vav'ın elif'e büküldüğü yer.

329 103 108
                                    

4 hafta sonra, aynı vapurda*

"Hadi, değiş tokuş." dedim parmaklarımı hareket ettirerek. Bu sâlih'le aramızda sıkça kullanmaya başladığımız bir tabirdi, alışkanlık kazandırmıştı. "Değiş tokuş," olayı ortaya serildiğinde ben çizdiğim şeyi ona verirdim, o da usulca yazdığı mektubu bana uzatırdı. Tanışalı neredeyse bir ayı devirmiştik ve ben komodinimin çekmecesinde sayısız mektuplar biriktirmiştim. Onun odasının da aynı duruma maruz kaldığına emindim.

Birlikte çok şey paylaşmıştık, kaburgamızı, göğüs kafesimizi. Sessiz lisanımızla pek çok şey anlatmıştık. Korkularımızdan bahsetmiştik, sessizliklerimizden, acıyan yerlerimizden. Uğradığımız zorbalıklardan, ne kadar gücendiğimizden. O da benim gibiydi, konuşamıyordu ama aynı zamanda duyamıyordu da. Bunu söylediğindeki yüz ifadesi silinmiyordu aklımdan, kendine acımamıştı. Aksine kendiyle gurur duyuyordu, her şeye rağmen elif gibi dimdik durabildiği için. Bencillik hissi etrafımı sarmıştı o vâkit, biraz da hayranlık.

Benden daha kötü durumda olan insanların olduğunu bildiğim hâlde kendimi sürekli eksik görmüştüm, korkmuştum, acımıştım kendime ve eksikliklerime. Ben hep vav'dım, eğiktim/kamburdum. Bükülmüştüm. Lâkin şimdi öyle değildi, alfabe değişmemişti. Artık o vardı ve benim adıma ayırdığı kıymetli birkaç saati. Ayçiçeğinin yapraklarını güneşe dönmesi misâli dönüyordum dünyaya ve ay'ın geceye karıştığı yerden karışıyordum ona.

"Bu çizim diğerleri ile pek benzeşmiyor," dedi parmak uçlarıyla dizine yasladığı kağıda pür dikkat bakarken. "Bu zihninin eserlerinden biri mi?" Resimde bir kadın vardı, her bir yanına notalar saçılmıştı. Kadın suskundu, dudakları mühürlü, notaların kilidi kayıp. Bir türkü dâhi peydahlanamıyordu dudaklarında, çıkmaz olmuştu sesi. Sahi sesi nasıldı, güzel miydi? Tok ve kalın mıydı, yoksa ince bir ses miydi? Bugün sessiz ruhumu resmettim, çehresi güzel adamın parmak uçlarına hapsettim.

"Hey?" dedi parmaklarıyla, bir elini gözümün önünde sallıyordu aynı zamanda. Uykudan uyanmış gibi irkildim ve daldığım yerden sıyrılıp dikkatimi onda toparladım. Ardından oturduğum yerde dikleştim. "Kusura bakma, dalmışım."

Anlayışlı bakışları çehreme dokundu ve parmakları tekrar hareket etti. "Notaların ardına hapsolmuş kız, sensin değil mi?" diye sordu birden. Bakışlarım dizlerime indi, cevap veremedim. Ne denir, bilemedim. Bir süre yüzümü izledi, çekincemi fark ettiği anda bana bakmayı kesti ve ceketinin iç cebinden köstekli bir saat çıkarıp elindeki saate odaklandı. Kafasını kaldırdığı sırada vapurun kıyıya vardığını haber veren zil çaldı ve alelacele "tam vâkti." dedi. Ben daha ne olduğunu çözemeden elimi kibar ama hızlı bir şekilde kavrayıp kısa bir sürede kalabalığı yarmamızı sağlayıp dışarı attık kendimizi. Soluklanmak için yavaşladığımız sırada telaşla ellerimi kaldırdım. "Neler oluyor? nereye gidiyoruz?"

