healer

305 52 6
                                    

yaklaşık bir ay sonra, haechan.

birbirini kovalayan günler gittikçe durgunlaşıyor, bana bulunduğum bu küçük kulübeden firar etme şansı tanıyordu. kasabaya göre, tam anlamıyla bir 'piç' olduğumdan ünüm ben gelmeden ahaliye ulaşıyordu. haliyle kendimi oyalayabileceğim aktiviteler epey tükenmiş durumdaydı. sadece hemen dibimdeki, artık karla kaplı, çayıra çıkıyor, nefes kesici soğuğa rağmen çırpınan bitkileri gözden geçiriyordum. iyi bir sıhhiyeci olmanın en kolay yolunun bitkileri tanımak olduğunu savunurdu annem. bu yüzden onlarla epey haşır neşirdim. onun kadar iyi olmasam da en azından kendime ve jeno'ya özenle bakabiliyordum.

yutkunup uzandığım yerden neredeyse hiç kıpırdamadan yorganımı üstüme çektim. kış mevsimini çok severdim, hiç üşümememe rağmen kendimi bu yumuşak pamuk ile kaplamak hoşuma giderdi. garip bir şekilde -geçtiğimiz kışlarda böyle bir şeye rastlamamıştım.- artan yaban güllerinin gizemini merak ediyordum kendimi güya soğuktan korurken. o beyefendiyi -kesinlikle bir beyefendiydi,- gördükten sonra mı gözüme bu denli çok batmaya başlamışlardı bilmiyordum lakin hoşuma gidiyordu. bedenimi saran sarsılmaz gücün sahibi kesinlikle bir hanedan üyesi olmalıydı. buna rağmen, aklıma çok sık düşüyordu o eşsiz benlik. kan kırmızısı, güçlü ve oldukça keskin bir kokuya sahip olan nadide güllerin tatlı dikenleri olmasaydı onu fark etmem epey zor olurdu. benimkinin aksine oldukça ferahlatıcı bir auraya sahip olmasını kıskanmıştım. hayır, aslında bu kıskanmak da değildi. onu merak etmiştim. birbirimize temas ettiğimiz birkaç saniye boyunca gözle görülür bir şekilde şimşekler çakmıştı harelerimin önünde. belki de sadece benim içindi bu ışık parçaları, belki de sadece kaçınılamaz bir duygunun, bence merak, pençesine düşmüştüm. fakat bu hissin giderilmesi için aramızda sınıflar vardı, eminim ki. en önemlisi, ben bir aykırıydım bu devlet sınırları içerisinde. halkın istemediği, yıkıcı bir güce sahip olan kimseydim. ellerim, gümüş saçlarıma giderken bir yandan da uzayan bir parçayı örüyordum dalgın dalgın. kendime engel olamayıp o ormana gittiğimde kendi yankım haricinde bir şeyle karşılaşamamıştım. sahi, nal izleri de yoktu ortada. yaptığım şey bir sapıklık kategorisinde değerlendirilir miydi bilmiyordum ancak söylentilerdekine liyakat ederek gerçek bir cadı olabilirdim.

iç çektim derince. ciğerlerimde baş gösteren filizler bana gül kokusunu getiriyordu yine ve yine. kendi zihnimin bir oyunu olduğuna emindim bu lanet şeyin. beni garip biri olarak hatırlayacak bir insan için ne denli çaba harcıyordum öyle. yerimde kıpırdanacağım vakit, üstüme çöken ağırlık ile duraksadım. tilki olmalıydı. gülümseyip kollarımın arasını bulmaya çalışmasını izlerken bir yandan da bacağını kontrol ediyordum. yaklaşık üç haftadır benimle beraber yaşıyordu, hem jeno'ya hem de bana inanılmaz tatlı bir şekilde arkdaşlık ediyor, sevimli gülücüklerini bizden esirgemiyordu. ıslak burnu yanağıma dokunduğunda kıkırdayarak onu yakalamış ve kocaman sarılmıştım. hiç itiraz etmeden kollarımın arasına kıvrılırken bıyıkları tarafından rahatsız ediliyor, adeta gıdıklanıyordum.

"üşümüşsün."

sanki beni anlayabilecekmiş gibi konuştum her zamanki gibi. kendimi ona her açtığımda beni dinlerdi. ya da sadece ben öyle algılardım. gumiho gibi efsanelere inandığımdan, benimle aynı duyguları da paylaşabileceğini düşünüyordum. hâlâ bu turunçgile bir isim vermemiştik. bu benim kararım sayılabilirdi aslında. ona tilki dememden de fazlasıyla hoşlandığı için kendimi geri çekmemiştim. ıslak burnu tekrardan tenime değerken kıkırdadım seslice.

"doğruyu söyle, jeno ile oyun mu oynadın?"

yağışlar arttığından bu yana ikisi kar ile çok fazla vakit geçirir olmuştu. özellikle de tilki renjun'e çok hareketli geldiğinden beri bizde kalmaya başlamıştı. ne zaman onu kulübemde göreceğimi kestiremiyordum. bazen benim göğsümde bazen de jeno'nun karnında yatıyordu. birbirine dolanan tüylerini elimle düzeltirken derince bir nefes aldım. yine oluyordu. içimdeki doyumsuz günah baş gösteriyordu. ne olduğunu kestiremediğimden daha da huzursuz ediyordu bu beni. antik yunan'da bir tanrı olsaydım belki de daha rahat bir geleceğim olacağını bile düşünüyordum son günlerde. bedenimden yayılan ısının arttığını tilki'nin kolayca uykuya dalması sayesinde sezebilmiştim. geçtiğimiz yıl nerelerde konakladığını bilmiyordum ama vahşi doğada uzun süre vakit geçirdiğini ben bile tahmin edebilirdim. dudaklarım ufak bir gülücük ile kıvrılırken huzursuzluğum da diniyordu yavaş yavaş. onu rahatsız etmek istemediğimden kıpırdamaktan bile çekinir olmuştum. hâliyle, benim de uykum gelirken buna karşı koymadım. zihnimi dinlendirmem gerekiyordu. kaçış planımı da belirlerken rüyalarıma sıkı sıkı tutunan o sert asilzadeyi bu seferlik atmayı planlıyordum aklımdan. nereden gelmişti ya da nasıl kesişmiştik bilmiyordum ama dileklerimin dinmesi için onu görmek istiyordum. tamamen kendi düşüklüğümden kaynaklı bu olayda eğer korkup kaçmasaydım belki de şu an iletişim hâlinde olabilirdik. vücudumu esir alan tatlı sıcaklık yorganı aleve vermeden uyumam gerektiğini fark ederken tilki'yi izledim birkaç dakika. yüzündeki ifade benim için huzuru simgelerken daha da sıkı sarıldım bu mucizevi yaratığa. başımı, tüylü başına yaslarken gözlerimi de sımsıkı kapatmıştım artık. beni nelerin beklediğini bilmediğim bir yolculuğa çıkacağımdan da haberim yoktu. tek derdim karnımı biraz doyurmak için bir yere girmem gerektiği ve jeno'yu daha fazla uğraştırmak istemediğim gerçeğiydi.

dragon's breath, markhyuckWhere stories live. Discover now