Bölüm ~5~ TARİKATIN SONU BİLE ÖLÜM

180 96 113
                                    

"Belki de bir anda ona kalan mirası öğrenmiştir." diye cevap verdim Derya'ya.
"Sanmam, bu işin arkasında başka birşey var." dedi temkinlice.
"Peki, niçin bu konu üzerinde bu kadar kafa yoruyorsun veyahut yıpratıyorsun Derya?" diye sordum ona.
Beklemediği bir soruymuş gibi gözlerimin içine baktı.
"Sadece gizemli geldiği için kuşku duymuştum. Başka bir açıklaması yok." dedi.
Yalan söylediği açıkça belliydi. Ama birşey demedim. Az sonra danslar başladı ve herkes teker teker büyük salonun ortasında buluştu. Hanımlar kavalyelerin ellerinde salonun ortasında buluştu. Arkada tınısı hoş bilakis bir o kadar da kulak tırmalayıcı bir fon müzik çalıyordu.
"Eee kavalye, beni dansa kaldırmayacak mısınız?" diye sordu gülümseyerek.
"Memnuniyetle" dedim ve önünde bir dizimi kırarak bir elimi uzattım.
"Bu dansı bana lütfeder misiniz, madam?" dedim nazikçe.
"Şeref duyarım." dedi ve uzattığım elimi tuttu.
Hayatımda hiç dans etmemiştim. İlk defa o gece Derya eşliğinde ritim uydurmaya çalışmıştım. Ellerim ellerinde salonun ortasına yürürken, herkes o sırada biz çıktığımız için bize doğru bakıyordu. "Biz" ne kadar naif bir kelime idi. Tam salonun ortasında durup gözlerimizin içine baktık. Derya bir ayağını benim ayağıma uzattı ve ayağımı arkaya doğru çektim. Gözlerimizin içine bakmamıza rağmen ayak ritimlerimiz uyuyordu. Siyah boyalı gözlerinde mavimsi deniz edası daha da ön plana çıkmıştı. Salonda bir o tarafa bir bu tarafa arka fon müziğe göre ayaklarımızı hareket ettiriyorduk. Fon müzik sonlanacağı sırada Derya'yı bir koluma yaslayıp aşağı doğru eğdim. O kısacık saçları aşağıda sallanırken kim bilir ne kadar güzeldi. Şarkı bitti. Alkış tufanı koptu salonda. İkimizde birbirimize bakarak bu birkaç dakikalık an için minnet duyuyorduk. Belki o da benim gibi anın tadını çıkarmayı seviyordu. Kim bilir...
Yerimize doğru yavaş adımlarla ilerlerken ayaklarım sanki hâlâ ritme uyum sağlıyor gibiydi. Ben nasıl başarmıştım bunu? İsteyince her zorluk aşılır Ufuk. Ama ben annemi geri getirmek istedim bunu aşamadım iç ses. Ölümün hayatın yadsınamaz bir gerçeği olduğu o anda da tokat gibi çehreme çarptı.
"Doğuştan yetenekli doğmuşsun sen, Ufuk." dedi Derya gözlerime bakarak.
Ne kadar da güzeldi. Birkaç dakika sonra herkes sırayla danslarını ettikten sonra fon müziğinin arkasını hoş bir keman sesi kapladı.
Biz ise etrafı izliyorduk hâlâ. Neyi bekliyorduk? Bir anda kapıdan işte o girdi. Derya'nın bahsettiği Cio içeri girdi. Çok bütçeli olduğu giyiminden de ön plana çıkıyordu. Yahut, gözündeki siyah gözlüğü çıkarmıyordu. Niçin? Derya da karşıda gelen Cio'yu izliyordu. Çünkü bu kadar çok bütçeli kişi herkesin dikkatini çekerdi.
Direk yanına Bay Sanat gitti ve elini sıktı. Bu adam ne kadar yılışık biriydi ve Derya'yı farketmiş olacakki yanına geldi.
Bu Cio ile Derya'nın bağlantısını anlamamıştım. Derya'nın elini öptü ve Fransızca konuşmaya başladı.
"Tu es là" (Buradasın)
"Pour toi" (Senin için) dedi.
Ortam baya gergindi. Sonra Cio türkçe konuşmaya başladı.
"Kavalyeni benimle tanıştırmayacak mısın?" dedi sevimsiz bir sırıtışla. Herhâl çok bütçelilerin insanları böyle küçük duruma sokma özellikleri baskındı.
"Ben, Ufuk." dedim Derya'nın tanıştırmasını beklemeden. Derya şaşkınlıkla ne yapıyorsun dercesine gözlerimin içine bakıyordu.
"Memnun oldum, Ufuk. Ben ise..." dedi ama durdu. Derya'ya baktı.
"Ben ise kısaca Tunç diyebilirsin." bana.
