledi, sonra ayaklarının ucuna basa basa çıktı ve koşarak merdivenlerden inmeye başladı.
115
Merdivenlerde kimseye rastlamadı. Apartman kapısında da öyle. Kapıyı hızla geçti, sokağa çıkar çıkmaz da sola saptı.
Adamların su anda kocakarının dairesine girmiş olduklarını ve az önce kapalı olan kapının şu anda açık olmasına son derece şaşırdıklarını, dehşetle kadınların ölülerine bakmakta olduklarını, bir dakika geçmeden de, katilin az önce burada bulunduğunu ve yanlarından geçip bir yerlere gizlenmeyi başardığını, hatta gizlendiği yerin boş daire olduğunu, kendileri yukarı çıkarken katilin yüzde yüz orada beklemekte olduğunu düşünebileceklerini çok, ama çok iyi biliyordu. Buna rağmen, ilk dönemece daha yüz adım kadar yolu olduğu halde, yine de adımlarını hızlandırmaya cesaret edemiyordu. "Hemen şuradaki apartmanlardan birine girip gizlensem mi acaba? Hayır, bu daha da tehlikeli olur! Baltayı bir yere atsam mı? Yoksa bir arabaya mı binsem? Hayır. Bu çok daha tehlikeli olur!"
Sonunda işte dönemeç! Kendinden geçmişçesine yana saptı. Yarı yarıya kurtulmuş sayılırdı artık, bunu çok iyi biliyordu; burada daha az kuşku uyandırırdı, üstelik çok kalabalık bir sokaktı burası, bir kum taneciği gibi yitip giderdi burada. Ama şu ana kadar çektikleri onu öylesine güçten düşürmüştü ki, adım atarken bile zorlanıyordu. Yüzü gözü ter içinde kalmıştı, boynu sırsıklamdı. Kanalın oraya vardığında adamın biri laf attı kendisine. "Bu nasıl içme böyle ahbap!"
Hiç iyi hissetmiyordu kendini, yol uzadıkça durumu daha da kötüleşiyordu. Yine de, kanalın oraya varınca, birden, kalabalığın azaldığını, farkedilebileceğini düşünüp nasıl korktuğunu, nasıl gerisin geri o kalabalık sokağa dönme isteği duyduğunu hatırladı. Ayakta duramayacak bir halde olmasına rağmen, kestirme yoldan değil, sapa yollardan dolaşarak evine döndü.
Apartman kapısından içeri girerken de kendine gelebilmiş değildi; baltanın hâlâ üzerinde bulunduğunu, ancak merdivenleri çıkarken hatırlayabilmişti. Oysa önemli bir sorundu bu; kimseye sezdirmeden yerine koymalıydı baltayı. Böyle yap'mayıp da, daha sonra rastgele bir avluya fırlatıp atmasının çok daha uygun olabileceğini düşünecek durumda değildi.
116
Ama işleri yolunda gitti. Kapıcının kapısı kapalı olmakla birlikte kilitli değildi: Bu duruma göre, büyük olasılıkla kapıcı içerdeydi; ama o durum yargılaması yapma yeteneğini öylesine yitirmişti ki, hiçbir şey düşünmeden kapıyı açıp içeri girdi. Eğer kapıcı içerde olsa ve kendisine "Ne istiyorsun?" diye sorsaydı, belki de hiçbir şey söylemeden adama baltayı uzatacaktı. Ama kapıcı yine içerde değildi, o da böylece baltayı eski yerine, sedirin altındaki tahtaların arasına sokabildi. Kendi odasına çıkıncaya kadar da hiç kimseye, canlı hiçbir varlığa rastlamadı... Ev sahibi kadının kapısı kapalıydı. Odasına girer girmez kendini olduğu gibi divanın üzerine attı. Uyumuyordu, ama kendinde de değildi. O sırada biri odasına girse, hemen yerinden fırlar ve bağırmaya başlardı. Birtakım düşünce kırıntıları uçuşup duruyordu kafasında, ama bütün çabasına rağmen bunları yakalayamıyor, hiç birinin üzerinde duramıyordu...

Suç ve CezaHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin