314 28 12
                                    

gök, onun için tutuşmuş ateşlerin içinde yanan şeytanın haykırışlarıyla gürlüyor ve baki tanrı'nın fani insanoğlu için akıttığı yaşlarını meleklerin öfkesiyle bezediği fırtınasıyla yağdırıyordu.

kilisenin içi meleklerin şeytana her vurduğu ceza kırbacıyla aydınlanıyor, ardından şeytanın bir acı dolu feryadını daha koparmasıyla duvarlarını gürleterek rahip suguru'yu tanrı'nın yeryüzüne akıtıp onu kutsadığı yaşlarıyla baş başa bırakıyordu.

suguru kısık, kanlanmış gözlerini iki elinde dikkatle tuttuğu incil'den kaldırıp kilisenin sivri, ondan uzak tavanına dikti. duvarlarının kenarlarında bulunan açık camlardan giren damlalar yerle hışım içinde buluşuyor, suguru'yla oynar gibi ona dokunmadan kimonosunun kenarlarına ve paçalarına çarpıyordu.

damlalar rahip suguru'nun kimonosuna kadar ulaşıyor ama rahip suguru'ya hiç dokunmuyordu.

suguru gözlerini indirdi, elinde sıkıca tuttuğu kutsal kitabı sessizlik içinde okumaya geri dönerken kanlı gözlerinden dudaklarına yansımayan bir sırıtışın gölgesi geçmişti.

kilisede sadece o ve belki de, tanrı'nın onlara emanet ettiği bedenlerini aldığı ama yeryüzünden koparmayarak son güne kadar burada hapsolmaları ve günahlarını temizlemeleri için lanetlediği birkaç ruh vardı. yazıktır ki ruhlar konuşamazdı; tanrı susarak bereketli yaşlarını dökerdi ve başka kimse suguru'nun gözlerinde gölge edinen düşünceleri bilemez, tahmin edemezdi.

" yılan kadına, "tanrı gerçekten 'bahçedeki hiçbir ağaçtan meyve yemeyin' mi dedi?" dedi.
kadın: "bahçedeki ağaçlardan meyveler yiyebiliriz." diye cevapladı yılanı. "ama tanrı, 'bahçenin ortasındaki ağaçtan meyve yemeyin ve ona dokunmayın; yoksa ölürsünüz' dedi." "

tanrı gök ve yeri ayırıp yeryüzünü yaratmada ilk emrini verdiğinde, geto suguru'nun insanın günahı yüzünden onunla birlikte cennetinde yaşamak için hiçbir şansı kalmamıştı.

" yılan: "kesinlikle ölmezsiniz." dedi kadına. "

kilisenin kapıları zorlanarak, ağır gıcırtılar eşliğinde açıldı; genç bir çocuk boynunda sesi kiliseyi doldurmaya başlamış kolyesi ve elinde koruduğu kitabıyla kapıların ardından göründü ama suguru gözlerini sayfalarında döndürdüğü incil'den hiç kaldırmadı.

genç öğrenci güç kullanarak açık tuttuğu kapıların arasında nefeslerini istemsizce yavaşlatarak hocasına baktı, konumunun verdiği saygıyla ve zorunlu olduğu bir sabırla bekliyordu. kimonosunun altına giydiği iç giysisi sağanak yağmurda ıslanarak tenine yapışıp onu rahatsız etse de, kilisenin kapıları alnına dökülmüş kısa saçlarına yağmurun onda bıraktıklarını damlatsa da, hocası ona izin vermeden ne konuşabilir ne de yerinden kıpırdayabilirdi.

" "tanrı biliyor ki, bundan yediğinizde gözleriniz açılmış olacak ve iyiyle kötüyü bilerek tanrı gibi olacaksınız." "

suguru'nun dudakları hiçbir ses çıkarmamasına rağmen yavaş yavaş hareket ediyor, içinden okuduklarını sadece kendisinin anlayabileceği şekilde durmadan mırıldanıyor ve okuduğu her cümle kafasında yankılanıyordu.

siyah saçlarının tutam tutam önüne düştüğü kızarık gözlerini, derin bir nefesle kaldırıp usulca kilisenin uzun duvarlarındaki büyük haça dikti; bakışlarını bir an bile ayırmadı.

büyük kapıların önünde bekleyen genç aynı hocasının haça yaptığı gibi, gözlerini ondan ayırmadı. hocasının bunu yaptığını çoğu zaman —eğer gece bu saatlerde kilisede ibadet için kalırsa— görüyordu. içinde, tanrı için sızım sızım sızlayan kalbin hocasını böyle düşüncelere daldırdığını biliyordu ama bazen, sadece bu anda olduğu gibi, ürpererek kendini o mor gözlerdeki bakışlarla ilgili bir şeylerin ters —belki de daha doğru tabirle yanlış— olduğu düşüncelerine dalmaktan alamıyordu.

apocalypse (sgst.)Tempat cerita menjadi hidup. Temukan sekarang