Derya ile alâkan ne diye sormak isterdim. Yahut, ne haddime? Uzaktan garsonu çağırıp bir şeyler istetti kendine. Tunç kendi aralarında Derya ile Fransızca konuşuyorlardı. Genelde konuştukları şeyler, iş ve bütçe ile alâkalı idi.
Derya'dan rica edip balkona puro içmeye çıktım. Buranın manzarası bir harikaydı. Aklıma Orhan Veli Kanık 'ın Manzara isimli şiiri geldi.
Karşı evin arkasından ay doğdu.
Akşam serinliği çıktı.
Tramvay sesleri geliyor.
Deniz kokusu geliyor uzaktan.
Manzaradan pek fazla mütehassisim.
Bunu yazarken ne hissetmişti Orhan Veli Kanık merak uyandırıyordu. Puroyu derin bir şekilde içime çekerken kentin çok katlı evlerinin ve bu çağdaş insanların ne kadar sıkıcı olduğu tekrar kafamda belirdi. Bana göre çok rahatsız edici bir hayat idi bu. Her daim göz önünde olmak, her daim böyle zoraki samimiyet. Puro artık fena öksürtüyordu...
"Böyle, derinlerinde aradığın benliğini içindeki suallerle çözemezsin." dedi arkamdan bir ses.
Kafamı ve bedenimi o sese çevirdim. Derya idi bu ses.
"Gitmek istesem." dedim Derya'ya bakarken.
"Geç oldu. Bilakis bu gece kavalyem olmayı beyan edişimi geri çevirmediğin için minnet duyuyorum, Ufuk." dedi ve elimi tuttu. Oradan ayrıldık. Yine o çağdaş, çok bütçeli araç aracılığı ile eve geçtik. Üstümdeki ağır elbiseleri çıkarıp, sıcak bir su ile yıkandım. Sanki kendimi o ortamdan arındırdığım için benliğim bana minnet duyuyordu.
Çadır yavrularını yanına almış uyuyordu. Kim bilir ben yokken ne merak etmişti beni..
Şömine'yi söndürüp gramafonun başına geçtim. Kutudaki plakları kurcaladım. Ne kadar da özenle seçilmiş bestelerdi bunlar. Bir kaset seçip taktım. Tövbe bestesi idi bu. Ne kadar da naifti.
"Yalnızlığımın gözyaşlarını, anımsarım her an yalvarışını,
Gözümden gitmiyor güzel gözlerin, uzaktayken bilsen nasıl özlerim..." diye besteye eşlik ediyor idim...
...
Hayat ne garipti... Daha birkaç hafta önce yatırım bürosunun mesai saatinde gittiğim dükkana artık günün hemen hemen her vaktinde gidiyor idim. Ve kapıyı çaldım. Bugün kamburlu amcanın evine gelmiştim.
Kaç haftadır Tolga'dan hiçbir ses yoktu. Nereye gittiğine dair kimsenin bir fikri de yoktu. Ona ne olmuştu?
"Kimsin?" dedi içeriden gelen ses. Evet bu kamburlu amcanın sesi idi.
"Ben, Ufuk." dedim kapı arkasından gelen sese karşılık vererek. Kapı açılmadı. Sadece dinledi beni.
"Amca, yalvarıyorum aç şu kapıyı." dedim kapı arkasında olduğunu hissediyordum. Niçin kapıyı açmıyordu? Tolga, yanında mı? Yalvarıyorum aç şu kapıyı!" dedim sakin sesle. Ama o kapı açılmadı. Bir kaç saat boyunca o kapının önünde durdum. Bu çok ürkütücü ve kuşku uyandırıcı histi. Niçin herkes bir anda ortadan kayboluyordu? Sanki tüm suç bende gibiydi. Yanımdakilerin hepsi teker teker gidiyordu. Acep bir gün Derya da böyle gidecek miydi? Niçin beni bırakması gerekiyordu? Her an dejavu yaşıyor gibiydim. Yahut ne kadar ürkütücü. Ayrılmalıydım artık oradan ve çaresizce eve gittim.
Bir süre bu karmaşayı düşünürken birden kapı çaldı. Derya gelmiş olmalı idi. Belki de Tolga idi. Koşarak kapıyı açtım. Gelen her ikisi de değildi. Gelen mazide çalıştığım yatırım bürosunun dosya toplama görevlisi olan Turna idi. O gün dosyalamı tamamlanmadan patron Hilmi Bey'e teslim ettiği için bir hayli sinirliydim ona. Yahut, çok ta umursamaz davranmıştı o gün.
"Turna?" dedim meraklı gözlerle ona bakarak.
"Ufuk, Tolga hakkında birşey diyeceğim." dedi nefes nefese.
Bu kadar koşuşturma içinde bırakan şey neydi onu? Tolga hakkında birşey mi diyecekti. Bir yanıta o kadar ihtiyacım vardı ki şu an.
"Lütfen, içeri gel. Minnet duyarım." Dedim..
İçeri girdi. Etrafa bakındı. Aslında hiçbir detay umurunda değil gibiydi. Telaşlıydı.
