13 : Büyük Belki

1.2K 184 131
                                    

"İçmek istemediğine emin misin? Mekanda masa ayırtmıştım. Geri dönmek için son fırsat bak."

Solumda, sürücü koltuğunda oturan Minjun'a baktım ve yapmacık bir gülümseme sundum. Bu çocuk gerçekten hayırı cevap olarak kabul etmiyordu. Kafasına çantamın içindeki ped kutusunu geçirmeme son 2 dakika falan kalmıştı.

Baştan alalım.

Mark ile aramızda geçen aşırı-duygusal-ve-romantiklik-içeren(!) konuşmadan sonra aşağı inip on dakika kadar Minjun'un gelmesini beklemiştim. Sonunda altında mat siyah bir Range Rover ile geldiğinde beynimin bir köşesi bu çocuğun ailesinin ne iş yaptığını çözmeye çalışmaya koyulmuştu. Kore'de bu arabadan olduğunu bilmiyordum bile.

Arabaya bindiğimde tek düşündüğüm şey yanımda oturan meteor parçası değil, üzerinde oturduğum koltuğun ne kadar rahat ve arabanın içinin ne kadar mükemmel oluşuydu. Yani, Bora beni bu arabayla bile görücü usulü randevuya çıkarabilirdi. Görür görmez zaten tamamı yapıştırırdım cevap olarak.

Minjun beni gitmenin elli dakika sürdüğü bir dağ ev restoranına götürdü. Mekan çok iyiydi; ahşap bir evin camlı terasından ağaçları ve geceyi izleyerek, yanınızda yanan şömine ateşiyle ısınarak yemeğinizi yiyordunuz.

Gerçekten, arabadan sonra bu mekan kalbimi çalmıştı. Ormanı severdim, şömine ateşini severdim, dağ evlerini severdim. Ayrıca yemeklerimizin yanında birer kadeh kırmızı şarap içmiştik ve ben şaraba bayılırdım. Ortam harikaydı, Minjun işini iyi biliyordu. Şu ana kadar çıktığım erkeklerle ilk randevum hep sinema olurdu, bir de şimdiki lüks yere bakınca önceden ne halt yediğimi sorguluyordum ister istemez.

Orada bir saat kadar kalıp sohbet ettik. Minjun ile sohbet etmesi zor değildi. Herifin ağzı su kuyusu gibiydi mübarek, çok iyi laf yapıyordu. En beklenmedik konulardan konuşup benim hakkımda bir şeyler öğrenmeyi çok iyi başarıyordu. Burcum ve favori renklerimi bile gittiğim Busan gezisiyle ilgili konuşurken bir şekilde bağlayıp öğrenmişti.

Restorandan sonra beni merkezde yeni açılan bir fuar salonunda yapılacak akustik konsere götürdü. Rock grupları yoktu, gerçekten akustik bir konserdi. Sakindi ve müziği dinlerken fuarda sergilenen resimlere veya heykellere bakabiliyordunuz.

Arada bir şeyler karalamayı severdim fakat daha önceden hiç kalkıp bir sergide resim yorumlamamıştım. Benlik değildi öyle şeyler. Resimlerin altında pek fazla anlam aradığım söylenemezdi, edebiyatçıydım ben, ressam değildim sonuçta. O yüzden Minjun resimler ve müzik hakkında konuşurken ben sadece dinleyip gülümsüyordum. Bazen de sadece dinliyor gibi yapıyordum ve aklımdan içeriye birden Mark girse nasıl olur diye senaryolar uyduruyordum.

Çok fazla dizi izlemek bana iyi gelmiyordu galiba.

Oradan sonra da arabayı bir kenara bırakıp Han Nehri'nin yanlarındaki yürüyüş yerlerinde gece gece yürüyüp sıcak mısır yedik. Mısır yemeseydik o soğukta yürüyüş yapmayı saçma bulabilirdim. Yürürken ailemle ilgili konuştuk, abimi falan sordu. Pek bir şey anlatmadım tabii ki, fazla özel sorularından kaçınmak için de bir süre sonra soruları ben sormaya başladım.

Babasının şirketi varmış, annesi de özel bir hastaneye sahipmiş. Adını söyledi fakat bilmiyordum, pek ilgilendiğim de söylenemezdi zaten. Tek çocukmuş ve sürekli arkadaşlarıyla berabermiş. Söylediğine göre Jihoon ile çocukluk arkadaşıymış ve Jihoon Bora'yı ilk gördüğü andan beri seviyormuş.

Son söylediği saçmalığa inanmamıştım tabii ki. Jihoon'un ne kadar yavşak bir insan olduğundan haberim vardı.

Bir randevu için fazla uzun vakit geçirdiğimizi düşünüp eve gitmem gerektiğini söylememin üzerinden yirmi dakika kadar geçmişti ve işte buradaydık. Cillop gibi bir Range Rover'ın içinde, evimin önündeydik ve Minjun benden bıkmamayı nasıl başardığını bilmesem de hala bir yerlere gitmeyi teklif ediyordu.

Far From Any RoadWhere stories live. Discover now