17. Bölüm

94 9 0
                                    

Merhaba arkadaşlar.  Buraya yazmamın sebebi şu ki; bu bölüm benim için önemli. Bu yüzden sizlerinde fikirlerinizi merak ediyorum. Hakkında yazılan konularla alakalı düşüncelerinizi bilmeyi, yeni görüşler okumayı çok isterim. Keyifli okumalar :)

***

"İstersen kütüphanelerini de kapat ama benim zihnimin özgürlüğünün üstüne kapatabileceğin ne bir kapı, ne bir kilit ve ne de bir sürgü var."*

Okuduğu kitabın takıldığı satırlarında gözlerini gezdirirken yıllar önce yazılmış bu satırların yazarı ile ilk kez ters düştüğünü fark etti. Beden de özgür olmadan, zihnin tek başına özgür olması onun için tam anlamıyla 'özgürüm' dedirtemezdi. İnsanın yalnızca zihninin dehlizlerinde özgür olması esaret güzellemesi gibi geliyordu ona. Bir kadının üzerine kapatılan kapı, üzerine vurulan kilit, uygulanan tahakküm katlanılamaz, kabul edilemezdi onun için.

Elindeki kahveyi fincanını masaya bırakıp, kitabın arasına ayracına koyup kapatarak gözlerini önüne serilen manzaraya çevirdi. O şanslı olanlardan mıydı? Onu şanslı kılan neydi peki? Tomris ve Tarık Çınar çiftinin evladı olması mıydı? Farklı bir ailede yaşama gözlerini açtığında şanssız mı doğmuş olacaktı? Bu dünyanın belli bir evreden sonra kendi başına kurduğu korkunç bir çifte standart düzeni değil de neydi peki?

O Güneş Çınar'dı. Sevgi dolu bir ailede büyümüş, şımartılmayacak şekilde el üstünde tutulmuş, kendisine yol gösterilmiş fakat tercihlerine saygı duyularak büyütülmüştü. İstanbul'un Kuzguncuk semtinde, Çınar köşkünde doğmuş bir kız çocuğu olarak büyüyüp idealize ettiği bir kadına dönüşmeye doğal bir hak mı kazanmış oluyordu? Ya Kars'ın bir köyünde doğsaydı? O kadar uzağa gitmenin saçma olduğunu düşündü. İstanbul'un kırsal semtlerinden birinde doğsaydı ne olacaktı? Bu doğal gelişim doğduğun yere, aileye göre mi şekillenmeliydi?

Dünya anaerkilken nasıl olup da bir anda kendilerini ataerkil bir egemenliğin altında bulduklarını anlayamıyordu bir türlü. Bu denli acımasızlığı, kadınların hala ikinci sınıf insan muamelesi görmesini anlayamıyordu. Şiddetin şekli ve boyutu değişiyordu ancak şiddet daima şiddetti işte. Kendisi bir CEO'ydu. Onun gördüğü şiddet karşı cinsten olan iş arkadaşlarının mobbingleri ve ayağını kaydırma çabalarıydı. Dayakçı bir kocası, baskıcı bir babası, her şeye karışan bir ağabeyi, 'aman kızım' diyen bir annesi olmadığı için şanslı mı olmalıydı? Kadınlar buna katlanmak zorunda mıydı?

Okuduğu satırlar getirmemişti onu bu noktaya. Hep bu noktada, bu düşünce ile boğuşuyordu zaten. Sadece dün olanlardan sonra okuduğu satırlar üzerine tuz biber ekmişti. Annesi aktivisti ve avukatı olduğu dernekten eve döndüğünde yanında genç bir kadın ile gelmişti. Sığınma evinde yer ayarlanamadığı için bir geceyi onlarda geçirmesi için getirmişti annesi. Güneş kapıda kadını gördüğünde yüzündeki gülümsemenin solmaması için mücadele vermişti adeta.

Kadının yüzü tanınmayacak haldeydi. Balon gibi şişmiş gözünün biri zorlukla aralık duruyordu. Kaşının birine dikiş atılmış, alt dudağında kocaman bir patlak üzerinde oluşmuş kabuk vardı. Elmacık kemiklerinin üzerinde yer yer morluklar vardı. Burnu, sol elinin iki parmağı sargıdaydı. Vücudunun da farklı olmadığını biliyordu Güneş. Görmek için ille de bakmaya gerek yoktu. Tüm bunlara rağmen bariz şekilde görünen tek şey genç kadının yarım açık tuttuğu gözünden bile belli olan ışıktı. Umut ışığıydı o. Güneş bunu daha önce sayısız kez görmüştü.

Hikâyesi farklı değildi. Hatta bu topraklarda en aşina olunan hikâyelerden birisiydi. Artık haber değeri bile kalmamış, insanların bağışıklık kazandığı ve 'ay yazık' deyip geçtiği bir hikâyeydi. Dokuz çocuklu bir ailenin altı erkek, üç kız çocuğunun sekizincisiydi Dicle. Adı bile aşina olduklarınızdan değil mi? Ailesi köyden kente iş için göçmüş, erkekler liseye kadar bir şekilde okumuş, kızlar ise ilkokul birden sonra okutulmamış bir ailenin çoğuydu işte Dicle. Regli olduktan birkaç sene sonra yani on dört yaşında onlar gibi köyden kente göçmüş köylüleri olan bir ailenin oğluna verilmiş gelin diye.

SARSINTIWhere stories live. Discover now