"Ufuk." dedi nefesi düzenlenmişti.
"Dinliyorum. Beni merakımdan, suallerimden kurtaracak bir yanıt ver Turna. Eğer bana bir yanıt verirsen sana minnet duyarım." dedim gülümseyerek.
Pek te beceremesem de. Aklımda o kadar sual vardı ki. Ne yaparsam içim de bir kuşku tedirginlik vardı. Nefesi düzelmişti ama öksürmeye başladı. O da benim gibi keyif namına içilen puroyu abartmış mıydı? Koşarak içmesi için bir bardak su getirdim ona. Yahut, yanıtı vermemek için elinden geleni yapıyordu sanki. Bilakis niçin?
"Minnet duyuyorum, su ikram ettiğin için." dedi. Devam etti;
"Öncelikle seni ümitlendirmek istemediğim için demek istiyorum ki, Tolga'nın nerede olduğunu ve niçin hâlâ ortaya çıkmadığını bende bir o kadar merak ediyorum." dedi kafasını eğerek.
Bunun dışında önemli birşey ne diyebilirdi ki?
"Sana bir sualim olacak, Ufuk?" dedi telaşlı ve bir o kadar hüzünlü çehre ifadesiyle.
"Dinliyorum." dedim merakla.
"Hiç sır sakladın mı?" dedi ve devam etti; "Bilakis, bu sır karşıdakinin kötülüğünü düşünmek üzere kurulan bir sır ise de saklar mıydın?" dedi gözlerimin içine dolmuş gözleriyle bakarken.
Bu sualin cevabına birkaç dakika kafa yormak istiyordum. Şöminenin alevlerine bakarak bir az zaman düşündüm. Maziden birşeyler hatırlıyor gibiydim. Bir gün üvey kardeşim Başak ile odamda konuşurken anlatmıştı. Başak, denize gitmekten çok korkuyordu. Bir gün ona hâlâ kinli olduğum üvey babam, Başağı zorla denize koyup, onun korkusuna karşı gelmesini istemiş. Ama Başak boğulacağını biliyormuş. Çünkü Başak yüzme bilmiyormuş. Babası onun elini tutmayı bırakarak denizin dibine bırakmış. Başak çırpınmış. Denizin dibindeki yosunları ve küçük yavru canlıları görüyormuş. Başak en sonunda ölmemesi gerektiğini düşünmüş ve Deniz'in üstüne doğru elleriyle ve ayaklarıyla baskı yapıp yüzmüş. Başak yüzme bilmiyormuş. Ama denize yaptığı baskı onu suyun üstüne çıkarmış. Öksürmüş çok öksürmüş. Babası gülerek onu izliyormuş. Başak o an babasından nefret etmiş. Denize baskı yapacak gücü kendinde bulmuş. Ama babasına kendisine bunu yaptığı için onu affetmemiş. Bunu hatırlıyordum. Bu benim için zor bir sırdı. Acaba Başak şimdi ne yapıyordur? Hâlâ o adamın yanında cefa mı çekiyordur? Bazen bir insanı kendi yerinize koymak canınızı bir hayli acıtır. Bunu anladım. O an Başağın yerinde ben olsaydım. Beni ölüme bile bile terk etti diye onu öldürebilirdim.
"Hatırlıyorum." dedim şömine üzerindeki bakışlarımı Turna'ya çevirirken.
"O zaman beni anlayacağını ümit ediyorum." dedi üzgünce.
"Senin dosyanın kaybolduğu gün nasıl umursamazca bir tavır sergilemiştim. Hatırlıyor musun?" dedi gözlerini kaçırarak.
"Yahut, çok sinir bozucuydu." dedim o anı aklıma getirerek.
"Kim bilir o dosya yüzünden, o çok bütçeli dosya yüzünden ne kadar zarara uğradın." dedi bakışlarını havlayan Çadır'a çevirerek.
İyi de çok bütçeli bir dosya olduğunu nerden biliyordu? Şaşkınlıkla ona baktım.
"Kimin o dosyayı bana bile isteye ve bütçesini bilerek getirdiğini biliyorum." dedi gözlerimin içine bakarak.
Yahut, bunun Tolga ile alakası neydi? Yoksa...
"Yoksa..." dedim sesli düşünerek.
"Tam olarak nasıl analiz ettiysen öyle, sana bunu beyan etmek çok zor oldu." dedi gözlerimin içine bakarak.
Gözünden bir yaş düştü. Tolga niçin bile isteye dosyamı tamamlamadan verirdi. Bilakis, onunla aramda hiçbir sorun veyahut küçük bir tarikat olmamıştı.
"Niçin böyle birşey yaptığını bilmiyorum.." dedi ve durdu.
"Yahut, bildiğim birşey var ki. O dosyayı bana vermeden önce birkaç dakika boyunca orada durdu. Bana verip vermemekte tedirgin kaldı." dedi ve devam etti; "Şunu belirtmek gerekirse, her daim dosyaları size ulaştıran ve o dosyaları geri sizden alan da benim ve o dosyanın sana ait olduğunu biliyordum." dedi kafasını eğerek.
