bölüm iki ϟ kırık can parçaları

500 23 211
                                    



Ruhları düşüncelerinde boğulmuş zihinler, zihinleri intihar etmiş bedenler.

Sözleri kıymık gibi batardı ruhuna,
Yara dolu maziye dönüşürdü,
kabuk bağlardı,
Yine de ses çıkarmazdı,
kanasa bile.

ϟ

Herkesin ruhunu kemirip hasta eden düşünceleri vardır; zihinleri bu düşünceleri o kadar karışık ve fazla gösterirdi ki olduğundan daha kötü görünürdü. Zihnimiz bizi bir kukla gibi oynatır ve biz elden ayaktan düşene kadar sonlandırmazdı. Hasta zihinler melankoli ile harmanlanırdı, melankoli ruhları cezbeder ve intihara sürüklerdi. Ruhları düşüncelerinde boğulmuş zihinler, zihinleri intihar etmiş bedenlere dönüşürdü.

Kaç saattir açmaya çalıştığım mor defteri yatağımın üzerinde yanıma koydum, sıkıntıyla saçımı avuçladım ve sağa doğru yatırdım. Defter küçük bir demir kilit ile kapatılmıştı ve anahtarı üzerinde yoktu. İnsanlar yasak olan şeylere nasıl daha çok merak duyuyorsa şu anda bende bu günlüğün içinde yazanları merak ediyordum. Sadece merak diyerek de geçiştiremezdim, intiharını gördüğüm bir kızın defteriydi. Bu defter sadece mor bir günlükten ibaret değildi, bir kızın iç dünyasını ve dış dünyasını temsil ediyordu, bir nevi günlüğün yazarı olan kişiyi tanımamızı sağlardı. Onu tanımak içinse defteri açmam gerekiyordu. Bu yüzden açmak için birçok yol denemiş fakat denediğim yolların hepsi çıkmaz sokağa varmıştı.

Yatağımdan ayaklarımı sarkıtırken ellerimi iki yanımda yatağa yasladım ve kafamı önüme eğdim. Aklımda o kadar çok düşünce vardı ki hangisini düşünmem gerektiğine karar veremiyordum. Kafamın içi de duygularım gibi karışık ve darmadağınıktı. Bir daldan başka bir dala atlar gibi düşünceden düşünceye atlıyordum.

Yataktan kalkarak masamın önündeki sandalyeye yerleştim. Sandalyenin üzerinde kendimi masaya doğru ittirirken ellerim arasında çevirdiğim kalemi açık resim defterimin üstüne bıraktım. Çizemediğim yarım kalmış çizgilerimle bakışmaya son verirken çizgilerin devamını getirmek için harekete geçmiş, kafamdan düşünceleri atmaya çalışmıştım. Sonunda bir saat kadar kendimi verebilmiş ve karnımın guruldadığını hissettiğim an elime telefonumu alarak aşağı kata mutfağa indim. Karnımın acıkmasına sebep olan; kafamda strese yol açan düşünceler miydi yoksa gerçekten acıkmış olmam mıydı emin olamadım o an.

Mutfaktan içeri girdiğimde tezgâhın önünde Hatice teyzeyi gördüm. Beni görmemesinden faydalanarak arkasından yaklaştım ve kollarımı beline doladım. Korkuyla sıçradığında gülerek konuştu.

"Ne yapıyorsun deli kız, korkuttun ya beni."

Burnuma dolan güzel koku tezgâhın üzerindeki dilimlenmiş kek tabağını fark etmemi sağladı.

"Çok güzel kokuyor." diyerek kokuyu iyice içime çektim.

Kırışmış ama yumuşacık olan ellerini yanaklarıma yerleştirdi ve gülümseyerek konuştu. "Sen otur masaya, bende sana limonlu kek getireyim."

Kolunun altından girerek yanağına bir öpücük yerleştirdiğimde hafifçe geri çekildim ve gözlerimi Hatice teyzenin yüzünde gezdirdim. Onunla tanıştığım ilk gün gözümün önünden geçti, bu sene altmış yaşına girecekti ve gözümün önünde ilk tanıştığım hali vardı. Siyah saçları hiç değişmemişti sadece siyah tutamların yanına beyaz tutamlar eklenmişti. Cildi ilk tanıştığımız güne göre daha solgundu ve yaşlılık çizgileri belirginleşmişti ama yine de işini ilk günkü neşesiyle yapıyordu. Tek değişmeyen şey sanırım buydu.

Yıllarca ev ve şehir değiştirmiştik; İzmir, Antalya ve İstanbul. İzmir'de yaşarken bir apartmanda dairesinde yaşıyorduk ve Hatice teyze bizim eve yeni gelmişti. O zaman normal bir çocuktum, bir anneye ihtiyacım vardı ve Hatice teyzede bir nebze olsun annelik görevini üstlenmişti. O günden sonra biz hangi şehre gidersek oraya gelmişti. Ailesi ve geçmişi hakkında bir bilgim yoktu fakat bana çocuklarını ve eşini trafik kazasında kaybettiğinden bahsetmişti. Sonuç olarak kimse karşılıksız her şeyi yapabilecek tek varlığı ailesini, evini bırakıp başka bir şehre gidemezdi.

kuklacılar ve kuklalarıWhere stories live. Discover now