4.

2.2K 97 8
                                    

Uzun ve yakıcı bir yaz gününün sonu. Arabî ayının on üçüne rastlayan bir akşam üzeri, büyük ağaçların yapraklarından meydana gelen yeşil bir göğün altında, Âsaf Paşa'nın kardeşinin kızları olan iki genç hanım da dâvetli bulunduğu hâlde, ailece akşam yemeği yiyorlardı; yalnız kızı, hafif bir nezlesi olduğu için, annesinin huzur ve rahatını kaçıran bir annelik kuruntusuyla ettiği ısrar ve zorlama üzerine, bahçeye inmemişti. Yemek sırasında, ayın yapraklar arasından yansıyan ışığı sofranın beyaz örtüsü üzerinde sönüp parlarken, kızının çok yüksek mevkilere erişmiş, çok zengin bir paşa ile evlenmesinden söz ediliyordu. Dâvetli olan yeğenlerden biri, Paris'in son modasını taklit ederek giydiği uzun etekli açık mavi elbisesi ve boynuna taktığı iki üç sıra incilerle, –bütünüyle doğuya özgü hayâllerden değilse– sabaha karşı sönmek üzere olan yıldızlarıyla gökyüzüne benzemişti. Bu genç hanımlar, ilk geldikleri zaman bir yandan yaşmaklarının iğnelerini çıkarıyorlar, öte yandan vapurda kamara bulamadıkları için ortalarında oturdukları kimi kadınların davranışlarından yakınıyorlardı. Yoksulluk ve sefilliğin yol açtığı kıskanç bir bakış ve terbiyesizlikten kaynaklanmış dil uzatan bir tavırla, yaşmaklarına, ferâcelerine, giyinmelerine ve hattâ yürüyüşlerine, "Şunların hâllerine bakın! Ne günlere kaldık dostlar..." yolunda itirazlar ederek kendilerini rahatsız etmişlerdi. Küçük kardeşi daha çok üzülmüştü. Yüzü utangaçlıkla kızararak, nâmuslarına terbiyesizce saldırıldığı zaman kadınlara en çok güzellik veren görkemli bir nefretle, "Sokağa çıkmak olacak şey değil ki..." diyordu. Gerçekten de, o gün vapurdan çıkarken bir kaç kişi (ona) lâf atarak, kendisine babasının evinde hiç işitmediği bir takım sözler söylemişti. Genel terbiye ve ahlâk adına örtünmeleri istenen Müslüman kadınlarına ulusal nâmusu aşağılayarak söz söyledikten sonra, örtünme nedenini soran Avrupalılara, "Kadınların nâmusuna olan hürmetimiz" yanıtını vermenin büyük çelişki olduğunu itiraf etmeliyiz. Varlıkları ülkemize övünme vesilesi olmayan bir gençlik kümesi vardır ki, kanarya sarısı renginde kravatları, kenarları pek kalın, siyah şeritli açık renk ceketleri, mavi pantolonlarıyla, önlerine gelen kadınlara, başka bir deyişle, genel nâmusa çekinmeden saldırırlar. Bunlar hiç tanımadıkları edep sahiplerini nasıl sürekli olarak rahatsız ederlerse, hiç bilmedikleri edebiyata da öyle saldırılarda bulunurlar. Edebiyatta en çok alkışladıkları, toplumun eğitim ışığı ve değerlerinden yoksun olduğu için, sürekli bir sefillik ve bilgisizlik karanlığında bulunan aşağı tabakalardaki sefiller ve rezillere gıpta edercesine sövüp sayan çekiştiriciler ve yergicilerdir. Onlara göre, şan ve ün, yenme ve yenilme, ağızlarından kin bulaşmış zehir saçan yılanlar gibi kalemlerinden, dâhilerin yüzüne mürekkep tüküren ya da sözcüğün tam anlamıyla en çok sövenlerdir. Sabahtan akşama kadar içtikleri sigara dumanlarıyla sararmış parmakları, oturdukları mahallelerin pek düzgün olmayan yollarında düşmemek için eğilerek yürüdüklerinden ve kalemlerinde temize çektikleri karalamaları eğilerek yazdıklarından ve terbiye gereği eğilerek selâm verdiklerinden (dolayı) kamburlaşmış bedenleri, içkiye olan düşkünlükleriyle kötü beslenme yüzünden toprak rengini alan yüzleri, eğitim ve beceri yerine geçen kötü huyları ve hileciliklerini gösteren küçük siyah gözleriyle, bütün kadınların giyinişlerine, vücut güzelliği ve ölçülerine, terbiye (ve) ahlâklarına hayran oluyor inancındadırlar. Hele bunlar içinde kendi dillerinde mektup yazacak ya da o yazdığı mektuptan daha güzel olmamak üzere, bir iki şey yayımlayacak kadar güzel bir söz söyleme becerisine sahip olanlarla konuşmak isteyenlerin vay hâline!

  İsmini işittikleri Lamartine'den gülerek söz ederler; resmini gördükleri Victor Hugo'yu beğenilmeye lâyık bulurlar.

  Edebiyatçılardan ve alçakgönüllü insanlardan biri, kendilerini, milletin nâmusunun bekçisi olan terbiye ve ahlâk çerçevesinde eleştirecek olsa hemen ateş kesilerek, İskender'in kendisine bağlı ülkeler arasına girmesi için bir imparatora seslenişi kadar gururlu ve zafer kazanmış bir tavırla, "Ben ona kalemimi gösteririm!" der. Acaba ne yapacak? Pek bayağı bir iki söz oyunuyla pek yetkin bir dille sövecek. Kalem ustalıkları, terbiye ve bilgileri ve üstün gelme silâhları sövmek olan bu rezil insanların, iki güzel ve nâmuslu kadına tecâvüzlerinin üzüntüsünden dolayı bütünüyle dışına çıktığımız konuya dönüyoruz. Kadınlarda pek şiddetli olan yüksek bir konuma ulaşma hırsına, üstün gelme isteğine ve gösteriş sevdasına uygun olan bu evlenmeden dolayı bütün yüzü bir gülümseme hâlindeydi. Gençlik döneminin en parlak zamanında büyükçe bir servetle en yüksek hüneri kişiliğinde toplamış olan oğlu için, bütün İstanbul'un tâlih ve soyluluğundan söz ettiği en büyük ailelerinden birinin kızını düşünürdü. Kimi zaman bu kadarla da yetinmeyerek, açgözlü istekleri, yükselme umudunu izleyip tasarladığından daha yükseklere çıkarırdı. Şakacı karakterine ve neşeli yaradılışına karşın üç dört dakikadan beri önündeki yemeğini unutmuş bir durumda düşünen oğluna, kadınlara ve özellikle annelere özgü, içe işleyen dikkatli bir bakışla bakarak Celâl'ini daldığı düşüncelerden uyandıracak bir sesle konuşmaya başladı:

SergüzeştWhere stories live. Discover now