Niçin ya niçin? Tolga benimle niçin uğraşmıştı?
"Tolga, ortadan kaybolduğu için belki bu bilgi işine yarar diye sana beyan etmek istedim. Tolga beni asla affetmeyecek." dedi gözlerinden yaşlar süzülürken. Ve devam etti.
"Tolga nerede bilmiyorum. Ama Tolga'nın başı dertte, Ufuk." dedi meraklı gözlerle bana bakarken.
Sonra koluma dokunup evden çıktı. Çadır arkasından havlıyordu. Her daim olumsuz, negatif duyguları hissederdi. Bir de bu bana karşı yapılmış birşey ise.. Niçin elimde bir ipucu, işime yarayacak bir delil yoktu. Tolga'nın bile isteye kumpasa girmesi... Aklıma o an birşey geldi. Kamburlu amcanın oğlunun Kara Borsaya düştüğü... Kamburlu amcanın oğlunu bulsam herşeyi halleder miydim? Neydi bu cefa?
...
Tekrardan birşeyler öğrenmek istercesine kamburlu amcanın bana kapıyı açmayacağını bile bile evine doğru gidiyordum. Artık açlıktan karnım gurulduyordu. Sadece birkaç dilim ekmeğim kalmıştı evde. O ne bana ne Çadır ve yavrularına yeterdi. Derin bir Of çektim. Çadır'a daha yiyecek yettiremiyordum. Bir de yavruları beni zorluyordu. Aman olsun yahu, onu yavrularından ayırıp böyle bir caniliği kimseye yapamazdım.
Artık sel yağmuru yerini kafa kırar derecesine doluya bırakmıştı. Hava gün geçtikte bozuyordu. Aklıma patikayı dönerken Derya'nın bana hediye aldığı gramofon geldi. Çok değerli ve bir o kadar da çok bütçeli hediye idi bu. Bilakis ben karşılığında ona hiçbir şey almamıştım. Ona ne alacaktım bu beş parasız halimle? Hakikaten kendimi çok mahçup hissediyor idim. Kamburlu amcanın evine vardım. Ne? Kapı sonuna kadar açıktı. Kaç zamandır defalarca uğradığım bu yer de kapı hiçbir daim açılmamıştı. Bu çok kuşku verici. İçeri girmek istediğim an durdum. Girse miydim? Belki de beni bile isteye beklediği için bu kapıyı sonuna kadar açık bırakmıştı kamburlu amca. Cesaretimi toplayıp içeri girdim. Evde herşey yerle bir olmuştu. Giriş köşesini dönünce...
...
"Kenan Tant'ı neden öldürdün?" dedi karşımda simsiyah odada gözlerini kocaman açmış bana bakan zabıta görevlisi.
Şok olmuştum. Konuşamıyordum.
"Konuşsana, adi herif!" dedi ve ayağa kalkıp çok sert bir tokat attı. Canım hiç yanmamıştı. Şokun etkisindeydim. En son kamburlu amcanın evine girdiğimde onu yerde kanlar içerisinde görmüştüm. Uzun zaman sonra karşımda biri hayata gözlerini yummuştu.
"Konuş!" diyordu gür sesli adam. Konuşmaya çalışıyordum. Ne yazıkki konuşamıyordum.
"Benim karşımda konuşamazsın ama oğlu geldiğinde karşısında konuşmak zorundasın." dedi ve o küçük odadan çıkıp gitti. Ben öldürmemiştim. Evde o şoku yaşadığım an dizlerimin üstüne yere düşmüştüm. O an kimin haber verdiğini bilmiyordum ama zabıta görevlileri bana seslendi. Eğdiğim kafamı kaldırınca arkama bir zabıta görevlisi tabanca dayadı. Dejavu gibiydi. Sanki bu hissi daha önce yaşamıştım. Oysa ki ilkti bu. Belki bir düşte yaşamıştım. Kim bilir? Hatırlayamıyor idim. Daha sonra o şokun etkisinden henüz çıkamadım. Yaklaşık bir saat daha o odada bekledim. Konuşmak istemiyordum. Çok zordu bu benim için şu an. Sanki çok yakınımı en çok sevdiğimi kaybetmiş gibiydim.
"Buyrun içeri." dedi zabıta görevlisi kapı ardında birini içeri davet ederken. Kendisi odaya girmedi. İçeri giren kişinin yüzünü karanlıktan seçemiyordum. Kapıda birkaç saniye durdu ve bana doğru yavaş adımlarla ilerledi. Bu sessizlikte ayakkabısının sesini duyuluyordu. Yahut, ses varken de duyulacağından eminim bu baskın ayakkabı sesinin.
"Ufuk." dedi tanıdık ses. Bu sesi bir yerlerden hatırlıyordum.
