"Dedeciğim, lütfen, bana inanmalısın. Şaka yapmadığıma dair sana yemin bile ettim! Ben sözlerimde sahiciyim. Hem– Hem Taeil hyung da yanımdaydı! Onun da gördüğüne eminim, ne olursun inan bana ve izin ver. İzin ver, gideyim!"
İçim öyle kıpır kıpır ki, bir anlığına yere yığıldığım gibi tahtalıköyü boylayacağımı sanıyorum. Öyle içim içime sığmıyor, öyle dolup taşıyorum ki; bu his yüreğimi kül ediyor sanki. Bir yandan büyük babamı ikna edebileyim diye yerimde kıvranıyor duruyorum, bir yandan da Tanrıyla görüşmeli gibi; nasıl olur da beni alnımın çatından vurulmuşa çevirip kendimi uçurumun ağzından bıraktığım gibi bayır aşağı yuvarlanmamı isteyecek delinin tekine döndürür?
"Mark'ım... Bilirim yalan söylemek istemezsin, beni kandırmayı hele, hiç. Ama benim endişe duyduğum taraf o çocuktur. Tanımayız, etmeyiz. Kimdir anası-babası, nerelidir? Benim gayem senin başına dert gelmesin, sen öylesine, bir anlık heves uğruna yıllarca yaralı bereli kalmayasın."
Eklemlerinden boyuna nasır bağlamış mis kokulu avuçları kuvvetle omzumu kavrıyor. O kadar güçlüce kavrıyor ki, aklımı başıma alamasam ona inanacağım; Donghyuck'un elin biri olduğuna, tanımadığım etmediğim, neyin nesidir bilmediğim biri olduğuna inanacağım. O an ellerim omuzumdaki yüklü ağırlığa gidiyor. Bu yük bana öyle ağır geliyor ki, onu tuttuğum gibi sırtımdan indirince omuzlarımdan sahici bir yükün kalktığını hissediyorum. Bu his içimde bir yerleri çok büyük kemiriyor ama akıllanmazın tekiyim, iyice bilsem de çok büyük kıracağımı, yine de aldırış etmiyorum.
"Büyük baba," diyorum. Sesim hiç olmadığı kadar kararlı çıktığından olsa gerek, dedemin gözbebeklerinin anbean küçüldüğünü rahatlıkla seçebiliyorum. "iyi, hoş, sen beni düşündüğünü sanıyor, beni yabancı kimselerden korumayı fikrediyorsun. Nasıl tarif ederim inan bilemiyorum da, kendimi bildim bileli kimseciklere sözünü dahi edemediğim o "işte, ben birileri tarafından seviliyor ve endişe duyuluyorum!" coşkusunu bana hissettirebilen tek kişisin sen bu yeryüzündeki. Ama istemez misin birileri daha hissettiriversin bana bu coşkuyu? İstemez misin; ben onu her gördüğümde yüreğim cayır cayır yansın da gıkımı çıkaramayım, beni her soluklanabildiğim an öyle yerle bir etsin ki, onun yüzüne, defalarca dibe batmaktan haz alayım, acının en hokkalısını çekeyim, hüzün nedir en talihsiz yolla öğreneyim? İstemez misin yirmi bir yıldır yaşayıp durduğum "kâh böyle, kâh şöyle"lik hayattan sıyrılayım, asıl yaşam nedir ben de tadına varayım, hm? İstemez misin, dedeciğim? Haydi, bırak beni, gideyim onun peşinden. Görmüyor musun ne denli sabırsızım, her tarafım ayrı oynuyor. İzin ver gideyim, ne olursun."
Bu sözlerim sonrası büyük babamın gözlerimin içine nasıl baktığını ne olsa unutmam. Onun bana verdiği izin üzerine nasıl çığlıklara boğulduğumu, kollarımı sımsıkı boynuna dolayıp yanaklarına kaç binlerce öpücük kondurduğumu, ona sayısız kez inlediğim teşekkür namelerini ne yaşarsam yaşayayım, unutamam.
Şimdiyse, Donghyuck'un yanına ilerken, zihnimin her bir yanı onunla dolu. Yürüdüğüm her adım, soluduğum her nefes onun için, ona kavuşabilmek uğruna. Donghyuck benim ne sevgilim, ne de ben onun sevgilisiyim; biliyorum. Aramızda hiçbir şey yaşanmadı. Onu gördüğüm o günün ardından ne bir şey yaşadık, ne de onu yeniden görebildim. Onunla aramda adı konulmuş hiçbir ilişki olmasa da, ben ona hasrettim. Ona hayatımda bir kez bile dokunamamış da olsam, onun tenine duyduğum özlem asıl beni mahveden şeydi. Ruhumu kıpır kıpır eden de, kıpır kıpır ettiği kadar sızım sızım sızlatan da onun gözleri, onun o dolgun dudakları ve güzelim yanık teniydi. Ben onu seyire dalmanın tadını bir kez çoktan tatmıştım, artık bırakabilmek imkânsızdı.
