Etrafta birbirinin onlarca kopyası olan Mark var gibiydi. Kulağına çalınan her birinin bilmem ne markasının bilmem kaç yüz bin dolarlık takımı olduğunu savunan kendini beğenmiş mırıltılara rağmen Louis onları yalnızca Mark’ın bir başka kopyası olarak görüyordu. Kendi üstünde de bir takım vardı ve, şey, her ne kadar etrafındaki zengin görünüşlü adamları babasının kopyası olmakla suçlasa da tüm kalabalığın içinde muhtemelen Mark’a en çok benzeyen kişi kendisiydi.
“Sikeyim,” diye mırıldandı iki üç masa ötede o kadar gülmesini sağlamak için fazla yaşlı görünen iki adamla konuşan genç çocuğu utanmazca süzerken. Şaşaalı otele adımını attığından beri yaptığı tek şey buydu zaten, onun seçici gözlerine dikizlemeye değer görünen her adamı yaşı söz konusu olmaksızın bakışlarıyla soymuştu. Fark eden vardıysa da, eh, çok önemli değildi.
Sıradaki avı, böyle davetlerde daha pek çok kez bulunduğunu gösteren, her şeye cevap olarak attığı derin, kontrollü kahkahasına, tek elindeki kadehi ağır kaldırışına ve yapabileceklerinden emin olmasından kaynaklanan değil de mükemmel olduğuna kendini inandırmış olmasından doğan aşırı güvenli tavırlarına, yani Louis’nin bir erkekte aradığı tüm eksilere rağmen göz zevki için yeterince hoştu. Koyu teni, jöleyle geriye doğru taradığı saçları, siyah sakalı ve yalnızca yüzüyle bile hareketlerinin uyuzluğunun bedelini ödeyebilirdi. Bu kadar yakışıklı olmak çaba gerektiriyor olmalıydı.
Bakışlarıyla bedeninin her noktasını adeta yemiş olmasına rağmen aptal nasıl onu fark edememişti bilmiyordu ve Louis fark etmeyen tek kişinin neredeyse yalnızca o olduğuna emindi çünkü muhtemelen bilmem ne şirketinin önemli CEO’su olan birkaç adamla beraber babası da salonun diğer ucundan ona garip bakışlar atmaya başlamışlardı bile. Ona da acımaları gerekiyordu ama. Yapacak hiçbir şeyi yoktu ki.
“Davetin tadını ne güzel de çıkarıyorsun. Herkesi süzmek yorucu olmalı.”
Gözlerini dürüst olmak gerekirse biraz zorla koyu renkli çocuğun erkekliğinin saklı olduğu yerden çekip sesin geldiği yere, arkasına dönerken kaşları çoktan otomatik olarak çatılmıştı. Arkasına dönmeye harcadığı bir saniye içinde derin ve pürüzlü sesin sahibine verebileceği bir milyon tane cevap hazırlamıştı. Ama arkasına ciddi ciddi dönüp de sesin sahibini gördüğünde hiçbirini söyleyemedi.
Adam –veya çocuk, hangi terimi kullanması gerektiğinden emin değildi çünkü aynı anda ikisi de olabilirmiş gibi görünüyordu– iki yanağında bir çift çukur ve kocaman bir sırıtışla ona bakıyordu, yeşil gözleri hafifçe kısılmıştı. Louis ona döndüğünde çılgın kıvırcık saçlarının üst kısmını gizleyen gülünç siyah şapkayı devasa eliyle hafifçe düzeltti.
“B-ben-”
“Ah, en azından yaptığından utanıyorsun. Bu da bir şey.” Louis’nin yakışıklı olduğunu itiraf etmemenin haksızlık olacağını düşündüğü yüzündeki koca sırıtış azıcık bile titrememişti ve felç olmuş suratındaki yüz kaslarının kontrolünü en sonunda yeniden ele geçirip bir kez daha kaşlarını çattı.
“Utandığımı kim söyledi? Sıkılıyorum burada!”
“Huh, içeri adım attığından beri tek yaptığın erkeklere bakışlarınla tecavüz etmek ve utanmıyorsun? İşte bu ilginç.”
Louis bir metre kadar falan açılan ağzını kapatmaya çalışmaya zahmet bile etmedi çünkü nasıl cüret ederdi? Yani, söylediği doğru olabilirdi ama bu kadar açık konuşan bir insansa böyle bir davette ne işi vardı? Nasıl cüret ederdi? Diğer göbekli fakat bir şekilde kaliteli görünmeyi başaran iş adamlarıyla bol kahkahalı saçma sohbetler yapması gerekmiyor muydu? Ona neydi?
YOU ARE READING
burns so bright (i wanna feel your love)
FanfictionHarry, Louis'nin aynı anda ölümüne nefret ettiği ve kendini feda edebileceği her şey. uyarılar: homofobi şeysileri, older!harry, bussiness man!harry galibaa, teenager!louis, angst, fluff, cheeky cheeky şeyler