❧ 7 : mirrorball

124 27 6
                                    

yıldızlamayı ve yorum bırakmayı unutmayın lütfen hevesim kaçıyor sonra<{

Aile tarafından asla güvende hissettirilmemiş çocuklardan yalnızca biriydim.

Sevgiyi hissetmek bir kenara ihtiyacım olup olmadığını bile hiç durup düşünmeye psikolojim kalmamıştı. İnsani yanımı; çocuksu yanımı, kapı dışarı atmışlardı kulağından tutup ve şu ana kadar hep ne yanlış yaptım da hak ettim bütün bu hayatı diye düşünmek zorunda kalmıştım. Çünkü diğerlerine bakmıştım. Çünkü diğerlerinin gerçekten normal bir hayatı var gibi görünüyordu. Belki de sorun bendeydi. Acı çekmek için seçilenlerden biriydim.

Neyse ki ağabeyim vardı.

Yüzüne baktığımda, bana bakarken iyi hissettirmek için gülümsediği zaman ona gerçekten gülümseyebilmek istediğim; arada kavga etsek, birbirimizi kıracak sözler kullansak da aynı aileden muzdarip aynı trenin yolcusuyduk. Sanki dudaklarımın iki ucuna birer ip geçirmişti birisi ve sürekli aşağı doğru çekiyordu, içimden gülümsemek bir türlü gelmiyordu. Hak ettiğimi düşünmüyordum.

Kapı açıldığında ikimiz de ona baktık. Sarıya boyalı saçları dalgalı, karışık ve darmadağınıktı.

"Eve bir kaplumbağa alsan senden daha hızlı açardı kapıyı, Chan." Dedi Minho.

Onu gördüğüm için kaburgalarımdaki susuz bataklık bir anda filizlenmeye başlamıştı. Bu hisler yanlıştı. Bu hisler yasaktı ama ben çoktan kendime dürüst davranmıştım.

"Ne yapayım, yerimden kalkamadım. Aşırı yorulmuşum bugün..." gözlerini kırpıştırırken yorgunluktan delirdiğini görebiliyordum. Onu böyle rahatsız etmiş, ağabeyimin kolundan tutup hadi gidelim diye tutturmuş olmak bana iyi falan hissettirmiyordu. Onu görene kadardı yani. "Gelsenize içeri." Dalmış gibi bir aceleyle kapıyı iyice açıp bizi içeri davet ettiği an önce Minho geçti.

Arkasından ben gelirken Chan kapıyı tutmuş geçmemi beklediği sırada ona göz attığımda bana tek gözünü kırpınca dudaklarımı birbirine bastırıp gülümsemeye çalıştım. "Nasılsın?" diye sordu, fısıltıya yakındı bu ton. Omuz silktim yalnızca cevap olarak. Öyle işte.

Chan sınav senesi olduğu için ailesinden ayrılıp yalnız yaşama kararı almış, alabilmiş biriydi. Keşke ben de o yapı birimini unutacağım kadar uzaklara gidebilseydim ama gün geçtikçe içimde ne kadar umut ve neşe varsa kurutmuşlardı, ne kadar uzağa gitsem de zihnimde kazılı halde kalacaklardı.

Mutfakla birleşik olan minik salonda tekli koltuğa geçip rahatça oturmuştu Minho, hemen televizyonun kumandasını almış karıştırmaya başlamıştı bile. Ben üçlü koltuğa geçip otururken Chan'in bana en yakın neresiyse oraya gelip oturmasını içimden geçiriyordum. Uzun zamandır okula gelmediğim için onu görememiştim. Özlemek kemiklerimi sızlatıyordu. O benim bütün hislerimden bir haberken ve bana kız kardeşi gibi bakarken. Her şeye rağmen merhamet ve korucuyu halini bana göstermesi değişemeyeceğim bir şeydi ve ona anonim olarak yazdığımı söyleyip bu halini bozmaya niyetim yoktu.

"Ne içersiniz?" mutfağa geçmişti hiç salona uğramadan. Omzumun üzerinden dönüp ona baktım. Buzdolabını açmış bakınıyordu. Üzerinde bol eşofmanları vardı ve buzdolabını tutan eli kazağının içinde kaybolmuştu.

"Fark etmez..." diye mırıldandı Minho.

Chan bir an gözlerini buzdolabı kapağının üzerinden bana çevirdi, dağınık saçlarının arasındaki ince gözlerini, küçücük gözlerini. Bir şey söyleyecek gibi dudaklarını araladı ama sonra gözlerini kırpıştırarak önüne döndü, birkaç şey alıp kucakladı. İki küçük teneke kutu ve bir de büyük bir karton kutu. Süttü o. Teneke kutudakiler de bira. Bir bardağa süt doldurup bana doğru getirdiğinde dudaklarım kendiliğinden yukarı doğru kıvrıldı. Biranın birini kendine alıp diğerini de Minho'ya verdikten sonra yanıma oturunca sütümden bir yudum aldım.

"Maç vardı açsana." Chan sırtını yaslayıp rahatça oturdu.

"Devre arasına girmiş baktım. Sana ne oldu ne bu yorgunluk? Bir tek basket değil belli yani..." Minho'nun imasıyla ona bakıp göz devirdim ama o bunu görmedi çünkü şeytani bir şekilde sırıtarak Chan'e göz atıyordu.

"Haftalardır günde bilmemkaç saat antrenman yapıyoruz farkında mısın? Görüştüğüm tek kişi yatağım, uyumak için, Minho emin ol." Chan'in cevabıyla Minho kıkırdadı.

"Ben karışmıyorum. Sadece diyorum, seninle iletişime geçebilmek için benimle konuşan bir sürü kız var yani aracı olarak kullanılmaya çalışmak gururumu zedelese de sende kızların seninle konuşmaktan çekineceği bir şey var, ben de anlayamadım. Galiba bende de kızların bize birini ayarla diyeceği bir tip var, bunu da anlayamadım..."

"Çok düşünme Minho..." Chan gözlerini kısmış ona bakıyordu. Kutuyu dikledi. Dudaklarında kalan nem parlaklığını arttırmıştı dudaklarının. "Sen maçına odaklan. Çok az kaldı ve sen hala üçlükleri anaokulundakilerden daha kötü atıyorsun."

"Abartma be. Bir kerelik top elime çarptı diye ne dalgasını geçtiniz. Aslında ben onu üçlük atmayacaktım. Hem gerçek maç değildi, dalga geçiyordum sadece."

Chan cevap vermek yerine gözlerini kapatıp kafasını olumlu bir şekilde salladı yalandan inanmış gibi bir ifadeyle.

"Lavabonu kullanmam gerek." Minho oflayarak ayaklanırken birayı orta sehpaya bıraktı. "Sevgili kız kardeşim kolumdan tutup beni getirirken evde gitmeye fırsat bırakmadı sağ olsun. Prostat olursam sebebi sensin!" Ve gitti.

O gittikten sonra birkaç saniyelik sessizlikten sonra Chan burnundan nefes vererek güldüğünde ona çevirdim yüzümü. Gözlerimi kırpamadım. "Buraya gelmeyi çok mu istemiştin?" diye sorduğunda kafamı olumlu bir şekilde salladım. Gözlerindeki merhameti o kadar net görebiliyordum ki, hatta bazen aklımdan eğer yaşamış olduklarımı yaşamasaydım bana yine böyle bakar mıydı diye geçiyordu. "Canın sıkılınca gel hep. Minho tembellik edip gelmek istemezse bana mesaj at seni gelip alırım. Olur mu?"

Kafamı olumlu bir şekilde salladım yine.

"Bu aralar çok konuşmuyormuşsun, Minho bahsetmişti."

Dudaklarımı nemlendirip yutkundum. Derin bir nefes alırken onun aşinası olduğum duş jelinin evin her yerine sinmiş olduğunu hissettim bir kez daha. "Sesimi duymayı sevmiyorum." Diye mırıldandım kısık bir tonda, yine korkunç gelmişti sesim. Çok kısılmıştı. Zavallı gibi çıkıyordu ve tekrar duyduğumda yüzümü buruşturmama neden oldu.

"Sesin gayet güzel Ilea."

"Alea nerde?" diye sordum kendimi tutamayıp, kedisini kastederek.

"Odamda uyuyordu." Diye cevapladı hemen. "Gidip bir bak istersen. Uyanmışsa getirirsin, bazen huysuzluk yapıp yerinden kımıldamıyor."

"Babasına benzemiştir." Dediğim sırada manidar bir şekilde gülümseyerek ona baktım.

İfadesi refleks gibi hemen gülmeye evirildi, bana bakarken hem gülümserdi. Ama bunun tek nedeni benim yaşadıklarımla ilgiliydi, bana hep nazik olmasının ve beni hep koruyup kollamasının. Son zamanlarda bu ağır gelmeye başlamıştı çünkü beni asla kalbine almayacağından emin olmuştum.

Yerimden kalkıp süt dolu bardağımla onun odasına doğru giderken salonun girişinde dönüp uzaktan ona baktım kendi halinde oturmaya devam ederken ve kutu birasını diklerken. Onu salak yerine koymuş gibi hissediyordum bazen. Bazen de içimdeki sevgi boşluğunu doldurmak için ona büyük bir ihtiyaç duyduğumdan ona yazmaya ve onu düşünüp onunla hayallere dalmayı kendime hak biliyordum. Ve henüz ikisi arasında bir tercih yapamadığım için bu durumdaydım.

Chan'in odası dağınıktı. Her zamanki gibiydi. Yerde bembeyaz pofuduk tüylere sahip olan Alea, büyük yastığının üzerinde kıvrılmış uyuyordu. İçeri girdiğim an gördüğüm ilk şey oydu. Biraz ilerleyip sessizce odanın ortasında durdum ve hızlıca bir göz attım etrafa. Beyaz yatak çarşafı kırışıktı, yorganın yere kadar düşmüştü yarısı. Komodinin üzerinde bir sürü kablo, çalışma masasında kaldığı yer açık olan bir roman ve kapağı açık kalmış bilgisayarı... Klavyenin üzerindeki not defteri ilgimi çekince birkaç adım yavaşça ve temkinle atıp baktım. Can sıkıntısında karalanmış gibi görünüyordu ve orada siyah harflerle folklore yazıyordu. 

My Tears RicochetWhere stories live. Discover now