"Sen, sen benim babamı mı öldürdün?" diye sordu sinirlice. Daha da yakınlaştı. Evet tanıdım bu sesin sahibini. Bu geçen davette olan Cio Tunç'tu. Takım elbisesini hiç çıkarmaz mıydı bu? Kim bilir kaç takım elbisesi vardı? Ne diyorsun sen Ufuk.
"Sen, nasıl?" dedi şaşkınlıkla yüzüme bakarken.
"Tahmin etmeli idim. Senden bu beklenirdi aşağılık." dedi ve masada yakamdan kaldırarak yere fırlattı beni. Yerde uzanmış bedenimde, ayakkabısını elimin üstüne koyup bastırdı. Sesim çıkmıyordu. Bilakis canım ne kadar da yanıyordur şimdi. Farkına bile değildim. Tunç durmadan üst üste yüzüme yumruklarını geçiriyordu. Derken kapı bir anda hızlıca açıldı.
"Tunç, durrr!" dedi bir kadın sesi. Bu sesi nerede olsam tanırdım. Bu ses deniz edası gözlü Derya'ya aitti.
"Sana diyorum dur!" dedi sesini yükselterek. Tunç durdu. Artık bana dokunmuyordu. Öksürmeye başladım.
"Sen bu adamın ne yaptığını biliyor musun?" dedi Tunç Derya'ya dönerek.
"O hiçbir şey yapmadı." dedi Derya sesi bir hayli yüksek çıkıyordu.
"Bu adi, şeref yoksunu adam benim babamı öldürdü." dedi Derya'ya bakarak. Derya'nın yüzünde hiçbir ifade yoktu.
"Şimdi söylesene bana, sen benim yerimde olsaydın ne yapardın?" dedi bağırarak. Bir kadına bağırılması özellikle bu kadın Derya ise ne kadar acı verici idi. Derya bu cümlenin arından Tunç'un üzerine yürüdü.
"Şunu o sıska beynine sok. Ben hiçbir zaman kendimi senin yerine koymam." dedi bağırarak. Sesi bağırmaktan kısılmaya başlamıştı.
"Niçin? Etrafında bir baban yok diye mi?" diye bağırarak Derya'ya söyledi bunu.
Neee? Babası yok muydu? Derya'nın gözlerinin dolduğunu hissedebiliyordum.
"Yeter! Defol git." dedi Derya Tunç'a sinir kusarak.
Tunç yerde oturan bana dönüp, sinir dolu gözlerle baktı ve kapıyı çarparak odadan çıktı. Derya bir süre kapıya baktıktan sonra bana döndü. Ellerini uzattı. Gözlerine baktım. Bu simsiyah odada bile o deniz edası gözleri ne kadar da parlak görünüyordu. Bu kız bir denizkızı olmalıydı.
"Ufuk, elimi tut ve kalk!" dedi sinirle. Kalktım.
Ama ayakta duracak halim dahi yoktu. Masanın yanındaki sandalyeye oturdum. Derya ise karşı sandalyeye oturdu.
"Ufuk, ben özür dileklerimi beyan ediyorum sana. Yahut, sende benimle konuşur musun? " dedi gözlerime bakarak. Nasıl bu gözleri reddederim Derya.
"Beyan edeceğim suallere, sende yanıt beyan etsen çok minnet duyarım." dedi gülümseyerek.
Yapma Derya. Bile isteye gülümsemeye çalışma. Anlıyorum!
"Dilin tutulmuş biliyorum, Ufuk." dedi nefes aldı ve devam etti.
"Yahut, bu seni gülünesi basamağa düşürmemeli." dedi ve cebinden Puro çıkarıp bana uzattı. Yaktım ve ağzıma götürdüm. Bu gerçekten bir hayli rahatlatmıştı beni. Derya beni izliyordu.
"Derya." dedim. Konuşmuştum. Şokun etkisinden çıkmıştım. Derya'nın hasta bir hastayı tedavi edici özelliği vardı.
"Susma, Ufuk." dedi bağırarak ve devam etti.
"Sen susarsan, o susarsa, bu susarsa kim konuşacak, Ufuk." dedi sinirle.
Konuşma cesareti bulmuştum ki zabıta içeri girdi. Derya öfke patlaması yaşıyordu.
"Bir delil ortada yoksa, masum bir bireyi buna dayandırmak ne gibi bir kanunda yazıyor?" diye bağırdı zabıtaya.
"Bak bayan, biz işimizi yapıyoruz. O ölü kişinin yanında bir tek kişi vardı. O da karşınızdaki bireydi." dedi zabıta sinirle.
Derya gözlerimin içine bakıyordu. Sanki "Sakin ol, ben herşeyi biliyorum." diyordu bana. Gözlerime bu şekilde bakması beni cesaretlendirip, bir hayli rahatlatıyordu.
"Yahut, bu birey birşey yapmadı ise konuşup kendini açıklasın. En az ihtimal ile daha az ceza alır." dedi sinirle.