Ellerimi kot pantolonumun ceplerine iyice soktum, aşkam ayazı tüylerimi de ürpertse ben Donghyuck'un ufacık botlarını düşündüm. Acaba ona yeni kunduralar alsam sevinir miydi? Belki öyle sevinirdi ki sevincinden boynuma bile zıplardı. Lakin belki de kunduralardan oldu olası hiç hoşlanmıyordu? Bilmiyordum. Yine de düşünmeye devam ettim. O sahil yoluna varana dek düşündüm durdum. En sonunda yolun başı ufukta göründü. O an kulaklarımı gürültüyle uğuldadı. İçimde, geçen her dakika alevlendikçe alevlenen ateş, artık son raddeye geliyordu. Karşısına çıkacak da yüzüne karşı ne diyecektim onu da bilmiyordum fakat bildiğim bir şey vardı; o da bugün Donghyuck'u göremezsem, ruh bedenden ayrılana kadar gözüme bir kez olsun rahat bir uyku girmeyeceğiydi.
Adımlarımı attım, çekinmedim, bıkmadım, usanmadım, vazgeçmedim. Sahil yolundaki kaldırımda minicik bedeniyle oturmuş, parmaklarıyla kumlu yola bir şeyler çizip duran oğlanı görene dek asla vaz geçmedim.
Yıpranmış tişörtümün eteklerine sırılsıklam avuçlarımı sürttüm ve derin bir nefes vermeyi denedim. Denedim ama ne fayda, henüz yanına varamamışken bile soluğum kesiliyordu. Beni çoktandır fark etmiş miydi, emin değildim. Fark ettiğinde, yanına yanaşıp kokusunu gizliden içime çekmeye çalıştığımda ne tepki verecekti, bihaberdim. Tanrım! Haddinden ciddi anlamda fazla gelen heyecanımı birkaç saniyeliğine üzerimden silktim ve şöyle bir kendime gelmeyi diledim. Sanki o mayhoş kokusu soluduğum havaya çoktan karışmıştı ve ben içime çektiğim her nefesten sonra daha bir sarhoş oluyordum. Ona varan yol büyüdükçe büyüyor, sanki ona doğru attığım her adım ondan uzaklaşmama yol açıyordu. Durmadım, yürüdüm, yürüdüm ve yürüdüm. En sonunda ayakkabılarım kumlu sahil yoluna değiverdi. Etraf ıssız, cadde olabildiğine boştu. Donghyuck'un aromasına bezenmiş sahilin kokusu ve sakin dalgaların gürültüsü hariç yalnızca o ve ben vardık. Çekinmeden birkaç adım daha attım, Donghyuck yüzünü bana bir türlü dönmüyordu. Sahil kıyısına doğru şöyle bir göz attım. Utanacağı, çekineceği bir şeyi fark edemedim. İçimdeki merak da tıpkı aramızdaki mesafeler gibi büyüdükçe büyüdü ama Donghyuck bir kez olsun suratıma dönüp bakmadı. Yalnızca çenesini dizlerine daha çok bastırdı ve parmak uçlarıyla kuma bir şeyler yazıp silmeye devam etti.
Ellerimi ceplerime tıkıştırıp boğazımı temizledim. Ben Donghyuck gözlerime bakıp bir şeyler mırıldansın, hiç olmadı, en azından kafasını olduğum yöne çevirsin diye uğraşıyorken o yalnızca ayaza karşı dağılıp duran rengarenk saçlarının canlarının istediğini yapmalarına izin veriyor, kaldırım kenarında kendisinden başka hiç kimseler yokmuş gibi tavırlanmayı sürdürüyordu. Artık canıma tak ederken saçlarımı sağa sola rastgele dağıtıp, "Donghyuck?" diye mırıldanıverdim. Karşımdaki oğlan sanki bunu bekliyormuş gibi hızla yanıtladı, "Hm?" Ne diyeceğimi, ne söylemem gerektiğini hâlâ bilmiyordum. Bu yüzden sadece akışına bıraktım. Bakışlarımı ayakkabılarıma indirip "On üç gün oldu..." diye devam ettim. Beni duyduğu gibi kafası bana çevrildi. Çevrilmesiyle Tanrıdan beni onun gözlerine hapsetmesini diledim. Bana öyle parlak bir bakış atıp dudaklarını merakla büzdü ki, şu koca bedenimle, güzelliği uğruna yere serilip olduğum yerde saatlerce sızlanmak istedim. Kaşları da büyük gözlerine eşlik edip abartıyla havalanırken, "Sen de saydın mı!" diye şakıdı.
"Sen de yalnızca on üç gün birbirimizden ayrı dayanabildiğimizi saydın mı, Mark?"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
THERE, THERE
Fanfictionwhy so green and lonely? lonely, lonely heaven sent you to me to me, to me we are accidents waiting waiting to happen we are accidents waiting waiting to happen