2.1

263 39 197
                                    

Olmak cesareti, insanın maske takmadan, "mış gibi" yapmadan, kendi çıplak varoluşuyla, nerede durduğunu, nereye ait olduğunu, nasıl bir dünya tasavvur ettiğini, hiç gizlemeden, utanıp sıkılmadan gösterebilmesi demektir.Korkmadan "hayır!" diyebilmek, boyun eğmeden dik durabilmek, tahakküme karşı durma cesaretidir.* ¹

Kapağını monoton renklerinden ötürü beğenmediğim ancak dış görünüşe göre içeriği yargılamaya olan çekincemle önce arkasını çevirip de okuduğum satırlarla satın aldığım kitapta geçiyordu bu cümleler.

Olmak, cesareti de neydi? İçimizdeki boşluktan aşağıya bakabilme cesareti demişti dilini epey beğendiğim yazar ve muzipçe eklemişti bu eylemin sonucunda muhakkak ki başımızın da döneceğini. Sendelersek uçurumdan aşağı gidecektik ama bakmazsak hiçbir zaman öğrenemeyecektik orada ne olduğunu; bizi bekleyen, bizi biz yapan şeyi...

Her hikayede kendimizden bir şeyler bulmayı huy edinmiştik ki zaten yazarların amacı da okuyucuların satırlardaki tanıdıklığı bulmasını sağlamaktan pek de farklı değildi sonuçta.

Jungkook'u ilk merak etmeye başladığım an kendimi asla beklemediğim bir karmaşanın ortasında bulmuştum.

Her zaman maskelerinin arkasına saklanan ben, her zaman 'mış' gibi davranan ben, yine kim olduğunu bilmeyen ve bir yere ait hissedemeyen ben ,çok çaresiz hissetmiştim onun karşısında.

Yok sayabilecek gücüm yoktu ama peşinden gidebileceğime de inanmıyordum doğrusu.

Beyaz tavşanı takip etmeli; sonu görünmez ,nereye gittiği bilinmez deliğe atlayarak bu yolculuğa çıkmalı mıyım diye sormuştum kendime Morpheus'un Neo'ya sorduğu gibi."Bu senin son şansın. Artık geri dönüş yok. Mavi hapı alırsan hikaye sona erer. Yatağında uyanırsın ve inanmak istediğin her neyse ona inanırsın. Kırmızı hapı alırsan harikalar diyarında kalırsın. Ben de tavşan deliğinin gittiği yerleri gösteririm... Unutma, sana vaat ettiğim tek şey gerçek, daha fazlası değil."* ²

Aslında Jungkook'u fark edişim, kendimi fark edişimin hikayesiydi.İçimdeki boşluğu ilk defa görmüş ve derin girdabın baş döndürücülüğünde defalarca sendelemiştim.

Bir gece Jungkook'la çatı katındaki odamda, geniş penceremin pervazında karşılıklı oturuyorduk. Korece bir şarkı çalıyordu aramızda duran telefonunda, bardaklarımızdaki kahve kadar tazeydi üzerinden uzun zaman da geçmiş olsa bütün bu güzel anlar.

"Şarkının insana harekete geçmeyi isteten bir ritmi var" diye mırıldanmıştım kafamı yasladığım tahta kenardan kaldırarak. Üst taraftaki bölümü hafifçe araladığımız camdan içeriye serin bir esinti giriyordu o yüzden bugün sıcaktan şikayetçi değildim.

Günün yorgunluğunu içtiğim bir bardak kahveyle üstümden atmıştım bile hatta.

Jungkook bir anlığına da olsa anlam veremediğim bir coşkuyla onayladı beni.
"değil mi ama?"
O da kafasını benim gibi yasladığı yerden çekti ve sırtını dikleştirerek bağdaş kurdu.

"dans etmek ister misin?" dalga geçmekten uzaktı ciddi duruşu. Bir o kadar da... istekli? duruyordu.

"Yaaaniiii"dedim sesli harfleri uzatarak cevaplarken kendime zaman kazandırmaya çalışırken" şimdi mi?"

Kafasını salladı yukarı-aşağı. Kaşlarımı kaldırarak kararsız bir ifadeyle baktığımda ise kahkaha attı
"Ne yani Park Chaeyoung dans edemiyor mu?"

Geçen gün "Park Chaeyoung her şeyi yapabilir hem de en mükemmel haliyle" dememi taklit ettiğini anladığımda gözlerimi devirerek gülüşüne eşlik ettim.

UkiyoWhere stories live. Discover now