"Umutlarının yeşereceği bir yere, Firûze." Dedi kısaca ve tekrar elimi kavrayıp koşmaya, beni de peşinden sürüklemeye başladı. Bir süre sonra sorgulamayı kesip ayak uydurmaya başladım. Özgürce koştum, bir çocuk misâli, bir kuş misâli kanatlandım. İşlek bir caddeye giriş yaptığımız an yavaşladık ve bir yere toplanmış küçük insan kalabalığının arasına karıştık.

Çevremde birden müzik enstrümanları çalan ve olduğumuz yerden koparcasına şarkı söyleyen genç beyefendiler gördüğümde şaşkınlıktan ve fazla duygu yüklemesinden dudağım titriyordu. Çok geçmeden gruptan biri bize doğru baktı ve anlayamadığım bir şekilde Sâlih'e selam verdi, o da aynı şekilde tebessüm ettiğinde karmakarışıktım. Tanışıyorlardı ve Sâlih beni buraya getirmeyi seçmişti. Bir süre sonra bir şeyleri sorgulamayı kesip gösterinin tadını çıkarmaya başladım, her bir melodi de yüzümdeki gülümseme alıp başını gidiyordu. Belki ben de oralarda olabilirdim. Gökyüzünde bir kuş uçtu adına umut, gülüşüme Sâlih dedim.

"Bugün sen çok gençsin yavrum
hayat ümit neşe dolu
mutlu günler vaat ediyor
sana yıllar ömür boyu
ne yalnızlık ne de yalan üzmesin seni
doğarken ağladı insan
bu son olsun bu son."

Başımı Sâlih'e çevirdim usulca, yan profili parıldıyordu. Yüzü huzurluydu. Ardından bana döndü, karşılık olarak ellerimi kaldırıp "Teşekkür ederim, çok hoş bir şarkı." Dedim. Gülümsedi, silikti/saniyelikti. Gülüşünü bir saniyede elime yüzüme bulaştırdı. Vücuduma tohumlar ekti, dallandırdı, yeşillendirdi. Ve, çiçek açtırdı.

Bir anda onun duyamadığını düşledim, çiçeğimin bir yaprağı yere düştü, gülümsemem yüzümde soldu. Kendimi boşlukta debelenirken buldum. Burada olmak onun için bir şey ifade ediyor muydu ki? Duyamıyordu sonuçta. Benim için gelmişti, kalbim kasıldı. Acıdan-kederden. Tam şu anda duyamadığı için nasıl hissediyordu? Yüzündeki gülücük bir maske miydi yoksa gerçekten bu hayata uyum sağlayıp mutlu mu olmuştu? Kendiyle gurur duyuyor olabilirdi ama bu eksik hissetmeyeceği anlamına gelmezdi. Gelmezdi, değil mi?

Anın büyüsünü bir toz bulutu misâli dağıtan gerçeklerle uyandığımda, Sâlih'e dönüp konuşmak istediğimi söyledim. Ellerim titriyordu, kalbim bir tuhaftı. Kalabalıktan sıyrıldığımız ilk anda ona döndüm. "Bana umut vermeye çalışırken kendine acılar ekiyorsun, ben bunu istemedim senden. İstemiyorum da." Eğer konuşabilsem, kelimeler boğazıma birer köprü olurdu o vâkit.

"Nereden çıktı bu, Firûze?" diye sordu dürüstlüğünü karşıma dizerek. "Bir gün duyacağımı biliyorum, umudumu hiç kaybetmedim." Parmaklarını bir şeyi söylemeyi unutmuşçasına telaşla yeniden kaldırdı yukarı. "Ha, bu arada..." elimi kaldırıp avucumu kalbinin hizasına bastırdı. "Eksik değilim, âksine tamamlanmış hissediyorum."

beş çeyrek vapuru | kısa hikâyeWhere stories live. Discover now