Derya henüz gözlerini gözlerimden almamıştı. Bu "lütfen konuş" demekti. Kafamı salladım. Gülümsedi. Zoraki olsa da gülümsedim. Odadan çıktı. Zabıta karşıma oturdu.
"Ne zamandır tanıyorsun, Kenan Tant'ı"
"Bir kaç aydır."
"Nereden tanıyorsun?"
"Küçük gece dükkanından."
"O gün orada ne işin vardı."
sustum. Ne demeliydim. Bir arkadaşım kayıp onu aramaya mı gittim demeliydim. 'Evine mi' demez miydi. Ölünün başında mı arkadaşını arıyorsun dese haklı olurdu.
"Tolga, kayıp arkadaşım." dedim ve devam ettim. Büyük gözleri üstümde pür dikkat beni dinliyordu; "Onunla bir gece gittiğimiz bu dükkanda kavga çıktı. Haberdar olmuşsunuzdur." dedim. Kafasını salladı. Zabıtaların her şeyden haberi vardı. "O kavgada o arkadaşım ortalıktan kayboldu. Kaç gündür kamburlu amcayı, lakin sizin dediğiniz hitap ile Kenan Tant'ın evine gidiyordum bilakis kapı hiç açılmadı.'' dedim sözümü kesti.
"Sende o gün gittin ve kapı açık, içeri girdin onu yerde gördün." dedi. Mutlu olmuştum. Beni anlamıştı. Bir zabıta memuru beni anlamıştı. Belki de ben öyle sanmıştım...
"Hangi masalın kurgusu bu?" dedi gözlerime sinirle bakarak. Elini masaya vurdu... "Hakikati söylemediğin süreç boyunca hücrede tıkalı kalacaksın. Ya şu an ya da hiç." dedi bağırarak. Hakikati diyorum. Niçin anlamıyorsun? demek geldi içimden. Lakin, şimdi ne desem riya diyecekti.
...
"Zayıflamışsın." dedi Derya hücrenin küçük penceresinden beni izleyerek. Kim bilir ne kadar zavallı görünüyordum.. Aradan tam tamına hesaplamalarıma göre birkaç ay geçmişti. Derya bu birkaç aylık sürede her gün düzenli olarak beni ziyarete gelmişti. Hakikaten hakkını ödeyemezdim.
"Derya, Çadır nasıl?" diye sordum gülümseyerek.
"Her daim iyi, ama seni çok merak ediyor. Sıklıkla havlıyor. Yavruları da her zamanki gibi maceraperest." dedi gülümseyerek. Devam etti.
"Yahut.." dedi. Durdu.
"Yahut, Derya?" sordum merakla.
"Geçenlerde, bir yavrusunu daha kaybettik. Balkon demirlerinden düşmüş. Çok mahçubum, Ufuk." dedi.
Kafamı eğdim. Çadır hakikaten ne düşünüyordu şimdi?
"Sana bir armağan getirdim." dedi gülümseyerek.
Tekrar mı? "Derya, minnet duyuyorum. Yahut, ben gramafonu armağan ettiğin zaman çok mahçup olmuştum. Üstelik sana karşılığında hiçbir şey alamadım." Bütçen mi var, Ufuk?
"Ben karşılığında bana da armağan al diye almadım onu, Ufuk. Ama bu armağan onun gibi değil. " dedi ve hücrenin penceresinden çekildi.
"Derya?" diye seslendim. Kimse yoktu.
"Derya?" diye seslendim bu sefer sesimi yükselterek. Pencerede yeni biri belirdi. Ne? Bu hakikatten bir düş olmalıydı!
"Kamburlu Amca?" dedim şok olmuş bir vaziyette.
"Evlat." diye gülümseyerek selam verdi.
Bu gerçekten bir düş olmalı idi. Ama o yaşıyordu?
"Öldüm sandın değil mi?" dedi gülümseyerek. Bu bir çeşit şaka mıydı? Şaka tarafı yoktu. Kaç aydır burada yatıyordum ben. Bu hücre evimi görse haset edip büyük zelzele ile yıkılır oysa ki..
"A-ama." dedim şok olmuştum. Derken kapı açıldı. Derya ve kamburlu amca beraber içeri girdiler. Yere çömelip ağlamaya başladım. Tıpkı bir çocuk gibi. Koluma biri dokundu. Kafamı kaldırdım Derya idi.
"Ufuk, hadi Çadır evde seni bekliyor." dedi gülümseyerek. İyi de bu düş ise gözümü açmak istemiyordum.
"Derya, bu hakikat değil mi?" dedim bir ona bir de kamburlu amcaya bakarak.
"Bu hakikat, Ufuk." dedi Derya. Gözleri gülümsüyordu. "Ne kadar sıska olmuşsun evlat.."dedi ve devam etti. "Akşam dükkana gel de meze yiyelim." dedi gülümseyerek.
