Bölüm 16: Hayat ve Yaşam

123 20 54
                                    

Hayat...
Bazen yalnız hissettirir, bazen ise sahip olduklarına şükrettirir. Bazen küfredersin ona, bazen ise iyi ki diye dua edersin. İnsanlar ne kadar iki yüzlüydü değil mi? Hayat onlara acı çektirdiğinde nefretlerini kusarlar fakat güzel şeyler yaşadıklarında teşekkür ederler.
Peki ben...
Ben ona karşı iki yüzlü değildim. Hayata hala nefretimi kusuyordum. Evet , hayatımda az da olsa kıymetli insanlar vardı, güzel şeyler yaşadım. Ona şükretmem gerekiyordu ama çektiğim acılar daha fazlaydı. O kadar acı doluydu ki hayatım, şükürlerim kapatmıyordu yaşananları. Bu yüzden hayatı affetmiyordum.
Kendi yaşadıklarımı es geçsem bile hayatın Sude'me yaşattıklarından sonra hayata nefretim bitemezdi.

"Anne! Çay neredeydi, bulamadım?" dedim beyaz boyanmış mutfak dolaplarını karıştırarak. Annem bazen mutfakta ki her şeyin yerini değiştirdiğinden dolayı aradıklarımı bulmam zor oluyordu.
"Sağdan ikinci dolapta! Şeker kavanozunun arkasında!" diye seslendi içeride kahvaltı masasını kurarken annem. Dediği yeri açtığımda hemen bulmuştum.

Daha dün yerini değiştirdiği şeylerin nerede olduğunu nasıl unutamıyordu?! Anneliğin özel gücü.

Çay kavanozunu alıp çayı demledim. Kapağını kapatıp kahvaltı masasına doğru yürüdüm. Annem masayı çoktan hazırlamıştı. Çaydanlığı demlenmesi için masanın kenarına bırakıp oturdum.

Yüzleri gülüyordu. Daha önce böyle mutlu olduklarını sadece yürüdüğümde görmüştüm. Yine benimle ilgili bir konuydu mutlulukları. Onlara haksızlık etmiştim. Dün eve geldiğimde sadece bir gün görmememe rağmen özlediğimi fark etmiştim. Odamı, resimlerimizi, en önemlisi onları. Annemi ve babamı...

"Sizin aranızda kan bağı yok ama kalp bağı var." demişti Sude. Haklıydı. Onlara ait olmadığıma rağmen hayatım boyunca hep beni onlara bağlayan bir bağ vardı. Onlara kızsam da küssem de dönüp dolaşıp yine geldiğim yer onların yanıydı. Şimdiden üniversite için onlardan ayrı başka bir şehirde yaşamak korkunç geliyordu.

"Hah, ekmekleri de dilimledim." diyerek mutfaktan elinde ekmek dilimlerinin olduğu bir sepetle yanımıza geldi babam.

"Benim babam bize bir su bile vermez. Babadan bir şey istemek ayıptır."

Öz aileme baktığımda üvey aileme şükrediyordum. Sude'nin anlattıklarını duyduğumda "İyi ki beni evlatlık vermişler." diye aklımdan geçirmedim değil. Bizim ailemizde neredeyse her iş dağıtılarak yapılırdı. Babamın sakarlıklarından dolayı annemin en az ve kolay işi ona verdiğini saymazsak tabii.

Sude ile biz kardeştik ama çok farklıydık.
Yaşadığımız aileler, gördüğümüz davranışlar, özgürlüklerimiz... Her şeyimiz farklıydı. Sadece acılarımız. İkimizinde acısı farklıydı fakat ikimizinki de sarılmayacak kadar kanıyordu.

Hani düştüğünüzde aldığınız yara zamanla o düşüşünüzü unutana kadar kabuk bağlar ya. Sonra siz tekrar kaldırırsınız o kabuğu, yara tekrar kanar. İşte Sude'de öyle yapmıştı. Kaç sene boyunca hiç kimseye haykıramadığı yaralarının anılarını unutmak tek çaresiydi. Ben karşısına çıktığımda ise o gün acılarının kabuğunu kaldırıp kanamasına izin verdi. İlk defa birine haykırdı düşüncelerini. Tekrar tekrar hatırladı zorla unuttuğu anılarını. Tekrar tekrar kanattı her anının yarasını. Benim içindi. Bana anlatmak için kanatmıştı. Şimdi ise benim için soyduğu yarayı tekrar sarmalıydım. O bana kalbini açmıştı, yarı yolda bırakamazdım.

Babamın elinden ekmeği alıp masaya koyunca çaylarımızı doldurup kahvaltıya başladık. Annemin hazırladığı sucuklu kaşarlı yumurtasından bir çatal ağzıma aldım. Gözlerimi kapatıp ağzımdaki yumurtayla aşk yaşar gibi yemeye başladım. Annemin yaptığı her yemeğe aşık olabilirdim.

7 MartWhere stories live. Discover now