15• Harikalar diyarı: Ateş böcekleri

589 56 253
                                    

Sabah güneşinin parlak ışığı gölün yüzeyinden yansıyıp gözlerini kamaştırdığında, Ru Hua yarı yolda karşılaştığı sevimli bir köpek ile ilgilenmekle meşguldü. Kar beyazı rengindeki bu küçük tüy yumağı sevgi dolu bir şekilde ayaklarına dolanmış, şımarık hareketlerle Ru Hua'yı kendisi ile oynamaya zorlamıştı.

Sabahın en ilginç kısmı ise ilerideki konutun terasına iki bekçinin alelacele gelip oradaki kişiye bir kaç cümlelik rapor verdikten sonra aynı hızda geri dönmesi ile başladı.

Ru Hua dikkatle bakınca bu kişinin Xie La olduğunu fark etti. Terasın ahşap trabzanlarına sırtı dönük bir şekilde duruyor, yanındaki genç bekçiye bir şeyler söylüyordu. Üzerinde malum anlarındaki kıyafeti vardı ve güneş ışıklarının düştüğü bronz teni altın ışıltılarla parlıyordu.

Ru Hua terasa doğru bir kaç adım daha yaklaştı ve bakışlarını biraz daha kaldırdı. Attığı her adımda Xie La daha da yükseliyordu. Yeterince yüksekte değilmiş gibi...

Genç koruyucu onu meraklı bir şekilde incelemeye o kadar dalmıştı ki Xie La'nın ani dönüşünü fark edemedi. Hazırlıksız yakalanarak olduğu yerde kalakaldı. Küçük, itaatsiz adımları dondu. Tüm bedeni önceki gecenin anısı ile hafifçe sarsıldı. Yaşananlardan dolayı Xie La'dan kaçmamaya karar vermişti ama bu kadar çabuk yüz yüze gelmeyi de beklemiyordu ve Tanrı yardımcısı olsun Ru Hua kaçmak istiyordu.

Çünkü orkunç bir kuvvetle ona doğru çekiliyordu.

Bu tehlikeydi.

Yok ediciydi.

Yine de çok güzeldi.

Anka Vadisi'nin efendisi Ru Hua'yı fark edince büyük bir adım atarak terasın sınırına geldi. Üst gövdesini eğerek kollarını trabzanların üzerinde kavuşturdu. "Günaydın." dedi cazibe dolu, düşük tondaki sesi ile.

Ru Hua farkında olmadan ona yaklaşmaya başladı. Adımları da varlığı gibi kontrolü altında değildi.

Beyninin mantıklı tarafı resmi bir cevap verip selamlama faslını bir an önce bitirmesi gerektiğini söylüyor; duygularının kölesi olan kısmı ise Xie La'nın gecenin bin bir tonunu barındıran derinlikteki gözlerine dalıyor, uzaklaşmayı beceremeyen ateş böceklerinin ışığa doğru amansızca gitmesi gibi ona doğru gitmesini sağlıyordu.

Tüm bu kaosun ortasında bir de kafasının içinde Xie La için kavga eden iki farklı ses vardı.

"O öldürmen gereken biri." diyordu acımasız olan ses. "Sadece kardeşin için değil. Bütün herkesi, insanların canını merhametsizce alan bu caniden kurtarman gerek."

Ru Hua küçük bir adım daha attığında nispeten ılımlı olan ses "Öldürdüğü kişilerin masum olup olmadığını bile bilmiyorsun." diye savunmaya geçti. "Belki gerçekten ölmesi gereken kişileri öldürmüştür."

"Ne fark eder? Sonuçta kalbi karanlıkla dolu ateşten bir şeytan o!"

"Kalbi karanlıkla falan dolu değil! İnce düşünceli, neredeyse sevecen biri."

Adımları terasın başladığı sınırın yakınında son bulduğunda Ru Hua'nın kafasındaki sesler de derin bir sessizliğe gömüldü. Hangi tarafın haklı olduğuna bir türlü karar veremiyordu. İçinde onun karanlığını inkar edebilmişti evet ama ateş olmasını inkar edemiyordu.

Doğruydu.

Xie La bulunduğu yeri ısıtıyor, dokunduğu her yeri yakıyordu. Öpücüğü kavurucuydu. Meng Ru Hua'yı kurak çölde susuz bırakıyor, bu susuzluğun geçmesi için ona daha fazla ihtiyaç duymasını sağlıyordu.

FIND ME  •yizhan•Where stories live. Discover now