"Ben de geleyim mi Kenan Amca?" dedi Derya.
"Kenan değil kızım, kamburlu amca." dedi kamburlu amca kahkaha atarak.
"İyi de sen ölmemiş miydin?" dedim hâlâ şaşkınlıkla. Beni yanına çekti ve onu dinledim.
"Dinle şimdi evlat. Tunç diye tanınan ama Derya'nın gerçeği önceden beri bildiği Kont isimli oğlumdu."
Derya'ya baktım. Kafasını eğdi. Hakikati niçin benden saklanmıştı. Kamburlu amca devam etti.
"İsmi garipti evet. Çünkü annesi Almandı. Kader işte bir şekilde karşı karşıya getirmişti bizi. Annesi ölmeden önce herşey başkaydı. Kont çok saygılı, sevgili bir evlattı. Ama annesi öldükten sonra yaşadığı travmadan uzun süre sonra karaborsaya takıldı ve bir anda ünlü olmuş. Kısacası Cio olmuş benim bundan haberim dahi yoktu. Beni artık hiçbir daim ziyarete gelmemeye başlamıştı. Benden utanıyordu. Bir evladın babasından utanması. Onun işinden veyahut mesleğinden utanması o babanın canını nasıl acıtır biliyor musunuz?" dedi durdu kısa bir nefes aldı ve devam etti. Gözü dolmuştu.
"Bundan birkaç ay önce ona rakip bir Cio'nun adamları gelip benden büyük bir bütçe istedi. Ne yapsam bilemedim. Üstüme yürüdüler ve biri tezgahın üstündeki ekmek bıçağını alıp karnıma sapladı. O an çok acı verici idi." dedi üzgünce. Aklıma takılan bir çok sualler vardı. Kamburlu amca da bunu farketmiş olacakki; "Bu akşam dükkanıma gelin. Sormak istediğiniz bir çok sorunun sualini size vereceğim." dedi gülümseyerek.
...
Güneş, deniz kokusu, hafif serpen yağmur taneleri. Dünya bir cennet olmalıydı. Belki de bir cennet görünen bir cehennemdi... Eve gittim.
...
"Çadır, evlat!" dedim kahkaha atarak. Çadır kucağıma atladı. Yüzümü yalamaya başladı.
"Bende sana hasret kaldım, evlat." dedim gülümseyerek. Derya karşıda bizi izliyordu. Duygulanmış gibi idi. Çadır'ı yere bırakıp ona yaklaştım.
"Derya, sana minnet duyuyorum." dedim gülümseyerek. Elini tuttum.
"Hakikaten, niçin bu kadar yanımda duruyorsun Derya, Niçin?" dedim şaşkınlıkla. Elimi bıraktı. Kafasını eğdi. Verdiğim suali her daim yanıtsız bıraktığı gibi bunu da yanıtsız bırakmış idi.
"Hadi, sen bir az vakit dinlen. Akşama doğru kamburlu amcanın dükkânına gideceğiz bizi bekliyor." dedi ve evden çıktı.
Bu evi, en çokta içinde bulunduğum yalnız zamanlarıma ne kadar hasret kalmış idim. Şömineyi yakıp üzerine kazan bıraktım. Sıcak su ısıttım ve sıcak suyla bir güzel yıkanıp, ferahladım. Karnım acıkmamıştı. Acıksa bile yiyeceğim ne vardı? Derya'nın zarfını gördüm masanın üstünde. Zarfı henüz açmamıştım. Elim de gitmiyordu bir türlü. Niçin?
En sonunda cesaretimi toplayıp zarfa yöneldim. Açtım. İçinde tam tamına 20 dolar vardı. İyi de niçin? Kira 10 dolardı. Ama bu kadar bütçeyi uzun zamandır bir arada görmüyordum. Elim gramofona gitti. Bir plak çalıp kanepede uzanıp anı yaşamak istedim. Hoşnut duyuyordum bu hobiden. Plaklara baktım. Hepsi göze çarpıyor idi. Derya'nın zevkleri müthişti. Sezen Aksu'nun Geri dön bestesini seçtim.
"Geri dön geri dön...
Ne olur geri dön.
Uzanıp tutuver elimi bir gün,
Utanır diyemem ne olur geri dön..."
Bu şarkıda aklıma sadece annem geliyordu. Onun o bi anki gidişi yüzüme sert bir yel gibi çarpmıştı. Lâl etmişti beni.
"Olurda bir gün sen de, gözlerimle buluşmayı istersen..." Gözlerim kapanıyordu. Yavaştan uzun zaman sonra kanepemde uykunun kollarına esir olmuştum. Kapı hızla tıklatılıyordu. Kapıya doğru koştum. Sersem olmuştum resmen.
"Derya?" dedim şaşkınlıkla.
"Ufuk, kaç dakikadır burada kapıyı açmanın bekliyorum. Birşey oldu sandım." dedi telaşla.
Çok bütçeli kabanını giymiş ve yüzünü biraz renklendirmişti. Böyle yapınca tıpkı bir sanat eseri gibi oluyordu. Ki bence her daim öyle idi.
"Uykunun kollarındaydım. Af diliyorum." dedim kafamı eğerek. Başıma bir ağrı bastırmıştı.
"Dert etme, hadi kabanını al gidiyoruz." dedi gülümseyerek. Gidiyor muyduk? "Nereye?" dedim merakla. Kahkaha attı.
"Bu hücre sana hiç yaramamış Ufuk. Kamburlu amca dükkanında bizi meze yemeğe çağırmıştı ya. Bir de konuşacaklarınız vardı." dedi.
Ah, evet niçin kafamdan buharlaşmıştı. "Hemen geliyorum." dedim içeri geçtim.
Çadır meraklı gözlerle bana bakıyordu. Yavruları ortalıklarda görünmüyordu. Herhâl dışarıda oyun oynuyorlardır. Kabanımı üzerime geçirip, evden çıktık. Yayan gider iken her daim Derya'ya bakıyor idim. Bu soğuk hava burnunu kıpkırmızı yapmıştı. Ne kadar masum görünüyordu. Tıpkı bir tavşan gibi idi. Dükkana vardık. Ortalıklarda kimse yoktu. Arka masaya geçtik Derya ile.
"Kamburlu Amca?" diye seslendim. Arka kapı açıldı ve içeri girdi. Herhâl orada meze hazırlıyor idi.
"Ben de sizi bekliyor idim, çocuklar." dedi gülümseyerek. Geri arka kapıya yöneldi. Elinde bir tepsi üzerinde harikulade mezeler ile geri döndü. Masaya hepsini teker teker yerleştirdi. Hepsi belirli bir özenle hazırlanmıştı. Yine aklıma mazi geldi.
"En son Tolga ile yemiştim bu mezeleri." dedim başımı eğerek.
"Ama şimdi Derya ile yiyorsun, kadere bak." dedi kahkaha atarak. Bilakis kafamı dağıtmaya çalışıyordu ama ben henüz mazinin etkisinden ayrılmamıştım. Derya mezelere saldırdı desem yeridir. Bu kadar mı acıkmıştı? Ona gülümseyerek baktığımı fark etmiş olacak ki;
"Ne bakıyorsun ya, hayatında hiç mi birşeyler yiyen kız görmedin?" dedi sinirle. Ama bir yandan ise dudağının kenarı kıvrıldı.
"Belki de hiç bu hayli güzel yiyen kız görmemiştir, Derya." dedi kamburlu amca. Derya utançla başını eğdi. Niçin utanıyordu? Riya yapmamıştı oysa ki. Mezeler bir harikulade idi. Her çeşit üründen meze bulunuyordu. Kamburlu amca bu işi beceriyordu.
"Niçin kendine bir lokanta dükkânı açmıyorsun, kamburlu amca?" dedim merakla. Oysaki buradan gelen tek tük insanla az bütçe kazanacağına oradan gelen birçok insandan çok bütçe kazanabilirdi.
"Ben burada iyiyim evlat." dedi kafasını eğerek. Hakikaten. Bir birey mazisi olduğu yerden gitmek veyahut orayı değiştirmek istemez. Tıpkı benim annem ve babamdan kalan evimi ve içerisinde her bölümünde mazi bulunan eşyaları atamadığım veyahut yerini bile değiştiremediğim gibi. Bilakis küçükken değiştirsem annem birşey demese bile memnun duymuyor gibi idi.
"Uzun zamandır işlevsiz kaldığı için kimse gelmedi bugün." dedi kamburlu amca üzgünce. Aslında bütçeye de pek ihtiyacı yok gibi idi. Yahut, vakit öldürmek istiyor idi.
"İsterseniz, ben bu konuda size yardımcı olabilirim." dedi Derya büyük heves ile. Kamburlu amca şaşırmış idi.
"Hakikaten mi?" dedi kamburlu amca. Büyük birinin bu hayli yalvarıcı bakışları ne acıydı..
"Hakikaten." dedi ve durdu.
"Yatırım büromdan birkaç birey böyle bir mekan istiyor idi. " dedi gülümseyerek.
"Minnet duyarım, kızım." dedi kamburlu amca gülümseyerek. Mezelerimizi yiyip bitirmiştik. Mezeleri masadan toparlaması için Derya ile ben kamburlu amcaya yardım ettikten sonra geri masaya geçtik. Ben ile Derya puro yaktık. Kamburlu amcaya uzattık, lakin kabul etmedi. Puroyu bir derin içime çekerken kafamdaki sualleri kamburlu amcaya beyan etmenin zamanı geldiğini düşündüm. Oysa belki de o da bu sualleri bekliyor idi. Belki de korkuyor idi.
"Tolga nerede kamburlu amca?" dedim ona dikkatlice bakarak. Derin bir sır vardı.

Ah-U DeryaWhere stories live. Discover now