22

310 38 61
                                    

Bölüm 22:

Her yara, dikiş tutmuyormuş.

Birkaç yüz geçiyor içimden. Epi topu, şu hayatımda gördüğüm bütün insan yüzüne denk belki. Her birinde farklı bir aura fakat aynı bayağılık var. Bunlar; üstünlük, zenginlik, ciddiyet ve samimiyetsizlik. Her biri sıkıcı geldiğinden teğet geçiyor gözlerim. Hatta, kaç tane olduğunu sayamayacağım kadar çoklar. İnsanlar pak değil. Şatafatlılar ama parlamıyorlar. Siyahın en koyu tonuna sahipler ve zihnimde, hiçbiri seçilmiyor. Hiçbirini umursamıyor veyahut görmüyorum. Sadece tek bir beyaz, tek bir ışıltı var. Sadece tek bir yüz, onlarcasından üstün ve olağanüstü duruyor.

Orada, beyaz bir nokta gibi seçiliyor.

Sessiz bir uğultu, müziğin ritmine denk düşen bir gürültü var kulağıma ilişen. Ağırca, usulca yaklaşıp fısıldıyor. Ben geldim, derken, bir notayı daha kaybediyorum içimde. ben geldim, gözlerden ırak, göğsüne denk.

Kalkıp gitmek yok. Tek yapabildiğim ağlamak. Bu gürültüye, bu müziğe ancak böyle eşlik edebilmek. Kuvvetli, derin bir sancıyla beraber oturduğum yerde, yalnız fark edilmeyi istemek. Gözler, bunca vakit yerini işlevsiz birçok noktaya değdirirken, bana değmeyen gözlerine öfkeyle sitem etmek. Özlemek, özlemek ve daha nicesi, kucaklarına koşabilmek bir çocuk gibi.

Lâkin olmuyor.

Ne arzu ettiysem, içe bükülen parmaklarım gibi kırılıyor hevesim.

Bir şeyler söylemek istiyorum. Ayaklarım varamıyor, bari dilim varsın istiyorum. Sözcükler anlamını yitiriyor. Sanki, benim içimi okuyor gibi, birkaçının övgü dolu hayranlıklarını işitiyorum. Aradan, sertçe tutup çekiyorum sözcükleri, "Görüyor musunuz," diyor yerinde yükselirken biri. "Nasıl da mütevazı bir tutum var parmaklarında. Kendisi gibi zarif bir âhenk. Tanımam etmem kendisini lâkin," diyor.

"Yedi göğü birbirine katıyor müziği."

Haklı olduğunu biliyorum. İçimde, damarlarımda gezinen bambaşka bir duygu varken, kıskançlığa lüzum aramıyorum. Haklı, diyorum ona. Sözsüz bir ritim var parmaklarında fakat tonlarca sözü bir arada tutuyor sanki. Anlıyorum. Belki, anlamaktan da öte bir şey bu, hissediyorum. Derinlerde değil, tam da bir piyano tuşu gibi, elleri altında ritimlerine denk düşüyor hızlı kalbim. Ben, hissediyorum.

Hineni, tuşlardan yükselen her bir nota, adımı bağırıyor çığlık çığlığa.

Işıklar açılıyor birden.

Oturduğum zemin, salonun yüksek gürültülü alkış sesleriyle beraber sallanıyorken şaşırıyorum, görüş alanım kısıtlanıyor zira Pierre tıpkı herkes gibi ayağa kalkıyor. Tüm salon, ayakta onu alkışlıyorken benimle beraber, yalnız bir kişi daha oturuyordu. O kişi Anne'di. Elindeki şarapla beraber, benim uyuşmuş bedenime tezat rahat bir tutumla, oturduğu yerde onu izliyordu.

Sonra, dudaklarıma varıncaya kadar titreyen o görüntü, benim gözlerimle buluşuyor. Donakalıyorum. Piyanoya tutunan o zarif parmaklar, sanki şimdi göğsümde bir aslanın pençesi oluvermişti. Tırmalıyor, delip geçiyor, nefes almak gittikçe güçleşiyordu. Algılarım içerisine, "Jungkook, iyi misin?" diyen Pierre'ye, ağzımı açıp da tek kelam edemiyordum. Başka hiçbir şey, buğulu gözlerim arkasına düşmüyor, seçilmiyor ve ayırt edilmiyordu. Simsiyah takımı üzerinde, siyah maskesiyle beraber ayağa kalkmış, iki eli önünde birleşmiş bir vaziyette, dudağında muhtaçlığım olan gülümseyişiyle beraber, salonda gezdiriyordu bakışlarını. Bana değmiyordu. İsmini çok gördüğüm dudakları gibi, sanki şimdi de gözlerini esirgiyordu. Çok görüyordu. Tanrı, onu bana çok görüyordu.

ömr-ü güzeşte Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin