15, son

709 81 77
                                    

(on beşinci bölüm, birinci bölümdeki andan başlayarak günümüze doğru ilerleyecek.)

on beşinci bölüm: zeytinliklerin arasında dolaşırken sevgilim

jung wooyoung ülkesine bir hafta önce dönmüştü. uzun süredir buralarda olmamasına rağmen değişen tek şeyin mevsimler olduğunu rahatlıkla söyleyebilirdi. seul hâlâ aynı bulutlu seul, wooyoung hâlâ aynı wooyoung'tu. mutsuz bile diyecemeyeceğiniz kadar hissiz, nefes alsa da yaşıyor diyemediğiniz kadar ölü. üstelik hâlâ yürüyemiyordu, ne kadar terapi alsa da bir gelişme olmamıştı.

sabahın erken saatlerinde uyanmış ve kitabını alarak yardımcılara onu bahçeye çıkarmalarını istemişti. saatler oluyordu burada oturalı. kitabının son sayfalarını bitirmiş manzarayı  seyrediyordu şimdi. içeri giresi hiç yoktu. darlıyordu onu dört duvar. rüzgar yüzüne çarparken gözlerini kapattı birkaç saniyeliğine. zeytinlikler canlandı aklında, san canlandı. aylardır yaparken zevk aldığı tek şey hayal kurmaktı zaten. içinde san'ın olduğu türlü türlü senaryolar... şimdi bir zeytin ağacının altında uzanıyorlardı. wooyoung kendi yazdığı şiiri fısıldadı san'ın kulaklarına. san ona baktı, gülümsedi. derin bir iç çekti wooyoung. ah bu gülümseme... ne kadar da görkemliydi!

jung wooyoung, san ile karşılaştıkları ilk andan itibaren değişmeye başlamıştı. san'ın bakışları, dokunuşu, gülüşü; onu, iflah olmaz bir çapkını, aptal bir aşığa dönüştürmüştü. bu değişim öyle sessiz öyle hızlı olmuştu ki farkına bile varamamıştı. wooyoung kendisine dahi şaşırırdı o zamanlar, birini bu denli sevebildiği için. böyle bir yetisinin olduğunu san karşısına çıkana kadar bilmiyordu. yeniden içini çekti wooyoung.

hâlâ hayallerinin etkisindeyken duyduğu sesle çıktı zihninden.

"merhaba?"

bahçeye hakim olan sessizliği delip geçen bu tınıyı, wooyoung çok iyi tanıyordu. elleri anında buz keserken yavaşça kaldırdı kafasını. vücudu ondan bağımsız hareket ediyordu. çektiği hasretten bıkmış gibi bakıyordu wooyoung san'a. yüzünü görmeyeli o kadar uzun zaman olmuştu ki... nefes aldığını hissetti aylar sonra. kore'ye dönerken bugünün geleceğini biliyordu wooyoung. san, yeosang'ın yakın arkadaşıydı. illaki bir yerlerde karşılaşacaklardı. illaki duyacaktı san, değecekti wooyoung ismi kulaklarına. sadece wooyoung bu kadar erken olmasını beklememişti.

verdiği bütün kararları, kendini uymaya zorladığı kuralları unuttu bir saniyeliğine. merhaba demek istedi delicesine fakat; ağzını açıp da hiçbir şey söyleyemedi. sadece uzun uzun küçüğün gözlerine baktı. o anda tek istediği sımsıkı sarılmaktı ona, başını göğsüne yaslamak, nefes alışını hissetmek.

bahçeye giren yeosang ile geldi aklı başına. odasına çıkarttı yeosang onu.  kardeşini ne kadar istemese de tersledi. o gittikten sonra ise bir süre kendine gelemedi. san'ı görmüştü. tanrım... aylar sonra yeniden san'ı görmüştü. inanamıyordu.

wooyoung'un kalbi onu korkutmaya yetecek kadar hızlı atıyordu. elini göğsüne götürdü.

"yavaşla." dedi gözlerini kapatırken.

yoksa gerçekten öleceğim.

o günden sonra zaman wooyoung için daha hızlı akmaya başladı. hem san'dan kaçıyor hem de onun yolunu gözlüyordu. bir saniyeliğine silüetini görsem bile yeter diye düşünüyordu.

bugün de öyle günlerden biriydi, pek uygun bir durumda olmasa da san'ı görmüştü. şimdi akşam olmuştu. bahçede oturuyor, yine onu düşünüyordu. bugün bir garipti o, hem biraz hasta görünüyordu hem de değişik davranışlar sergiliyordu. yeosang'ın badem alerjisini bildiği hâlde onun sevdiğini varsayarak eve bademli kurabiye getirmesi gibi. wooyoung kurabiyelerin geldiği kutuya bakmıştı emin olmak için ve yanılmamıştı. ikisinin favori mekanından alınmıştı. bu kadarı tesadüf olabilir miydi bilmiyordu ama o, san'ın kafasının karıştığını düşünüyordu. tesadüf olmasını istemiyordu belki de. bir şeyler hatırlıyor olabilir mi diye düşünmekten kendini alamıyordu.

still with you - woosan Where stories live. Discover now